Kesişen Zamanlara Dair Bir Ağıt ve Haykırış

MEHMET ALİ BAL
Kesişen Zamanlara Dair Bir Ağıt ve Haykırış
 
Eski Yılın Muhasebesi Üzerinden Yeni Yıla Merhaba
 
Adettendir yeni yıllara ve bayramlara eriştiğimizde kutlama yazıları yazılır, kutlama şenlikleri düzenlenir. Bu kutlamalar içinde tam manasıyla adetten olanları da vardır, yeni yıllara dair ümitler ve heyecanlar taşıyanları da.
 
Bazı kutlamalar vardır zamanın acılarını taşırlar, yasını tutarlar. Bazı kutlamalar ışıl ışıl dünyalar gibidirler. Bazı kutlamalar, geçen yılın zamanını ve geleceğin çağlarını en zarif dilimler halinde eksiksiz ve tam halde bize sunarlar.
 
Ben de bu yeni yıla girerken yaşadığımız yılın muhasebesine dair iç konuşmalarımı paylaşacağım sizlerle.
 
Geçen yılı biraz daha da eski zamanlarla mukayese ederek, muhasebesini ve çağrışımlarını yeni yıla taşıyacağım. Eski zamanların tasviri net olacak,  yeni yılın ise soruları. Bu tam manasıyla bir yeni yapılandırma için hazırlık soruları olacak. Zira eskisi yapılandırılmamış hiçbir zaman dilimi geleceğe uzanamaz. Geçmişin muhasebesi ve kritiği adeta bir ağacın kökleri gibidir. Kökleri sağlıklı olmayan ağaçlar yer üzerinde duramazlar, bilirsiniz. Köklerin nerelere uzandığı, hangi zeminde olduğu üzerinde durmayacağım, zira sağlıklı kökler kayaların bile üzerinde yeşeren ağaçları taşırlar, beslerler. Sadece gen dizilişleri ne derece sağlıklı, hastalıklardan ne derece ariler gibi sorular önemlidir.
 
Bazen de bugünümüzün tasvirleri olacak mecazlar üzerinde: Bazen ateş gibi yanan ve yakan bazen de doru atlar gibi şahlanan mecazlar üzerinde. Her bir mecazdan ve her bir yapılandırılmış muhasebeden sonra sorular gelecek yeni yıl için, yeni zamanlar için. Ben hem iç konuşmalarımı, hem iç muhasebelerimi, hem de gerçekten daha yakıcı rüyalarımı paylaşacağım siz dostlarımla. Ve ruhuma akseden ateş yalaması gibi soruları dökeceğim bu samimi kutlama yazısının satırlarına…
 
Kesişen Zamanlara Dair Bir Ağıt Ve Haykırış
 
1992 yılında Bosna’da zamanın takvimlerinde baharın gelmesi beklenirken barbarlar ve canilerden oluşan orduların katliamları oldu. Kan ve gözyaşları Balkanların bu güzel coğrafyasından Anadolu’nun cefakâr ve yanık sinesine aktılar. Katledilen güzel coğrafyanın yiğit delikanlıları, kirletilerek katledilen güzel kızları ve kadınları, gözü yaşlı anne ve babaları yurdumuzda izdüşümlerini buldular. 20. Yüzyılın en son safhasında, insan haklarının ve haysiyetinin sözüm ona en fazla korunduğu bir zamanda yüzü kan içinde ve elleri donmuş bir Bosnalı kız sorular soruyordu hiçbirimizin cevap veremediği. Ve bu sorular adeta Koruyucu askerlerin (!) gözü önünde yapılan Srebrenitsa katliamına dair olanlarla daha da çoğalıyordu.
 
O zamanın görece daha soğuk ve karlı yeni yıl akşamlarında rüyalarımda Bosna’nın ağlayan çocukları, kadınları ve yitip giden delikanlılarının sordukları cevapsız mı cevapsız sorularına muhatap olup duruyordum hafakanlar içinde, çaresizlikler içinde. Yıllar sonra Moritanyalı bir aydından “Osmanlı ayrıldığı günden sonra Balkanlarda huzur bozuldu” sözünü duymuştum. Anlaşılan oydu ki, güçlü bir hami devlet olmaksızın Balkanlar coğrafyasında huzur ve güven olmayacaktı. O dönemin yılbaşı gecelerinde, hep bu sorular ve sahnelerle doldu içim… Ben hala cevap arıyorum hem o zamanın hem de bu zamanın sorularına… Belki sizler bilirsiniz…
 
Ne zor bir yıldı o yıl? Karabağ Hocalı’da Azeri kardeşlerimiz katledilmişlerdi bir kış gecesi. Azeri hançeresindeki ağıt sesleri yüreğimizi dağlamıştı. Bir Doğudan bir Batıdan ağıtlar yükseliyor,  acılar akıyor, çığlıklar duyuluyordu. Ne yapabilirdik, elimizden ne gelirdi? Yüreğimizi yakan bu soruları o kadar çok sorduk ki birbirimize? Bu yılbaşı öncesinde bile sormaya devam ediyoruz…
 
Daha 1989’da Bulgaristan’dan gelen mağdur ve mazlum insanımızı karşılamıştık milletçe. Aynı manzaraları o zaman da gördük. Çaresiz ve yurtsuz kalmanın izlerini okuduk insanımızın yüzünde. Şükür ki, Türkiye nihai yurt ve ocak olarak vardı, mazlumlara kapısı açıktı… Tıpkı 1986- 1988’de kimyasal gazlarla hunharca katledilen Halepçe’nin mazlum insanlarının, 1991’deki Saddam zulmünden kaçan insanımızın sığınmalarına açık olduğu gibi… Bu anlatımlar kendimizi övmek için değil, zamanın birikmiş acılarının ve mazlumlarının halini arz etmek içindir. Biz ki yakın zamanlarımızı hep büyük acılarla geçirdik. Yeni yıllar için ne diyebiliriz ki? Ne demeliyiz ki?
 
Aynı yıllarda biriken acılarımız gerçekten dayanılmazdı. Somali’de yüzleri Bilal Efendimize benzeyen insanların açlık haberleri geliyordu bize. Açlık, yani ölmeyi getirecek derecede açlık bizim çok bilmediğimiz bir şeydi. O zaman öğrendik. Küçücük annelerin çalınan hayatlarını, adeta yüreklerinden sökülüp alınan duygularını, kaybettikleri yavrularını izledik televizyonlarda. Bir elimizi diğerine yardımcı yapıp, koşmaya çalıştık imdatlarına. Yılbaşı gecelerimi onların sessiz çığlıkları doldurur hala…
 
Şimdi bugüne gelirken artık bir daha bunlar olmayacak hayalini kurarken adeta kesişen zamanların dişlileri arasında öğütülmeye başlandık. O zaman Saraybosna ateşler içindeydi, şimdi Halep yandı, yıkıldı, harap oldu. Yüreğimizin aynalarında yine mağdur, mazlum, minik çocuklar ve anneleri ve onların çaresiz babaları var. Üstelik daha uzun süren bir yangın, daha karmaşık düşmanlar ve daha öldürücü bombalar demek bu yeni felaket. Yağdıkça yağıyor mazlumların üzerine. Korkuyorum bu yılbaşında da içimde bu kaynayan yaralar, acılar,  sorular, sorgulamalar olacak. Sahi kim cevap verebilir çığlıklara karışmış bu sorulara? Yeni yıl yeni ümit mi demektir yoksa yeni acılar mı yurtlarından yuvalarından edilen, ailelerinin bir parçasını kaybetmiş ve yüreklerinin tamamı yanmış insanlar için?
 
Yeni zamanlar denildiğinde hayalime antika radyomuzdan dinlediğim İslam dünyasının muhtelif coğrafyalarındaki acı ve felaket haberlerini dinlediğim zamanlar geliyor. Bir eğlence aracı olan televizyonu ne yazık ki bu yönüyle hiç algılayamadım. İlk seyrettiğim zamanlardan beri bu acılı milletleri, mazlum insanları seyrettim. Bakar mısınız 90’lı yıllar renkli televizyonların çıktığı yıllardı. Ben renkli televizyonu hiç algılayamadım. Hala yasını tutamamış bir babayım, tuttuğu yaslardan daha fazla felaketler görmüş bir aile büyüğü. Bir yas bitmeden bir başka katliam haberi duymuşum çünkü…
 
Özlem Değil Rasyonaliteye Davet Geçiyor Aklımdan
 
Bütün acıların biraz üzerine çıkınca hayalimde o Moritanyalı aydının sözleri geliyor aklıma “Osmanlı ayrıldığı günden sonra Balkanlarda huzur bozuldu”. Sahi Osmanlı niye ayrıldı? Nasıl ayrıldı? Maksadım nostaljik ve hamasi bir güzelleme yapmak değil. Sadece hayalimde uçuşan görüntüleri, kritik anları, basiret parlamalarını, vs. bu yeni yıla taşımak. Zamanda delicesine bir koşuşturma bu. Belki bir arayış. O yüzden cevaplar değil sorular var.
 
Osmanlının kudretli dönemleri geçiyor hayalimden. Hani Cava Sumatra’ya bir gemi dolusu mühendis, denizci ve asker gönderdiğimiz, Türkistan Hanlığına silah gönderdiğimiz kudretli dönemler. Barbaros’un layiha yazıp “Amerika nam bir kıta var, oraya gitmek lazım” diye Sokullu’ya arz ettiği zamanlar… Don ve Volga’nın kanal ile birleştirilmesi hayalinin kurulabildiği zamanlar… Geniş mi geniş imparatorluk topraklarında adalet ve emniyeti inşa ettiğimiz, ticari kentlerinde ana bölgeleri birleştirdiğimiz yüksek kabiliyetli zamanlar… Devlet aklının zarif, basiretli, fetanetli, adil ve kudretli siyasi gen dizilişine sahip olduğu zamanlar…
 
Her büyüklük aşamasında mutlaka görme yetisini gözden geçirmek lazım, zamanı idrak etmek lazım diyorum içimden. En büyük olduğumuz dönemde, Kuzeyde bize göre küçük bir adacık dünyayı küresel olarak algılamaya başlamıştı bile. Çetin okyanusları aşmak için dayanıklı ve güçlü gemiler, istilalar için etkili silahlar ve yeni bir çağın araçlarını geliştirmeye başlamışlardı. Alaman tüfeklerinin uzun menzilinden şikâyet eden serhat askerinin söylediğini başka türlü anlamak mümkün müydü acaba? 
 
J. Sobiesky’nin ateşli silahlarla teçhiz edilmiş ordusu karşısında hafif süvarisi ile dayanamayacağını söyleyen Murat Giray Hanı anlamak ihtimali var mıydı? Eğer anlaşılsaydı, başka bir yol tercih edilirdi kuşkusuz. Bildiğimiz kadarıyla anlaşılamamış. Öyle ki Kırım Hanı imamına daha sonradan “Sen Osmanlının bize ettiği cevri bilemezsin. Yanlarında Eflak Boğdan keferesi kadar kıymetimiz yoktu” diye şekva ettiğini yazar tarihçi. Dönemin Kuzeyindeki gelişmeleri Kırım Hanlarının uyarılarına rağmen ciddiyetiyle kavrayamayan dönemin devlet adamları acaba nasıl ikaz edilebilirdi? Küçük hesaplar, basit çıkarlar ve büyük ihtiraslar, devasa kıskançlıklar önlenebilir miydi? Acaba gerçek ilim ve teknoloji için müesseseler kurulabilir miydi? Zamanla küçüklük ve önemsizlikleri daha iyi anlaşılan düşünceler, efsaneler, kavgalar, hasetler, kandırmacalar, makam rekabetleri, vb. hallerin ötesine geçilip gerçek gündemlere eğilmek başarılabilir miydi?
 
Hep cevapsız kalan sorular bunlar. Belki de zamanın belli başlı dönemeçlerinde hatırlanması gereken yol ve ufuk açması ümit edilen soru biçiminde konuşmalar. Önemlerini ve cevaplandırılmazlarsa sonuçlarını yine hayalimde görüyorum. 1877-78 Harbinden sonra yaşanan Rumeli Muhacereti hala içimi yakıyor. Balkan Savaşlarında ordunun parça parça ve motivasyonsuz oluşundan dolayı yaşadığımız utanç verici hezimet inanın bilmekten acı duyduğum Zenta Mağlubiyetinden daha ıstırap veriyor bana. Şam’da “Şarkın Selahaddini” Selahattin Eyyubi’nin mezarının üzerine bir ayağını koyarak mağrurca “Kalk Selahaddin! Biz yine geldik” diyen Allenby aklıma geliyor, yüreğim daralıyor.
 
Hayat Enerjisi, Diriliş Enerjisi
 
Bütün bu devasa olayları yaşamış milletimiz ve bu coğrafyadaki dost/ akraba milletlerde bir hayat enerjisi birikmiş olabilir mi? Bu enerjinin var olduğuna inananlardanım. Ancak bu yetmiyor dostlar. Tıpkı petrolün İslam dünyasının bazı milletlerine yetmediği gibi. Ve bu enerjiyi yönetmek petrolün gelirini yönetmekten çok daha zordur bilirsiniz.
 
 “Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair” şiirinde “Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıklarını” yazan baştanbaşa yürek insan Erdem Bayazıt’ın: “Yazlar bilirim, memleketime özgü/ Yiğit köy delikanlılarının/ İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları” dizelerini hatırlıyorum. “Nice delikanlıların figüranlık yaptığı/ Yazlar bilirim memleketime özgü” dizesiyle biten bölümünü okuyorum defalarca. Memleketimin insanının enerjisini yönetmek işini bir kez daha düşünmeliyim diyorum kendi kendime.
 
Ne yazık ki, soylu kılıcım artık müzede, nişanlarım kuru bir övünme aracı… Yüreğim çırpınırken, ellerimi uzatmalıyım basiret kılıcıma, övünme değil strateji ve harp anlayışlarını yansıtsın diye nişanlarımı yeniden göğsüme dizmeliyim. Yeni yıla mütevazı ama somut ve kararlı adımlarla yürümeliyim. Yürüyelim mi dostlar hep birlikte?
 
Dileyelim ki kesişen acılı zamanların muhasebeleri yeni yılın sağlam sütunları olsunlar… Benim naçiz sorularım, içtenlikleri itibariyle kabul görsünler… Kuzeyimizdeki devasa buzullar erisin ve bereket taşısın ülkemize. Güneyin ateş topuna dönmüş iklimi için göğsümüzün siperi, milletimizin basireti ve gözümüzün yaşları ıslah edici olsun. Dünyanın zalimleri nereden gelirlerse gelsinler, karşılarında hep bizi bulacak kadar dünya kudretine sahip olalım. Ve dünyanın mazlumları kim olurlarsa olsunlar, yuva kuracakları kadar geniş sinelere haiz olalım…
 
Doğunun ve Batının çocukları yine coğrafyamızın şehirlerinde bir araya gelsinler.
 
Bütün bunların üstüne/ Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim/ Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim” diyen şairin erdemli sözlerini dinleyelim…
 
Sağlık, huzur ve mutluluk dolu nice yıllar diliyorum tüm dostlar için.
 
 
 
ROTAP- banner-

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir