Alageyiğin Gözleri

YILMAZ EKİNCİ Alageyiğin Gözleri |ÖYKÜ|

YILMAZ EKİNCİ
Alageyiğin Gözleri |ÖYKÜ|
 
Çağlar ötesi bir çağdı.
 
Suların kendiliğinden yeryüzüne fışkırdığı, derelerde balıkların yüzdüğü, gökyüzünde kuşların özgürce uçtuğu, kâinatın sofrasında her şeyin kendiliğinden yetiştiği, ben ve o diye bir kavramın olmadığı zamanlardı.
 
Zamanın saatlere, aylara ve yıllara göre belirlenmediği, yeryüzünün şehir, bölge ve ülke sınırlarıyla  bölünmediği, canlı/cansız varlıkların aynı ekosistem içinde birlikte yaşadığı, hayvanat hapishanelerinin henüz kurulmadığı, gümrük  kapılarının icat edilmediği, bireysel ve milli çıkarların kutsanmadığı, varlık aleminde canlılar arasında renk, dil, din ve cinsiyet ayrımının olmadığı,  beşeri ilişkilerde hesap, kitap ve defter bilançolarının henüz tutulmadığı ve bunları konuşmaktan insanların utandığı çağlar ötesi bir çağdı.
 
İşte bu çağlara ait bir aşktı.
 
O beyaz kayalıklarda oturuyordu. Ben ise çınarların boy verdiği bir dağın yamacında yaşıyordum. O çeşitli ağaçlardan, bitkilerden yemişler topluyordu, ben ise hayatta kalabilmek için ava çıkıyordum.  Henüz istiflemenin ve israfın keşfedilmediği bir çağdı.
 
Bir gün ırmağın kıyısında yolumuz kesişti. Yalnızdı. Ama güçlüydü. Ailesi ve bütün yakınlarını Kılpil'in lavlarında kaybetmişti. Bana yakın bir mağaraya sığınmıştı. O bana envai bitkilerden ürünler gönderiyor, bende ona avladığım yaban hayvanlarının etlerini veriyordum.
 
Bir akşam, hiç beklemedim bir vakitte, kapıda silueti belirdi. Eliyle onu takip etmemi işaret etti. Klübenin yakınına vardığımızda benim ona götürdüğüm etlerden bir yemek yapmıştı. Yemeğin kokusu etrafı sarmıştı. Ocağın yanında topraktan yapılmış bir sedir vardı. Ocakta yanan ateşe yakın postta oturmamı işaret etti. İlk defa bu kadar yalnız ve yakındık. Ne o konuşuyordu ne de ben.  Zaman durmuştu. Gece ışık hızında akıyordu. Dışarıda yağmur sesleri ve uzaklarda yabani hayvan ulumaları geliyordu.
 
Bir ara ocaktan tutuşan alevlerden gözlerini gördüm. Gözleri bir alageyiğin güzelliğinde parlıyordu.
 
Gece ve gündüzün eşit aktığı bir zamandı.
 
Hava temizdi, su berraktı ve toprak bereket fışkırıyordu
 
Zaman bir şelale sesinde akıyordu.
 
Bazen birbirimizin kapılarına taş atarak, bazen seslenerek ve bazen de dumanlar çıkararak haberleştik. Henüz okul, kışla, postane yoktu.
 
Zaman cıvıldaşan kuşlar sesinde geçiyordu.
 
Bir gün Kılpil’de bir duman yükseldi. Dumanın tüttüğü yere gittim. Uçurumun kenarında bir suyun sessizliğinde oturuyordu. Sırtını bir ağaca yaslamıştı. Kulakları yoktu, gözleri vardı; benimse gözlerim yoktu, kulaklarım vardı.
 
Ben ona anlamlar dünyasında seslendim; o bana renklerin dünyasından bahsetti.
 
Allah’ın arzında hısım olduk.
 
Zaman geçti.
 
Özel mülkiyet krizi peyda oldu. Kabil, Habil’i öldürdü. İnsanlar yeryüzüne sınır çizdiler. Zamanı böldüler. Yeryüzü değişmeye başladı. Köyler kasabaya, kasabalar şehirlere dönüştü. İnsanlar aynı şeyi düşünsünler diye okullar, birbirleriyle savaşsınlar diye askeri kışlalar ve hakikatten uzak kalsınlar diye ideolojiler, dinler, mezhepler, partiler ve medya sihirbazlıklarını icat ettiler. Göğü delen cihazlar, suları yaran araçlar yaptılar. Uzaklar yakın oldu, yakınlar uzak oldu. İnsanlar birbirlerine yabancılaştılar.
 
Zaman bir siren sesinde geçiyordu.
 
Bir gün göğü delen Gökteşehir’in 101. katında bilgisayarın başında iken cep telefonuma bir mesaj düştü. Herkesin köşesine çekildiği, karanlığın bastırdığı, gece ve gündüzün artık eşit akmadığı ve seslerin ve görüntülerin aynı anda görüldüğü bir zamandı. Hava bozuktu, sular içilmiyordu ve toprak kirlenmişti.
 
Konum attığı adrese gittim. Şehrin en uzak bir köşesinde bir parkta oturuyordu. Hava soğuktu ve ben üşüyordum. Kadının ise elleri yoktu…
 
O bana fiziksel dünyadan bahsetti, ben ona metafiziğin yasalarında konuştum. Yeryüzünde iki yabancı gibiydik.
 
Zaman hızla akıyordu.
 
……..Geçmişimi sanki hayal meyal bir yerlerde hatırlıyor gibiydim. Yaşadığım şeyler ve olmak istediğim birçok şeyi yaşamış ve geçmişe bırakmıştım. Sadece zamanın içinde akıyordum. Sanki hayatın tümünü yaşamış ve unutmuş gibiydim. 
 
Kendimi yitirmiş bir haldeydim, fakat bilincim yerindeydi. Kıyılarıma hangi rüzgârın vuracağı değil, hangi rüzgârın vurmaması gerektiğini artık biliyordum. Hayatın akıntılarında korkmuyordum ne geçmişin tortularında ve ne de geleceğin belirsizliğinden… Hiçbir faktörün beni rehin almasını istemiyordum. Başkalarının gözünde var olamayacağımı iyi biliyordum. Onlar gibi davrandığım taktirde daha mutlu olamayacağım kesindi. Bunu deneyimleyerek yaşamıştım. Korkularımın temelinde onların istediği ve benim ise olmak istemediklerimin arasında uçurumlar vardı.
 
Ömrüm, zamanda eksilince bana dayatılan birçok şeyi geride bıraktım ve unutmaya terk ettim. Unutmanın iyi bir şey olduğunu ve Tanrı’nın insana bahşettiği güzel bir yeti olduğuna inandım. Tekrar ana rahmine yolculuk yaptım.
 
Eğer unutmak diye bir yeti olmasaydı insan geçmişin tortusunda debelenip dururdu. Kendisini üretemezdi. Otorite sahipleri bunu iyi bildikleri için bize hep geçmişin menkıbelerini, tarihi vakalarını anlatır dururlar. Çünkü ancak geçmişi üreterek var olur. Ben ise hep unutmak istiyordum.  Bir ibretlik tortusu olan geçmişin bana hükmetmemesi gerektiği bilincine erken yaşlardan varmıştım ve buna şükrediyordum. Hafızam beni yanıltmamıştı. İnsan geçmiş ile gelecek arasında en çok bugüne aittir; dün ölüdür, yarın ise belirsizliklerle doludur ve ne varsa bugün ile birlikte akmaktadır.
 
Mevsimler değişiyordu.
 
İnsanlar kendisine ait değildi ve çağın içinde hüsran bir halde yaşıyorlardı. Tanrı, o “kendini yaşasın” diye göndermişti, fakat o başkalarına kul ve köle olmak için her şeye boyun eğiyordu.
 
Anlayamadığım bir şeyler vardı yaşadığım çağda; insanlar robotlaşıyordu, robotlar ise insanlaşmaya çalışıyordu!
 
Oysa insan tarihin öznesiydi ve biricikti!
 
Ben ne geçmişin tortuları içinde ve ne de geleceğin belirsizliğinde yaşamak istemiyordum.
 
Benim bulundum zaman aralığı ile onun içinde yaşadığı zaman aralığı aynı olmasına rağmen ikimiz de birbirimizde çok farklıydık.
 
Ben kördüm, o sağırdı.
 
Ben renklerin akıcı güzelliğinde mahrumdum, o seslerin büyüleyici ritminde yoksundu.
 
Ben şairdim, o ressamdı.
 
Çağ ise ikimizden de mahrumdu.
 
Ve zaman akrep sessizliğinde akıyordu.
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir