Zamanın Fısıldadıkları

MEHMET ALİ BAL

MEHMET ALİ BAL
Zamanın Fısıldadıkları
 
Her yaratılanda Yüce Yaratıcının sıfatlarının bir yansımasının olduğunu biliriz. Bu sıfatlardan en dikkat çekeni Kelam sıfatıdır. Metafizik anlamda baktığımızda “Kelam” sıfatı (Konuşma) var olmanın en önemli göstergelerinden biridir. Zira birçok başka sıfat ile Kelam sıfatı arasında bir ilişki bulunmaktadır. Bu yansıma, yaratılış ve sınırlılık mahiyetiyle her varlıkta ve her düzeyde kendini hissettirir. Evrendeki her varlık kendi kodlarıyla (Diliyle, mantığıyla) konuşmaktadır.
 
Evrendeki her varlığı birer kelime veya birer ayet (Belge) olarak görme birçok İslam klasiğinde karşımıza çıkar. Mesela Mevlana için her varlık bir aşk kelimesidir. Aşkın diliyle konuşmaktadır. Aşkın cazibesiyle konuşmaktadır. Aşka doğru akmaktadır. Abdurrahman Ceziri için her varlık bir hamd kelimesidir. Hamd diliyle konuşmaktadır. Hamd cazibesiyle konuşmaktadır.
Ancak şu gerçektir ki, Allah’ın (cc) konuşması dışındaki tüm konuşmalar izafidir (Görecelidir) ve bir şekilde sınırlıdır. O Allah ki, Mütekellimi Ezeli’dir. Konuşması ezelden beri, başlangıcı sonsuz olan bir zamandan beri mutlaka hüküm süren Yaratıcıdır. İlginçtir sonsuzluk meselesini bizler genelde geleceğe doğru bir sonsuzluk anlarız, hâlbuki başlangıcın sonsuzluğu daha önce zikredilir. İşte sonsuz başlangıcın ve sonsuz geleceğin mutlak Kelam sahibinin yaratmasıyla izafi konuşmalar vardır. Her konuşma her varlığın Yaratıcıya nispetiyle var olması gibi Allah’ın “Kelam” sıfatına (Bağı) ölçüsünde vardır ve hakikati sabittir.
 
Bu konuşma metafizik anlamda izafi olduğu gibi mahiyeti itibariyle de izafidir. Yani konuşma biçimleri her varlığın mahiyeti ve hareketi şeklinde tezahür etmektedir. Taştan daha yoğun kütleler içinde bile sürekli devinen bir varlık ve her devinmesi itibariyle konuşan bir mahiyet vardır. Bir jeoloji âliminin ifadesiyle “Ye altındaki kayalar adeta şarkı söylemektedir”. Bizim inançlarımız temelinde bakarsak “Şükür ve zikir halindedirler”. Okyanusların konuşması da kendi dillerindedir. Kim bilir bu yüzden dalgaları “Ya Celal! Ya Celal!” sedalarıyla çalkalanmaktadırlar. Dağların yüzünden ve heybetinden “Zat-ı Kibriya’nın” huzurundaki halleriyle konuşmaları dökülmektedir. Yeryüzünün derinliklerinden uzayın sonsuzluklarına kadar her varlık konuşmaktadır. Her varlık bir mananın diline bürünmekte, bir mananın kelimesi olmaktadır.
 
İşte zaman da bir varlıktır. Allahın yarattığı esrarengiz ve ele avuca alınamaz bir varlık: Havadan çok daha latif ve uçucu, sudan daha akışkan ve rüzgârdan daha tesirli ve yangından daha güçlü… Ama taştan daha yoğun kütlelerin konuştuğu bir varlık düzleminde zamanın konuşmaması, bazı fısıltıları barındırmaması mümkün müdür? Taşlara nispeten bu ölçüde esrarengiz, latif, uçucu, akışkan, tesirli ve dinamik bu varlığın da konuşması gerçektir.
 
Yaratılmışlardan bir varlık olan zaman elbette bizatihi kendisi bir kelimedir. Mütekellim-i Ezeli’nin kelimesidir. İlahi kaynaktan çıkan sözlerden bir sözdür. İçinde sayısız sözler, kelimeler ve sırlar barındıran bir sözdür. Yaratılan evrenin, iç içe dünyaların ana boyutlarından bir boyut olarak belki bir başlıktır, bir kitabın ana bölümüdür. Belki de mekânın arka yüzüdür. Belki de her an devam eden yaratışın bir kılıfıdır, maddesinin bir ayrılmaz parçasıdır, sır perdesidir. Belki oluşların kod yazılımına en yakın düzlemdir.
Nasıl her şey zaman anaforunda kundağa sarılan bir bebek gibi yaratılıyor, yaşatılıyorsa, sonsuz gelecekte de her şey o aynı zaman kılıfı açılarak ayan (Apaçık) kılınacaktır. İnsanların ve hiçbir varlığın müdahale edemediği zaman belki de Allah’ın (cc) kulları ve tüm varlıklar için yarattığı defterlerden bir defter türü de olabilir. Defterler açıldığı zaman “İzessuhufu nuşirat” (Tekvir, 10) hükmünün bir işareti belki de zaman defterleridir. Bir açıdan baktığımızda bu ne büyük bir İlahi sanat ve kudrettir! Genelde çok değerli eşyalar sadece onları koruyacak ve içinde saklayacak mahfazalar ve kılıflar içinde saklanırlar. Zarf mazrufundan daha düşük değerdedir. Ancak, yaratılış âlemini bir yönüyle saran zaman, bazen incisinden daha değerli ve hazinesinden daha fazla sanatın inceliklerine sahiptir.
 
Bazen de zaman, sarmalındaki dönüp duran olayların diliyle konuşur. Burada zaman kendisi seyirci olaylar ise zamanın kelimeleridir. Her bir kelimede zamanın bir sırrı gizlidir, her cümlesi bir gelecek tasavvuru ve geçmiş analizidir. Okumasını bilenler için zamanın anaforundaki olayların kodlarını çözmek ve içerdikleri hakikatleri sezmek ne büyük bilgeliktir. Bu açıdan bakıldığında küçük gibi görünen olaylar büyük hakikatlerin kökleridir, ipuçlarıdır, esintileridir. Büyükmüş gibi görünen olaylar ise zamanın hakikatiyle doğru orantılı bir ilişkiye sahip değildirler.
Ancak zamanın akışında büyük çöp dağlarıdırlar; cesametleri ile korkutsalar da hakikatleriyle güldürürler ve acındırırlar. Zaman seyyahları ve bilgeleri olayların maddi cesametlerine değil, hakikat veçhelerine (Gerçeklik yüzlerine) bakarlar. Satıhtaki ihtişamlı köpüklerin ve ışık cümbüşünün onların içinde oluşturduğu bir heyecan yoktur. Ancak, olayların kaynayıp kaynayıp yüzeye çıktıkları derin dalgalar ve uysal akan büyük akıntılar onları heyecanlandırır. Bu dalgaların adeta izdüşümü onların içlerinde doğup akmaya başlar. Onlar da bu büyük akıntıların peşine takılır giderler…
 
Zamanın olayların diliyle konuşması genellikle herkesin anlaması için değildir. Ancak erbabı zamanın olaylarını okuyup anlayabilir. Yukarıda anlattığımız zaman seyyahları ve bilgeleri bu sınıftan insanlardır. Zaman bu kesitte fısıltılarla konuşur. Hususi çocuklarına, Ebul Vakt olanlara konuşur. Hazreti Muhammed’in (asm) doğumu gecesine denk düşen gecede Kisra’nın (İran hükümdarlarının unvanı) Medain şehrinde bulunan sarayındaki 14 kemerin bir depremle yıkılması, yine aynı gecede Mecusilerin yüzlerce yıl (Bir bilgiye göre 1000 yıldır yanıyordu) sönmeden yanan ve tapınmaya devam ettikleri (Istahrabat şehrindeki) ateşin birden sönüvermesi böylesi olaylardandır.
Asr-ı saadet yazarlarından birinin dediği gibi yıkılan Kisra’nın sarayları değil bütün İran’ın saltanat ve ihtişamıdır. Sönen ateşte tezahür eden o dönem İran’daki ve bütün dünyadaki (Zira Kisra dönemin küresel liderlerinden biridir) küfür ve inançsızlık ateşidir. Yine doğumları gecesi kuruyan Save Gölü de (Taberiye Gölü) Hıristiyanlığın tagallübünün sonuna işaret sayılmıştır. Ancak, bu Kutlu Doğumun çağdaşları içinde acaba kaç kişi vardır dünyaya Kâinat sultanının teşrif etmiş olduğunu anlayan? Belli bir zaman geçtikten sonra elbette ki bazı olaylara anlam vermek mümkün olabilir. Ama olayların cereyanı sırasında küçük işaretleri çözmek, fısıltıları duymak çok az insana nasip olan bir hediyedir.
 
Ancak, bazen de zamanın olayların diliyle konuşması herkesin anlaması içindir. Olaylar gök gürültüsü gibi seslerle konuşurlar. Hatta ölümün gelişi gibi bir ağırlıkla konuşurlar. Böylesi bir dili avamdan (Sıradan insanlardan) herkes anlar kolaylıkla. Ne yazık ki, anlaması umulan, sadece avamdan insanların değil herkesin önünde bulunan önderler, bilim insanları, krallar anlamazlar bu dili. Belki anlarlar, ancak itiraftan kaçarlar, itiraf ağır gelir kibirlerine. Hz. Musa’nın ardından ikiye ayrılan Kızıldeniz’e ordusuyla birlikte girip, denizin kapanmasıyla dalgalar arasında boğulan Firavun’un tam da ölüm öncesi nakledilen sözleri ne kadar da manidardır: “İsrailoğullarının inandığından başka İlah olmadığına inandım!”
Elmalı Hamdi Yazır’ın nefis mealiyle “Derken Benî İsraîli denizi geçirdik, derhal Fir'avn askerile ta'kıb ve taaruz için arkalarına düştü, nihayet gark kendini derdest edince; inandım hakıkat Benî İsrailin iyman ettiğinden başka ilâh yok, ben de ona teslim olanlardanım, dedi” (YÛNUS-90). Bu büyük olayı resimleştirerek sunduğumuzda Firavun kibrinin ne olduğunu açıkça anlayabiliriz. Hayal edelim ki, koskoca Kızıldeniz önünde Hazreti Musa (as) ve topluluğu Firavun ordusu tarafından yakalanmış. Tam o sırada Kızıldeniz yarılmış ve Musa (as) ve topluluğu ikiye ayrılan denizin ortasından yürümeye başlamışlar. Ardından da Firavun ordusu aynı yola girmiş. Fakat o esnada Kızıldeniz kapanmış ve Firavun ordusu boğulmak üzeredir. Bu anda bile Firavun “Her şeye gücü yeten Allah’a iman ettim” diyememektedir. Kibri buna engel olmaktadır. Her şeyi anlayamaya aklımın yetmemesinden değil, idrak edebilmeyi kibrimin engellemesinden korkarım. Kabul etmeyi gururumun yıkmasından ürperirim.
 
Bazen de zaman şairlerin diliyle konuşur. Zaman susmuş görünür ve onun adına vekilleri konuşur. Vekilleri, yani şairleri, ozanları, arifleri, asfiyaları… Şairin dediği gibi,
“görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek”
(Attila İlhan)
 
Bu vekillerin elbette ki hepsi aynı sınıfın insanları değildirler. Her biri ayrı değerde ve mahiyette insanlardır. Kaynakları da farklı farklıdır. İçlerinde saf saf zamanın tenhalarında şiir söyleyenler de vardır; İlahi kaynaktan taşan lütuflara bayraktarlık yapan da. Ama genel anlamda zamanın hakikatini söylemek ve anlamak bakımından durumları benzerlik taşımaktadır. Anlamak da bir ilhamdır. İdrak de bir ilhamdır. İlham ile lütuf ile olan idrakler de vardır. Haberli olan ilhamlar olduğu gibi farkına varamadığımız ilhamlar da vardır.
Önemli olan yaşadığımız zamanın telaşları, kaygıları, hırsları, arzuları, içinde asıl olan gerçekliğin ne olduğuna dair zamanı dinleyebilmektir. Zamanın zaman-ötesine dair fısıltılarına açık olabilmektir. Sadece görünür olana, kudretli olana boyun eğmek ve inanmak bizi yanıltabilir. Zaman derin mi derin “Alem-i Kevn” denizlerinin içinden akıp gidiyor. Sarmalındaki olaylar, insanlar, kudretli ordular, samimi inanmışlar, hepsi bir arada yaşayıp gidiyorlar. Hakikati ise ancak ilim ve ibret sahiplerinin, samimi kalp insanlarının idrak etmesini bekliyor. Bekliyor, zira bütün sayfalarının açıldığı gün, o hakikat günün en değerlisi olacak.
 

________________________________________

ROTAP- banner-

 

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir