MEHMET ALİ BAL
Hamid İsm-i Şerifi
Hamid İsm-i Şerifi "Her türlü hamd ve senaya layık olan ve övülen" manasında Cenabı Hakk’ın Esma-ül Hüsna’sındandır.
“El Hamdü” kelimesi “Hamide/Yahmedu/ Hamden, Mahmeden, Mahmiden, Mehmedeten” fiilinden (Övmek) gelmektedir. “Eşşey’e” ekiyle “Razı olmak”; “Aleyhi” ekiyle de “Darılıp, öfkelenmek” manalarına gelmektedir. “Fulaanen” ekiyle “Hakkını ödemek, teşekkür etmek”; “Ahmede İhmaaden eşşey’e” kalıbında “Bir şeyi takdire layık yapmak”; “Ahmede –rraculü” “İşlediği iş kendi yanında övgüye layık olmak ve Medh olunacak iş yapmak” demektir. “Hammada” “Tekrar tekra övmektir. “El hamdü” “Hamd, şükür, güzel şeylerle övgü, rıza ve hoşnutluk” demektir. “El Hamidu” Övgüye değer, övülen, Cenabı Hakk (cc) ve çok hamd eden manasındadır.
Hamid İsminin şüphesiz ki bildiğimiz sabitelere göre en mühim muhatabı başta Peygamberimiz (sav) olmak üzere bütün peygamberler ve tüm insanlar ve diğer akıl ve şuur sahibi varlıklardır. “Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat / 56) ayeti hem muhatabı hem de birazdan açıklamaya gayret edeceğimiz hususları ifade buyurmaktadır. “Hamd” kelimesi İslam’da niçin bu kadar önemlidir? Mesela niçin Abdurrahman Ceziri gibi bir âlim Mevlana’ya muhalefet ederek “Bütün kâinat aşk ile dönmüyor ve varlık aşk ile cevelan etmiyor. Kâinattaki varlıklar aşkın mücessem kelimeleri değil, hamdin mücessem kelimeleridir demiştir? Mesela niçin Hazreti peygamberin ümmeti “Hammadun “ yani çokça hamd eden bir ümmet olarak övülmüştür.
Şüphesiz ki, “Hamd” kelimesini basit bir övme ve sena etme manasında hapsedemeyiz. Lügat sahibi bu yüzden ilave eder ki “Her hamd medih (Övme, övgü) olup, her medih hamd değildir” (Mevlüt Sarı). Bu İslam kelimesi aslında dinin mühim direklerinden biridir. Şöyle ki, Zariyat 56. Ayetinin meal sahipleri “Bana kulluk etsinler” lafzi meali ile “Beni tanısınlar, bilsinler” işari meali arasında tartışmışlardır. Hâlbuki burada bir akla muhalif veya tartışmaya sebep durum yoktur. Zira insan bildiği ölçüde inanır ve bildiği tanıdığı nispette ibadet eder. Bildiği oranda korkar ve o seviyede ümit eder, merhamete sığınır, hakeza. Nitekim bir başka ayeti kerimede “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da böyle çeşitli renkleri var. Allah’tan, kulları içinde, ancak (Kudret ve azametimi bilen) âlimler korkar: Şüphe yok ki Allah Azîz’dir (Her şeye gâlibdir, Gafûr’dur (Çok bağışlayıcıdır” (Fatır / 28). Bazı meal sahipleri ise bu “Bilme” derecesine işaret ile “İçleri titreyerek korkarlar” manasını da ilave etmişlerdir.
Hamd kelimesinin ve “Hamid” İsm-i Şerifinin İslam Akidesiyle yani “Tevhit hakikatiyle” bağını kurarsak, mana ve ehemmiyetini tam ifade etmiş sayılırız. Şöyle ki, beşeri münasebetlerde bile övgü eğer muhatabımızın mana ve mahiyetini bildiğimiz bir üstün özelliğine yönelik yapılırsa gerçek övgüdür. Aksi zayıf bir dalkavukluk ya da tahkir veya tezyif olur. Makbul değildir. Şairin şiiri, âlimin ilmi övülür, hakeza. Âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’a (cc) mahsus olan “Hamd” aslında Tevhit akidesi çerçevesinde tam ve sahih bir İlah telakkisinin bütün isim ve sıfatlarını içermektedir. Aslında biz hamd ve senada bulunurken bazen farkında bazen de farkında olmadan Allah’ın (cc) esmasından bazılarının cilvelerini hissederek, bilerek ve tecellilerine şehadet ederek Yegâne İlah olan Allah’a (cc) hamd ve sena ederiz.
Hamid İsm-i Şerifinin tecellilerinin çiçek çiçek serpildiği kâinata baktığımızda büyük yıldızları, küçük yaprakları, türlü türlü nimetleri birer hamd kelimesi gibi görürüz. Yıldızların dönüşünde, mevsimlerin akışında, denizlerin çağlamasında, canlı varlıkların konuşmalarında, velhasıl her şeyde büyük âlim Abdurrahman Ceziri (Allah Ondan razı olsun) gibi Hamid isminin cilvesi olan hamd sedaları duyarız. Bu sadece varlık nimetine şükür değildir. Olabilecek en küçük varlık noktasında bile hamd rengine boyanmış bütün Esma-ül Hüsna’nın tecellileridir, tezahürleridir. Allah’a tevhit akidesinin sağlam ve temiz yolundan yürürken Hamid ism-i şerifi başka yollar arasında şaşırmış ve sapıtmış bir halde kalmamızı engeller. Aslında biz “Ya Hamid! Ya Hamid!” derken aynı zamanda kelimeyi tevhidi zımnen ifade etmiş oluruz.
Bu Ehl-i Sünnet üslubu ve kabulünün ne demek olduğunu negatif tecrübelere bakarak daha iyi anlayabiliriz. Mesela kâinatın merkezine aşkı koyan Hazreti Mevlana bu yoldan tevhide erişmekte iken başkaları kendi dar aşk âlemlerinde kâinatta ve varlıkta hâkim olan İlahi tecellilerinin mahiyetlerini fesada uğratma riskiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bir zaman sonra aşk ön plana çıkmış ve tevhit hakikati gizlenmiştir. Diğer yandan, “El hamdü” kelimesinde meknuz olan “Rıza” manasını da hatırlatmak isterim. Ki “Rıza” kelimesi de İslam’ın esas kelimelerinden biridir.
Nefsin yüksek mertebelerinde ikisi “Radiye ve Mardiyye” mertebeleridir. İlahi aşkın küçük bir dünyevi ışıltısı olan mecazi aşkta ise niyaz gibi naz da muhtevidir. Hatta karşılık görülmezse “Düşmanlık” da vardır. Bu yüzdendir ki, İslam Alimi Mevlid şairini tashih eder: “Ben seni sevmişim” (Habibullah), ifadesini “Ben senden razı olmuşum” ifadesiyle açıklar. Buna bir diğer mesnet te şu olabilir ki, Peygamberimizin Kuran’da zikredilen makamı “Makamı Mahmud”dur. Başka hiçbir peygambere verilmemiştir. “(Ey Resulüm), sana mahsus fazla bir namaz olarak, gece uykudan kalk da, Kur’an ile teheccüd (Gece namazı) kıl. Rabbinin, seni bir Makam-ı Mahmud’a (ahiretteki Şefaat Makamına) göndermesi yakındır (Umulur)” (İsra / 79).
Keza varlığı salt kudret ve cezalandırması ön plana çıkan bir ilaha karşı “Korku” penceresinden görmeye çalışan muharref dinlerin mensupları da sırat-ı müstakimden ayrılmışlardır. İslam Akidesindeki Esma-ül Hüsna’nın muazzam ve mukaddes mimarisi, bu mimarinin hem sebebi hem eseri olan Tevhit Akidesi ve bu akidenin de değişik tezahürleri yanlış ve bozulmuş bir İlah telakkisinden bizleri kurtarmaktadır. İmtihan sahasında kalan tek husus ameller olmaktadır. Bu da akideyi değil ancak fasit amel sahiplerini bağlamaktadır. Allah (cc) bizleri bunlardan da korusun!
Şükrederken bize verilen hususi bir nimet daha ön plandadır. Şükür daha sübjektif bir mahiyettedir. Tabiri mümkünse tenzihen söylüyorum Allah (cc) ile kulu arasında bir münasebettir. Nitekim bu manayı bir ayet-i kerimede görmek mümkündür. “O halde siz, bana itaat ve ibadet ederek beni anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım. Nimetlerime şükredin de nankörlük yaparak küfre varmayın (Beni ve nimetlerimi inkâr etmeyin)” (Bakara /152). O’nu (cc) andığımızda O’nun (cc) da kullarını mağfiret ve ihsanlarıyla anacağını, şükrettiğimizde ise nimetlerini artıracağını, nimetlerine karşı nankörlük yaparak küfre varmamamız gerektiğini buyurmaktadır. “Hamd ederken” ise umumi ve hakiki manalar ön plandadır.
Bireysel yaşantılarımızın, beklentilerimizin ötesinde Allah’ın (cc) bütün Esma-ül Hüsna’sını veya bazılarını daha ön planda tutarak O’nu Yegâne Âlemlerin Rabbi ve İlahı olarak medih ve senada bulunmamız söz konusudur. Şükürde az olsa maddi bir karşılık vardır. Hamd ise tamamıyla mahz-ı hakikattir, iktiza-yı tevhittir. O yüzdendir ki, Besmeleden hemen sonra hamd ile başlarız okumaya. Her “Ya Hamid” dediğimizde tevhit akidesinin bütün veçheleri ile marifeti Sani (cc) tezahür eder. O marifetten ise Allah’tan hakkıyla korkma, hakkıyla ümitte bulunma, her şeyi Ondan bilme gibi tevhidin nadide çiçekleri açar.
“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur” (Fatiha / 2) yani bir başka meal sahibinin (Ali Fikri Yavuz) ifadesiyle “(Ezelden ebede kadar) bütün olmuş ve olacak hamd ve sena (Övgü) tam ve kemaliyle âlemlerin (Yegâne) yaratıcısı, besleyip kemale erdiricisi olan Allah’adır”. Bu ayet-i kerimede “El-hamdü” şeklinde belirli ve müstakil bir kelime olarak zikri ve bu muhteva ve kapsamı ancak Allah’ın (cc) indinde hakkıyla bilinen bu mananın ancak âlemlerin Rabbine (cc) mahsus olduğu hükmü verilmiştir. Burada anlıyoruz ki, “Hamd” kelimesi ve “Hamd ve senada bulunma” zikri ve ibadeti Allah’ın (cc) “Âlemlerin Rabbi” sıfatıyla kabul ettiği bir husustur. Bu mahiyetteki hamd ve sena ancak ve ancak Âlemlerin Rabbine mahsustur. Bu da hamdin subjektif seviyeden objektif seviyeye çıktığını, sadece enfüsi değil afaki olarak da bütün kâinatı kapladığını göstermektedir.
Kuran-ı Kerim’de çok yerde sarih bir şekilde “Rabbini hamd et” emri ile karşılaşırız.
"Sen Rabb’ini hamd ile tesbih et” (Hicr / 98). "Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabb’ini överek tespih et” (Tâha /130; Kaf / 39). “Akşam sabah Rabb’ini överek tespih eyle” (Mümin / 55). "Kalktığın zaman Rabb’ini övgü ile an” (Tûr / 48). Bu ayetler dışında hamd etmemizi gerektiren haller, nimetler ve tasarruflar hiçbir yoruma ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde Kuran’da buyrulmaktadır. Bu ayetlerdeki tasarruftan da anlaşılıyor ki tespih kelimesi içinde de hamd kelimesi ve manası meknuzdur. Aslında akıl ve şuur sahiplerinin iradi ve kasdi hamd etmeleri yanında şuursuz varlıklarının ve organlarının da hamd ettiklerini anlayabilmekteyiz.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Duanın en faziletlisi “Elhamdülillahtır” buyurmuşlardır. Kendileri de (s.a.v.) kulların en fazla şükredeni ve hamd ve senada bulunanı olmuşlardır. Hayat-ı seniyyeleri baştanbaşa serapa Allah’a (cc) şükür ve hamd ve senadır. Hoşlanmadıkları bir şey gördüklerinde dahi Hazreti Aişe Validemizin (ra) rivayetiyle “El hamdü lillahi ale külli hal” derlerdi.
Biz de bugün bu mübarek cümleyi tekrar edelim efendim: ““El hamdü lillahi ale külli hal”…