Kaptan

NUHAN NEBİ ÇAM
Kaptan |ÖYKÜ|

 

       Akşamdır.

       Ay, karlı dağların üzerinden doğuyor. Yamaçlardaki karlar ayın ışıltısını yansıtıyor.

       Köpekler hep birlikte havladı.

       Sobada yanan kozalaklar patladı.

       Oturduğum yerde sırtım duvarda, kendimden geçmişim. İrkilerek uyandım.

       Sağır sessizliği köpek havlamaları yırttı. Eşekler, horozlar ve birbirine karışan diğer dağa özgü gürültüler… Fikret’in ahırında inekler böğürdü.

       Çay demleyecektim. Demlikteki su kaynamış, buharlaşmış, yok olmuş.

       Kapının boşluğundan, pencerenin aralıklarından, ellerimi, bacaklarımı kesen soğuk beni buluyor.

       İşte burası. Uzak. Yolculuk sonu karlı yollardan bata çıka ilerlemek. Bir bavul; hazine sandığım. Elimin diğeri paltomun cebinde. Karda el cepte yürünür mü? Sürekli düşersin. Ahap, durmadan bağırıyor. Peguod mercan kayalıklarına çarpıyor. Hikâye burada bitmiyor. Bir bahar gelecek. O, diğer mevsim. Sular çekilecek. İki kereste bulacak kaptan. Gemisini onaracak.

       Büyük bir fetih rüyasıyla limandan çıktım. Tayfa diye arka sokakların serserilerini güverteye doldurdum. Dümencim, keskin bir adamdı. Melezdi. Bıçkın bir yiğitti. Umarım dümen başında uyumaz.

       Haritamı, pusulamı ve dürbünümü, üzerinde bıçak kesikleri, sivri bir nesneyle atılmış çentikler ve balık kemiği kalıntılarının bulunduğu tahta masaya yaydım. Ahap gibi ben de gemime Peguod adını verdim. Bu, rüya ve hayallerin çocuğuydu. Erkekti benimki. Prensti. Omuzlarından sırtına doğru kızıl bir pelerin sallanıyordu. Saçları uzundu. Arkadan at kuyruğu yapmıştı. Bazı sabahlar omuzlarına dağılan, dalgalanan saçlarıyla güverteye çıkıyor, uzun uzun ufuklara bakıyordu. Ben, oyum. Maceracı. Sonra bana tüm hayalperest kazazedelere hitap ettiğiniz şekilde seslenebilirsiniz. Sevgili kazazede…

       İstanbul uzaklardan belirdi. Gemim Marmara Denizi’nin irili ufaklı adaları arasından kaydı. Hava durgundu. Sarı bir güneş beyaz köpüklü, Peguod’un bordasını döven mavi dalgaları ısıtıyordu. Şehrin kılıç kılıç, mızrak mızrak minareleri uzaktan görünüyordu. Çamlıca Tepesi’nde esrarengiz bir kule vardı. Antik Kız Kulesi boyanmış, eskimiş taş duvarlar üzerine sıva çekilmişti. İstanbul Limanı’na demirleyecektim. O limandaki küçük pansiyonlarda kalan, yağmurlu havalarda, ıslak taş yollarda adım adım yürüyen, ufukların ötesinden yorgun argın gelen gemileri bekleyen liman orospularıyla buluşacaktım. Küçük küçük fahişeler, ellerinde bir tutam çiçek beni karşılayacaktı. Ben, Peguod, şimdi mağrurum. İskeleye uzatılan merdivenden çalımlı iniyorum. Ama, işte. Her şey o an oldu. Gemim karaya oturdu. Serseri tayfalarım beni terk etti. Şehrin ara sokaklarına bir bir dağıldılar piçler. Dümencim tereddüt içindeydi. Bu, Anadolu”nun karayağız oğlanı beni bırakmak istemedi. Ona yol verdim. Üzgün bir şekilde gemiden ayrıldı. Giderken sürekli arkasına baktı. El sallamak istedi. Bunu delikanlı haline yediremiyordu.

       Ama benim gemim şehrin bir kıyısında karaya oturdu. Uzak. Asırlarca uzak bir yerdir orası. Ellerimi ısıtmaya çalışıyorum. Sobam sönmüş. Evlerin bağlantısını sağlayan labirent yollar açılmış. Kar pencerenin seviyesine kadar yağdı bu gece. Yine ay doğdu. Dağlarda kurtlar uludu. Çakallar, onları taklit etti. Uzaktan birkaç tüfenk patladı. Jandarma, eşkıyaya ateş etmiştir. Köylü sürüye saldıran kurtları hedef almıştır. Küçük bir çocuk ağlaması geliyor gecenin içinden. Tepelerde yıldızlar beliriyor. Odam, tezek kokuyor. Küflü peynir kokusu her yerde. Gaz yağı kandilde azalmış. Alev titrek yanıyor. Ellerimi dizlerimin arasında sıkıştırıyorum. Onları, koltuklarımın altında bağlıyorum. Uzak… Gemim bir karada. Ben kazaya uğradım. Bu köy meydanı ve bu köy evi sığındığım yer miydi? Yoksa sürüldüğüm.

       Çam tahtalarının birbirine birleştirilip çivilerle sabitleştirildi bir masa. Camın önünde duruyor. Duvarda, sağda kandil asılı, yanıyor. Işığı yetersiz. Serseri gemiciler beni terk ettiğinde şehrin kopukları Peguod’u işgal etti. Dürbünümü, pusulamı kırdı. Bir haritayı kurtardım sadece. Bir de koynumdan hiç çıkarmadığım seyir defterini. İşte bu, o seyir defteri. Geceye teslim oldum okuyucu, geceye. Karanlık dört yanımda dikilmiş bekliyor. Benim için kandillikte titrek alevlerle bir şeyler yapmak isteyen lamba çalışıyor sadece. Soğuk soğuk terliyorum. Bir öksürük sardı ciğerlerimi. Bazen uzun uzun yakalıyor boğazımdan. Hikmet’in hanımı çiğ süt gönderiyor. Onu sobanın üstünde aliminyum bir tavada ısıtıp içiyorum. Boğazımı yumuşatıp rahatlamak istiyorum. Masada iki gün önce açıp hayır hayır, ne zaman oraya serdiğimi, katlanmaması için kenarlarına kitaplarla ağırlık yaptığımı hatırlamıyorum. Orada öylece duruyor. Kendime yeni bir rota belirlemek için omuzlarımdaki yün kokan battaniyeyi bırakmadan sandalyeme yürüyorum. Bir çizgi çekiyorum ama o gidip dalgaların dövdüğü kayalığı saplanıyor. Başka bir istikâmeti kovalayan diğer yol, yalçın, karlı dağların engeline takılıp vadide kalıyor. Geçitler çok yüksekte. Yol bilmiyorum. Ayaklarımın kara batmaması için heliğim yok. Titrek omuzlarım ve kırılmış kalbim adım atmayı göze alamıyor. Kuzeydeki rotayı takip ettiğimde isyancı iki farklı grubun mermileri arasında kalıp geri dönüyorum. Ve haritanın üzerine elimdeki kalem düşüyor. Kızgınlıkla, sert bir şekilde onu masaya çarpıyorum. Seyir defterim suskunlaşıyor. Haritam keder içinde. Kandilin fitilini yükseltiyorum. Alevler canlanıyor. Odam biraz daha fazla aydınlanıyor. Gidecek bir yerim yok. Dört duvar. Git-gel. Tak tak tak… Gel-git. Ellerimi arkamda birleştiriyorum. Kollarımı göğsümde sarıyorum. Ama geceye, az önce söylediğim gibi geceye ve alınyazısına teslim oldum. Çıkışım yok.

       Rıza, köyün en yiğit adamlarından biri. Oğlunu gönderdi. Kapı yavaşça çalındı. Kahvaltı hazır, babam gönderdi, gel; diyen bir çocuk, kar soğuğundan sesleniyor, yanakları morarmış. Tamam. Sen git. Ben az sonra gelirim.

       Sert bir yataktayım. Geceyle birlikte bütün karanlıkları üzerime çektim. Toprakları da çekmek isterdim. Yorgan. Onun üzerinde hâlâ ıslakmış gibi kokan yün battaniye. En üstte de umut işlemeli, çiçek işlemeli bir kilim var. Bu umudu Can Yücel babanın neye benzettiğini de biliyorum. Bir deniz, açılıp kapanan, sonra kapanıp açılan bir deniz. Her tarafım ağrıyor. Yatağımda oturdum. Kalkmam imkânsız görünüyor. Az önce kapıyı yumuşak bir şekilde tıklatan çocuğa yataktan seslendim. Odam yine çürük peynir kokuyor. (Aslında oda sabaha kadar çürük peynir koktu. Uyuduğum için fark edemedim. Uyandım ve o kokuyu yine almaya başladım. Bu açıklama, bön okuyucuya gelsin.) Dağların ardından başını uzatan güneş küçük pencereden uzanıp duvardaki kandilliğe, yerde düzensiz duran bavula, çivilere asılı gömleğime ve pantolonuma, gocuğuma sürtünüyor. Paslı, çapak bağlamış gözlerimi açıyorum. Soba, gecenin bir yerinde sönmüş. Odam, karlı dağların buz kesmiş mağarası. Uykuda hırıltılarla, horlamalarla nefes alıp vermişimdir. Şimdi bir boğaz ağrısıyla yatağımdan doğruldum. Rıza’nın evine gidip bir un çorbası mı içsem!

       Yayıncı kitaplarımı basmadı. Dergi yöneticisi hikâyelerimi sayfalarına serdi ama onlara okuyucu göz atmadı. Bütün toplantılara koştum. Gemim, o limanda demirlemişti. Hafif dalgalar onun teneke gövdesini dövdü. Şehirde akşam oldu. Bir ezan okundu. Sonra bütün camilerin minareleri ayaklandı. Tüm semtleriyle birlikte ezanlar. Bir Hristiyan şehrinde çanlar çalardı. İstanbul, burası. Ezan ona yakıştı; her zaman yakışıyor. Gözlerim ufuk noktasında. Köyden uzaklaşan yol, karlar içinde uzuyor, uzuyor ve orada kayboluyor. Burası en iyi bildiğim ufuk. Günlerimi onun karşısında geçiriyorum. Rıza aklımda değil. Şehir, uğultular içinde. Denizden diğer gemiler kuzeye ve güneye kayıyor. Bir sahil lokantasında zamanımı uzatıp eritmek, sonra onu yok etmek için bekliyorum. Tayfalarım… O kahpe gemicilerin beni terk etmesinin üzerinden aylar, aylar geçiyor. Bir başımayım, gemim orada duruyor. Benim bildiğim bu. Ama gemim. Ve fakat ölümüm. Tüm inançlarımla birlikte, damarlarımı dolaşan gelecekle ilgili plânlamalarım. Onlar yok şimdi. Kılıklara girdim. Fular taktım bazen, bir top sakalla sokakları adımladım. Kolumda şemsiye, başımda fötr bir şapka. Sosyal medyada bir kurt oldum. Tanımadığım, görmediğim şeyler sürekli beni dürttü. Ben de onları. Uzun uzun sahne konuşmaları yaptım. Kalabalıklara salon nutukları attım. Genç ve kız okuyucular arkama dizilmiş. Kafamı pencereden her uzattığımda bir grup insan yığınının cadde başında, orada durduğunu gördüm. Ama gemim, Peguod, karaya oturdu. Bunu hiç beklemiyordum.

       Bir zılgıt sesiyle toparlandım. Kadınlar ve çocuklar Rıza’nın toprak damında toplanmış uzaklara bakıyor. Pencerenin önüne yaklaştım. Dışarının soğuğuyla küçük odamın havası uyuşmuyor. Buğu tutan camları elimle temizledim. Evet, evin damında zılgıt çekiyorlar. Alkış tutuyorlar. Islık çalıp bağırıyorlar. Bu benim en sosyal halim. Günlerimi böyle geçiriyorum. Kasabadaki daracık penceresinden güneşin güçlükle girip aydınlatmaya çalıştığı odasında üst üste yığdığı kitapları satmak için müşteri bekleyen sahaftan Melville”nin Maby Dick kitabını aldım, karların eriyip yolların açıldığı ve benim de oraya gittiğim bir günde. O gün berberin yüzümü işaret etmesiyle sakallarımın uzadığını hatırladım. Tıraş oldum. Aynada, yenilmiş, çizgilerin altında ezilmiş ve umutsuz yüzüme baktım. Gemim o şehirde limana yanaşmadı, bir karaya oturdu. Gemiciler isyan bayrağı kaldırdı. Hep birlikte beni, yani kaptanlarını terk ettiler. Sadece dümencim yanımda kalmak istedi. Adı, Harun idi. Yiğit elleriyle güneşi tutuyordu. Kulaklarını sahile doğru uzatıp minarelerden yükselen ve uzun uzun okunan sabah ezanını dinliyordu. Ona da ben gitmesi için yol gösterdim. Artık Peguod, dedim. Bu karadan kolay kolay açıklara çıkamaz…

       O gün güneş tereddüt etti. Bulutların arasına girip girip çıktı. Rıza geldi. Kapıya yumruklarıyla sert sert vurdu. Elinde iki tüfenk vardı. Dağa gidelim, tavşan avına çıkalım. Bana arkadaşlık edersin, dedi. Tüfengin birini uzattı. Dikkat et, dolu demeyi de unutmadı. Ben, gemisi uzak sahillerde karaya oturmuş yenik bir kaptanım. O fişeklerin tavşanı bulamayacağını, karavana gideceğini biliyorum.

       Yatağımın kenarına oturdum. Yerköy Burnu’nda sırtımı bir çam ağacına yasladım. Geçen gemilere uzun uzun baktım. Orta ölçekli dalgalar çıkmıştı. Balıkçı kayıkları inip inip kalktı. Kasketli, ihtiyar balıkçılar bana el salladı. Melville”nin bulmacalarla üst üste sıralanmış kelimelerden romanını okudum. Yapacak başka hiçbir şey yoktu bu sürgün dağ köyünde. Sobama odun attım. Sayfalar, sayfalar ilerledim. Çocuk sesleri geldi, dışarılardan. Meleyen koyunlar uzak tepelerden bağırdı. Onların boyunlarına takılan çanların sesleri derelerden yankılandı. Akşam oldu. Sonra sabah oldu. Bin yıl yaşlandım. Evlerin bacasından kopan dumanlar, bütün kokusuyla köyü sardı. Gaz yağım bitti. Karanlıkta oturdum. Sobanın önünden yere düşen ışıkla aydınlandım. Korku ve yenilmiş olmak hissiyatı tüm varlığımı sardı.

       Gemim uzak şehirlerde karaya oturdu.

       Ben kaptan. Yenilmiş ve yalnız…

 

____________

8.10.2023

        

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir