ZEYNEP KAHRAMAN FÜZÜN
Türk Edebiyatında Mevlana Celaleddin Rumi
Türk Edebiyatı ve Türk-İslam Edebiyatı’nın en önemli şahsiyetlerinden biri olan Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri; pek çok edebiyatçıyı etkilemiş, hakkında çok sayıda eser kaleme alınmış, ulusal ve uluslararası sempozyumlara konu olmuştur.
Dünyanın dört bir yanında insanlar Mevlana’nın öğretisinden yararlanmış, ismi yalnız Türkiye’den değil, yurtdışından da duyulmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO), Mevlana'nın doğumunun 800'üncü yılı nedeniyle 2007 yılını ‘Dünya Mevlana Yılı’ ilan etmişti.
Mevlana günümüzde konuşulduğu gibi geçmişte de çok konuşuldu. Edebiyatımıza olan etkisi, katkısı, yeri ve önemi herkesin malumudur. Mevlana’nın Türk Edebiyatındaki yerini daha iyi anlatmak için büyük üstat Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü, onun daha ilk dönemlerdeki etkileri hakkında, “Mevlâna’yı iyice bilmeden Anadolu’daki ilk Türk eserlerini anlamanın mümkün olamayacağı, ilmî bir gerçektir” demiştir.
Edebiyat Tarihi yazarı Agâh Sırrı Levent ise bu konuda şu önemli tespiti yapar: “Mevlana’yı incelemeden Türk tasavvuf edebiyatı anlatılamaz. Kaldı ki, Mevlana’nın -Fars diliyle de olsa- yazdığı Mesnevi’de aşılamağa çalıştığı düşünce ve temsil ettiği ruh öylesine Türk’tür ki, bu esere geniş bir yer ayırmadan Türk kültür hayatı açıklanamaz. Mesnevi, tarih boyunca Türk “irfan”ının başlıca kaynağı olmuş, Türk düşüncesi Mesnevi ile beslenmiş ve genişlemiştir. Tasavvuf “neşve”si içinde yazılmış bütün şiirlerde Mevlana’nın etkisi ve izleri görülür.”
Âşık Paşa, Şeyh Galip, Gülşehri ve daha pek çok şairimiz Mevlana’dan etkilenmiştir. Bu konuda Prof. Dr. Emine Yeniterzi şöyle der: “Mevlâna’nın Mesnevî’si; muhtevası, şöhreti ve tesirleri bakımından Türk edebiyatında çok seçkin bir yere sahiptir. Mevlâna’dan sonra birçok şair özellikle ahlâkî mesnevîlerde Mevlâna’nın eserinden faydalanmışlar, Mesnevî’deki hikâyeleri eserlerinde ele almışlardır.”
Farsça yazdığı meşhur eseri Mesnevi’de Mevlana tasavvufi düşüncelerini hikâye yoluyla aktarmıştır. Mesnevi'ye şerh yazan Abdulbaki Gölpınarlı kitabında; Mevlana'nın “Sanat için sanat” değil; “Halk için sanat” anlayışını benimseyen bir şair olduğunu ifade etmiştir. Özellikle Mesnevi'nin, bahsedildiği şekilde, yazıldığı dönemde halkın anlayamadığı; sadece ilim erbabının anlayabildiği gibi iddiaların birer safsatadan ibaret olduğunu ve bunun Mevlana'yı tanımamak ile Mesnevi'yi okumamaktan kaynaklandığını örnekleriyle ortaya koymuştur.
Mesneviden bir hikâye: “Lokman, işinde becerikli, sadık ve sevilen bir köleydi. Efendisi ona oğullarından daha çok güvenirdi. Çünkü o, görünüşte köleydi ama nefsinin efendisiydi. Efendisi, ondaki bu olgunluğun farkındaydı.
Lokman’ı azat etmek için uygun bir fırsat kolluyordu. Efendinin önüne yemek geldiğinde, Lokman’ı çağırır, önce onun yemesini isterdi. Onun yiyip içtiklerini zevkle yer, yemediklerine elini sürmezdi.
Bir gün, efendiye bir kavun hediye getirdiler. Her zaman olduğu gibi Lokman’ı çağırttı.
Kavundan bir dilim kesip Lokman’a uzattı. Lokman, ikram edilen kavunu iştahla yedi.
Efendi bir dilim daha verdi. Lokman, aynı şekilde onu da yiyip bitirdi. Efendi Lokman’ın kavunu iştahla yediğini görünce, çok sevdiğini düşünerek, bir dilim kalasıya kadar hepsini ikram etti.
Son kalan dilimi ağzına götürüp bir lokma alınca, kavunun tadının zehir gibi olduğunu fark etti. Kavunun acılığından gözünden ateş çıktı, boğazı yandı, dili kabardı. Ağzındaki acılık gittikten sonra, Lokman’a, ”Böyle acı kavunu nasıl iştahla yedin?” diye sordu.
Lokman, ”Efendim! Bugüne kadar sizin birçok güzel ikramınıza nail oldum. Acı olduğunu bilmeyerek verdiğiniz bu ikramı geri çevirmekten utandım. Ayrıca size olan sevgim, kavunun acılığını bana hissettirmedi.” Acılar, sevgiyle tatlılaşır Bakır, yoğrulunca sevgiyle altın olur. Bulanmışlar, sevgiyle durulur. Dertler, sevgiyle devasını bulur. Sevgi, ölüyü diriltir. Şahı ise sana köle yapar.”
Kırk bin beyitten daha fazla olan şiirlerinin tamamını “Divan-ı Kebir” isimli eserinde toplamıştır. Mevlâna’nın şiirinde genel özelliklerin yanı sıra kendine ait özellikler de vardır. Mevlâna’nın şair olmak için şiir yazmadığı, şiirini süslemeye çalışmadığı, vezin ve kafiyeyle yetinmediği araştırmacılarca her zaman söylenmiştir. O; edebî geleneği de pek önemsememiş, kullanılmayan sözcük ve tabirler onun şiirinde yer bulmuştur.
Prof. Dr. İsmail Yakıt; “Mevlâna’nın eserlerinin hemen hemen tamamında ele aldığı aşk, ilahi aşk türündendir. Mevlâna’nın bu konudaki fikirleri ve aşk yorumları, diğer Türk-İslâm filozof ve mutasavvıflarının düşünceleriyle, aynı zamanda Batı düşüncesinin önemli filozoflarının bu konudaki fikirleriyle mukayese yapma imkânı verecek nitelikte bir zenginliğe sahiptir,” demiştir.
Mevlana’yı anlatırken Şems’i anmadan geçemeyiz. Şems ile aralarında olan büyük sevgi karşısında hayran olmamak elde değil. Şems ile tanıştıktan sonra Mevlana sürekli onunla sohbet edip ondan başkasını gözü görmeyince talebeleri çok kıskanır ve dedikoduya başlarlar. Şems incinir ve Konya’dan ayrılıp Şam’a gider.
Mevlana’nın yazdığı mektupla geri dönen Şems aynı sıkıntıların devam etmesi üzerine yine şehri terk eder ve bir daha kendisinden haber alınamaz.
Mevlana uzun süre Şems’i aramıştır. Mevlana Şems'i ararken, Konya'da yalancılığıyla ün salmış bir adam, "Şems'i Bağdat'ta gördüm" der. Bunun üzerine Mevlana adama teşekkür eder ve hırkasını çıkarıp ona hediye eder. Mevlana'nın yanındaki arkadaşı, adamın yalancı olduğunu bildiği halde, neden çıkartıp ona hırkasını verdiğini sorar. Mevlana'nın cevabı ise; "Yalanına hırkamı verdim, doğru söyleseydi canımı verirdim" der.