Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir

DİLEK GÜNEŞ Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir |ÖYKÜ|

DİLEK GÜNEŞ 
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir |ÖYKÜ| 
 
“Sıradan sandığımız insanların hayatlarına yakından baktığımızda, hiç de öyle olmadıklarını görürüz. Hangisine bakarsanız bakın göreceğimiz ya bir dram ya da bir dibe vuruşun hikâyesidir.
Nereden mi biliyorum?
Kendimden.
 
Şimdi en çok sevgilerime acıyorum.
Dağıtıp toplayamadığım sevgilerime…
 
Yine de hayat güzel
Bu işler hep böyledir.”
 
Saatlerdir yürüyor. Gecenin yarısı olmuş. Evdekiler çoktan uyumuştur diye geçirdi içinden. 
 
“Bir bilet parası bile olmaz mı insanın cebinde? Bugün de tabana kuvvet yürüyoruz bakalım. Sabah haberlerinde hava açık demişlerdi. Güvenilir mi meteorolojiye? Aha gördün işte havanın açığını! Mesai bitmeden başladı yağmur. Sıçan gibi ıslandın! Bitmez benim çilem, bitmez,” diye kendi kendine söylendi.
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
“Oğlanı da göremeyeceğim bugün, kaçıncı rüyadadır Allah bilir şimdi.” 
Ayağına takılan taşa bir tekme savurdu; 
“Bak oğlum böyle olacaksın işte, ayağına takılana bir tekme de sen vuracaksın! Sen mi kurtaracaksın herkesi? Sanki kendini kurtardın da başkası kusur kaldı…” 
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Kendi kendine söylendikçe öfkesi daha da artıyor. Adımlarını sıklaştırdı. Soluk sokak lambaları koyu karanlık gecede kifayetsiz, etrafı aydınlatmaya çabalıyor. Başını kaldırıp baktı; 
“Benim gibi bunlar da…”
 
Sonunda geldi binanın önüne. Apartmanın ikinci katındaki pencerelere göz gezdirdi, ışık yok.
“Selma da yatmış” diye düşündü.
Onca yolu yürümekten daha da zor eve girmek. Usulca anahtarı çevirdi, ses olmasın, kimse uyanmasın diye. Şimdi bir de dırdıra katlanamaz. 
Yatak odasının kapısından baktı, Selma uyuyor. Belki de numara yapıyordur; onun işine akıl ermez, bir planı hep vardır.
Sessizce pufun üstünden eşofmanı ile battaniyesini aldı, yan odaya geçti. Emre derin uykuda. Yine açmış üstünü. 
“Eşek sıpası üstünde yorgan durmaz” diye söylendi fısıltıyla. 
Söylendi; ama şefkatle örttü üzerini, saçlarını okşadı. Sefil hayatının tek değerli varlığı. Her şeye katlanması onun için değil miydi zaten? Oğlu onun gibi babasız büyümemeliydi. Ne geldiyse başına hep babasızlıktandı.  
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Babası hayatta olsaydı, bugün o da kim bilir nerelerde olurdu.
Komşu Hanife teyze babasının öldüğünü söylediğinde henüz 6 yaşındaydı, yani Emre’nin yaşında. Elbette yüzüne karşı baban öldü demedi, ama Ayten ablayla konuşmasından çıkarmıştı; 
“Duydun mu kız, Ahmet Bey dün gece vefat etmiş. Şimdi ne olacak bu çocuğun hali? Yazık bu sabiye, zaten anasının aklı bir karış havada, töbe töbe” 
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Vefat etmek ne demekti? Bilmiyordu. Annesiyle yalnız kaldıklarında anlamıştı; artık babası yoktu, gelmeyecekti.
 
Anılar bir darbe daha indirdi yüreğine, o günü tekrar yaşıyor gibi içi yanıyor yine… 
 
Sessizce mutfağa gitti. Bir bardak su içti. Midesinin gurultusunu duyunca anca hatırladı aç olduğunu. Şimdi bu saatte ne yiyecekti? Ocağın üstündeki tencereye baktı; makarna kırıntıları kalmış. Selma hiçbir zaman doğru dürüst yemek yapmamıştı ki. Yine çocuğa makarna yedirmiş. Yok, yok böyle olmayacak. Bu ay maaşı alınca alışveriş parasını ona vermem, kendim alırım ihtiyaçları. Ne eve ne de çocuğa bir şey aldığı yok. Nerelere harcıyor paraları bilmiyorum.
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Emre’nin odasına döndü. Üzerini değiştirip kanepeye uzandı. Bu battaniyenin boyu da kısa geliyor. Kırk kere söylemişti Selma’ya diğer battaniyeyi yüklükten çıkar diye. Ama kime ne söylüyorsun ki? Umurunda mı onun? Neyse, boş ver diye kendini teskin etti. Gecenin bu saatinde Selma’ya sinirlenmenin bir faydası yoktu.
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Sonra taksi konusu takıldı aklına; Allah’tan yarın cumartesi. Sabah erkenden Bilâl abinin yanına giderim. Beş gün izin aldım nasıl olsa, hafta sonlarını da eklersem 8-9 gün onun takside çalışırım. Hiç olmazsa birkaç kuruş girer cebime. Dün telefonda; 
“Cumartesi gel, bakarız” demişti.
İnşallah başkasına söz vermemiştir. Yok canım Bilâl abi yapmaz öyle şey. Ta yetimhane günlerinden beri tanırım onu. Bakarız dedi mi mutlaka halleder. Ya bu Ömer konusu ne olacak? Başına dert aldı Ömer’i. Anladık darda, eski arkadaşız ama bu kadar da olmaz. Neredeyse nüfusumuza alacağız adamı. Hiç sorumluluk duygusu yok. Çocukken de böyleydi, aynı ağustosböceği gibi. Olmaz arkadaş, artık dur demeli buna. Cebimizde zaten para yok, olanı da buna veriyoruz. 
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Ayaklarının ağrısı bir yandan, aklındakiler diğer yandan uykusu iyice kaçtı. Ne demişler? Akılsız başın ceremesini ayaklar çeker. Sana bunlar müstahak Murat Efendi. 
 
Zoraki de olsa uyudu, tabii buna uyumak denilirse. Her zaman olduğu gibi kâbus dolu bir gece…
 
“Baba, baba hadi uyan”  
Emre’nin sesiyle uyandı. Koynuna girmiş, her yeri buz gibi. 
“Uyandım oğlum, tamam” “Sen ne zaman kalktın?” 
“Ooo çok oldu.” 
Kim bilir ne zaman uyandı çocuk. Anası öğleden önce kalkmaz ki; çocuk sırtına bir şey giydi mi, karnı aç mı tasalanmaz bile. Umurunda mı? 
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
“Baba acıktım” 
“Tamam oğlum, bir şeyler hazırlarım şimdi” 
Saat neredeyse dokuza geliyor. Acele etmeliyim. Bilâl abiyi yakalamam lazım. 
Emre’nin karnını doyurdu. Bir kot giyip çıktı. Kafası karma karışık. Hâlâ Selma’ya öfkeli;
“Hanımefendiyi zoraki uyandırdık. Suratı beş karış, ama çenesi çalışıyor; bugün cumartesi beni neden uyandırdın, nereye gidiyorsun, dün akşam neredeydin? Allah Allah… Soru üstüne soru. Sanki hafta boyu işte çalışıyor, biz de bugün tatilinin içine ettik! Her gün evdesin, öğleye kadar yatıyorsun. Canıma tak dedi artık!” diye söylendi.
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Oysa ne hayaller kurmuştu, tabii o zaman birbirlerine deli gibi âşıktılar ya da o öyle sanıyordu. Bütün evliliklerden daha mutlu bir evliliği olacaktı, ama evlenince her şey değişti. En çok da Selma değişti. O sevimli, anlayışlı, âşık kız bir çırpıda yok oldu. Sahi ne olmuştu o kıza? Onu ilk cezbeden, Selma’nın masumiyeti idi. Yoksa öyle ahım şahım bir güzelliği yoktu. Ne olmuştu masumiyetine?
“Kardeşim hiç kimse gerçek yüzünü göstermiyor ki. Ben salağım, salak. Herkesi kendim gibi içi dışı bir sanıyorum. Kafamda insanları bir şekle sokup öyleler diye düşünüyorum. Peki sonra? Sonrası hüsran…” diye kendine öfkelendi.
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Taksi durağına yaklaştı, on kadar araba var sırada.
Anlaşılan işler kesat diye geçirdi içinden. Bilâl’in arkası dönüktü. Elinde çay bardağı, genç biriyle ayak üstü sohbet ediyordu. Acaba arabayı başkasına mı veriyordu?
Merak içinde hızlandı, nefes nefese yanlarına geldi.
“Günaydın abi, hayırlı işler”
Bilâl, Murat’ın sesini duyunca hemen döndü;
“Ooo günaydın evlât, sağ ol. Çay içer misin?”
“İçerim abi”
Bilâl abi sıcak karşıladı, demek ki boş yere kuruntu etmişim, diye düşündü. Biraz olsun içi rahatladı.
Bu arada genç adam müsaade isteyip gitti. Bilâl çaycıya işaret etti, bir çırpıda geldi çaylar.
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Ağır adamdır Bilâl. Esmer, güçlü kuvvetli, yapılı bir adamdır. Otoriterdir, çevresinde sözü geçer, gözünü budaktan sakınmaz. Durakta çalışan beş tane arabası var. Öyle diğerleri gibi vicdansız da değildir, hiçbir şoförün hakkına girmez. Altmışa yakın yaşı. 80 İhtilâlinde cezaevine girmiş. Kendi bahsetmez ama bilenler anlatırlar, haksızlığa boyun eğmediğinden çok işkence görmüş.
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Murat, Bilâl ile daha yetimhanedeyken tanıştı. O zamanlar Murat 11-12 yaşlarında. Bir gün arkadaşlarına uyup yetimhaneden kaçtı. Önce birlikte parka gittiler, sonra da şehir merkezine. Hayatında ilk defa görüyor çarşıyı, tabii şaşkın şaşkın dolaşıyor. Bu arada arkadaşları, onu orada bırakıp kaçtılar. Nereye gideceğini bilemez halde kaldı ortada. Yetimhanenin yolunu bulması mümkün değil. Zaten korkudan dönemez oraya. Akşama kadar aç susuz dolaştı. Hava kararınca iyiden iyiye korku çöktü yüreğine. Mağazalar da kapandı. Gündüz cıvıl cıvıl olan çarşı ıssızlığa büründü. Tedirgin halde sığındı bir bankanın girişine. Bilâl de bankadan para çekecek, geldi ATM’ye. O zamanlar kırklı yaşlarında. Murat’ı gördü, korku içinde köşeye sinmiş bir çocuk. Bir iki lafladı, halini öğrendi.
“Yurda götüreyim seni” dedi, ama Murat istemedi.
Neden sonra, müdür azarlayıp ceza verir korkusuyla gitmediğini anladı Bilâl.
“Ben müdürle konuşur, hallederim.” diye ikna etti.
Önce Murat’a yemek ısmarlayıp karnını doyurdu, bir taraftan da nasihat etti;
“Bundan böyle bir sıkıntın oldu mu beni arayacaksın Murat. Telefon numaramı da verdim sana. Öyle yurttan kaçmak göçmek yok! Artık arkanda bir abin var. Anladın mı?”
Sonra da götürüp yetimhane müdürüne teslim etti. Tabii çocuğu azarlamasın, ceza vermesin diye rica ederek.
 
O gündür, bu gündür hiç kesilmedi irtibatları. Murat’ın yetimhaneden çıkma yaşı gelince, Bilâl kiralık bir ev buldu mahallesinden. Onun desteği ile Murat evi tuttu. Bilâl; biraz kendi evinden, biraz da eş dosttan birkaç parça eşya ayarladı. Sonra onu mahalledeki hırdavatçının yanında işe koydu. Murat orada bir seneden fazla çalıştı. Tabii boş durmadı şoför ehliyetini de aldı. O ara bir devlet kurumuna memur olarak atandı, peşinden de askere gidip geldi.
 
Başı sıkışınca yalnız Bilâl’den yardım ister, ama asla bir iki defadan fazla olmamıştır bu. Murat çekinir, kolay kolay bir şey talep etmez kimseden.
“Eee anlat bakalım ne var ne yok Murat?”
“İyilik abi, ne olsun. Her şey bildiğin gibi.” diyebildi utana sıkıla.
Dertlerinin hangi birini anlatsın? Geçim sıkıntısını mı, Ömer’i mi yoksa Selma’yı mı?
“Anlaşıldı” dedi Bilâl.
“Al bakalım, arabanın anahtarını. Çayını bitirince, Bismillah deyip geç direksiyonun başına”
“Sağ ol abi, Allah razı olsun”
Yine de Hayat Güzel Bu İşler Hep Böyledir
Kaç gündür vesvese yaptığı taksi konusunu çok şükür halletmişti. Aceleyle çayını yudumlayıp, çıktı.
Arabaya binip besmeleyle kontağı çevirdi. Yağmur çiseliyor, silecekleri çalıştırdı. Arabayı yavaş yavaş yokuş aşağı hareket ettirdi, evinin olduğu sokağa döndü. Pencerelere baktı, kalın perdeler hâlâ yarı kapalı.
Ben çıkınca Selma geri yatmış olmalı. Boş yere ümitleniyorum, bundan bir halt olmaz” diye kendi kendine söylendi.
 
Cep telefonunun sesiyle birden irkildi. Arka cebinden güçlükle çıkardı, ekranda Ömer yazıyor. Kim bilir yine ne isteyecek? Telefonu açtı;
“Efendim”
“Ne haber Murat? Ne yapıyorsun?”
“Bilâl abiden arabayı aldım, işe çıkıyorum”
“Ha öyle mi, ben de kahveye biraz takılalım diyecektim”
“Gelemem. Çalışmam lâzım. Cebimde kuruş yok”
Ömer mahcup olup bir sessizlik olacak diye bekliyor. Ama boşuna… Ömer pişkin pişkin devam ediyor;
“Çarşıya mı gidiyorsun?”
“Evet”
“Ya kardeş beni de al, çarşıda inerim”
Tövbe tövbe, adam yüzsüz oldu eni konu…
“Tamam kardeş yakınım sana, hemen caddeye çık”
Biraz yavaşlattı arabayı, durup beklemek istemiyor. Uzaktan Ömer’i gördü, inmiş bile.
“Günaydın kardeş, hayırlı işler” diyerek bindi.
“Günaydın, eyvallah. Hayırdır ne yapacaksın çarşıda?”
“Geçenlerde bizim yetimhaneden İbrahim’le karşılaştım. Çarşıda bir kafe işletiyormuş. Onun yanına bir uğrayayım dedim”
 
Hemen hatırladı İbrahim’i. Yetimhaneden kaçalım diye aklını çelip, sonra orta yerde yapayalnız bırakıp kaçan arkadaşı. O günden beri haz etmedi İbrahim’den. Yıllarca uzak durdu ondan ve onun tayfasından. Durmakla da iyi yaptı. İbrahim defalarca cezaevine girip çıktı. Görüşmeseler de haberleri kulağına gelmişti. Canı sıkıldı;
“Yaramaz adamın teki o, ne diye bulaşırsın böyle adamlara bilmem” dedi.
Ömer ilk defa biraz rahatsız olmuştu;
“Bulaştığım yok abi, bir iş ayarlayabilirim demişti. Konuşayım, belki bir faydası olur”
İbrahim’in insana ne faydası olur ki? Zarardan başka bir şey vermez. Yine de fazla üstelemedi. Hem belki bakarsın gerçekten bir işe koyar Ömer’i, o da borcunu öder.
 
Ömer kafenin yerini tarif etti. Çarşının arka sokaklarından birindeymiş. Vardıklarında, İbrahim kafenin önünde telefonla konuşuyordu. Arabayı yanaştırdı. Onları görünce hemen telefonu kapatıp yanlarına geldi. Ayaküstü selâmlaştılar. Ömer arabadan inerken, İbrahim;
“Murat böyle kapıda görüşüp bırakmam seni, hiç olmazsa gel bir çayımı iç” diye ısrar edince, mecbur o da indi.
 
Kafe güzel döşenmiş, ancak çok loş hatta karanlık bir yer. Havasında; hissedilen lâkin adı konulamayan, rahatsız edici bir şeyler var. Aynı İbrahim gibi. Her ne kadar hoşlanmasa da bir çay içimi oturup, sonra işi bahane eder kaçarım diye düşündü.
 
Kafenin dip tarafında bir masaya oturdular. Çaylar geldi. Biraz sohbetten sonra Ömer;
“İbrahim, geçen konuştuğumuzda sana iş bakarım demiştin. Var mı bir gelişme?”
“Ya oğlum ne iş bakması, gel işte burada çalış. Zaten adama ihtiyacım var. Senden iyisini mi bulacağım?”
Murat teklifi kabul etmesin diye Ömer’e baktı, ama o Murat’tan gözlerini kaçırarak;
“Burada ne iş yapacağım ki?” diye sordu.
İbrahim sahte bir edayla;
“Benim için önemli iki şey var burada; müşteri memnuniyeti ve kasa. Senden başka kime emanet edebilirim?”
 
Murat bu konuşmadan iyice rahatsız oldu. Fakat sesini çıkaramıyor. İbrahim’in ağzı iyi laf yapar, iki dakikada paketler adamı. Birkaç dakika içinde Ömer’i de ikna etti zaten;
“Ne zaman başlayayım?” diye soruyor.
“Hemen bugün başla” dedi İbrahim.
Daha şartları bile doğru düzgün konuşmadan Ömer işi kabul edip başladı. Murat ortama daha fazla tahammül edemedi, planladığı gibi işini bahane ederek kafeden çıktı.
Arabaya binerken “Oh be dünya varmış” diye geçirdi içinden.
 
“Bu Ömer de adam olmaz. Söylüyoruz İbrahim’le görüşme, bulaşma diye; adam tutup onun yanında işe başlıyor. Bugüne kadar kırk tane iş değiştirdi, sebat etmiyor ki. Her girdiği işyerinde sorun var, bir kendinde yok. Son ayrıldığı işi ne kadar rahattı, maaşı da iyiydi. Ama yok, adama battı orası. Zaten aldığı parayı da kumara yatırıyor. Sonra bin Murat’ın sırtına. Borcunu kapatmak için Selma’dan gizli kredi bile çektim; onca yaptığıma karşılık bir sözümü dinliyor mu? Hayır. Şimdi de ne bok olduğunu bile bile o piçin yanına girdi” diye söylendi.
 
Kafasında bin bir düşünce arabayı çalıştırıp, gaza yüklendi. O sinirle hızla indi caddeye. Kenarda el kaldıran adam “Taksi!” diye seslenmese görmeyecekti bile. Nihayet ilk müşterisini aldı.
 
O gün öğleden sonra Selma alelacele evi toparladı, üzerini değiştirdi. Can arkadaşı Aynur gelecek. Önce çayı demledi, o gelene kadar demini ancak alırdı. Salona geçerken Emre’ye baktı; odasında oyuncakları ile oynuyor, hiç sesini çıkarmadan geçti. Koltukların örtülerini tekrar düzeltip, mutfağa döndü. Çayın yanında ikram etmek için aldığı kurabiyeleri çıkardı. Acıkmıştı. Sonra aklına geldi;
“Oğlan da acıkmıştır. Off… Bıktım usandım artık, bu ev hanımı, çocuk bakıcısı rollerinden. Oysa Aynur öyle mi? Evlenmedi. Bekârlık sultanlık, gününü gün ediyor. İşe de girdi, parasını da kazanıyor. Kimseye eyvallahı yok. Hatta bu aralar bir de güzelleşti. Güzelleşir tabii, kuaför salonlarından çıkmıyor. Ben ise ayda bir ancak gidebiliyorum, o da saç boyatmaya. Ah akılsız kafam ah… Şimdi ne yedirecekti oğlana? Neyse ona da çayla kurabiye veririm” diye geçirdi içinden.
 
Çok geçmeden Aynur geldi. Bir haftadır nasıl da özlemişlerdi birbirlerini. Oysa hemen hemen her gün telefonlaşıyorlardı, ama yüz yüze gibi tadı olmuyordu sohbetin.
Aynur;
“Acele birer sigara içelim, kaç saattir içemedim inan öldüm” dedi.
Selma hemen kahveleri yetiştirdi sigaralarının yanına. Bir yandan da Emre’yi takip ediyor, elinde sigarayla yakalamasın diye.
“Kızım senin bu korkaklığından bıktım. Ne var yani, niye gizliyorsun sigara içtiğini? Sanki Murat seni kesecek!”
“Yok canım, ne korkması. Sadece oğlan bilmesin diye”
Aynur’un sözlerine içerledi, ama haklıydı. Niçin çekiniyordu? O kadarcık da mı özgür değildi?
Epey sohbet ettiler, çaylarını içtiler. Ne güzel bir hayatı vardı Aynur’un. Cumartesi geceleri barlara bile gidiyor, gönlünce eğleniyordu. Oysa kendisi ne haldeydi… Neden sonra Aynur müsaade istedi;
“Arkadaşlarla program yaptık, eğlenmeye gideceğiz bu akşam. Daha saçımı başımı halledeceğim, ancak yetişirim. Sen de gel diyeceğim, ama sana Murat izin vermez” diyerek sahte bir kahkaha attı.
 
Yarı şaka yarı ciddi yine lafı sokmuştu. Selma alınmadı, ama bazen Aynur’un bu takılmalarını kaldıramıyordu. Aynur çocukluk arkadaşıydı, hatta Murat’la da o tanıştırmıştı. Niçin hep Murat üzerinden onu ezmeye çalışıyordu ki?
Hâlbuki bilseydi; ilk Aynur’un Murat’a yanaştığını, ama yüz bulamadığını, tüm sorularına cevap almış olacaktı.
 
Aynur kapıdan çıkarken Selma’nın telefonu çaldı. Onu acele uğurlayıp, telefona yetişmek için salona koştu. Bilâl arıyor, açtı telefonu;
“Efendim abi”
“Nasılsın Aynur, iyi misin? Emre’yle seni merak ettim, bir arayayım dedim”
“İyiyiz abi, sağ ol. Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim kızım, sen de sağ ol. Bizim oğlanı bu aralar iyi görmüyorum bir sıkıntınız mı var?”
“Sıkıntımız yok abi, bildiğin şeyler” dedi önce, ama biraz üsteleyince kendini aklayarak anlattı evdeki huzursuzluklarını. Bütün her şey Murat’ın yüzündendi. Sözleri bitinceye kadar dinledi Bilâl. Sonra;
“Bak kızım, ikinizi de severim bilirsin. Ama kusura bakma Murat’ın yeri benim için ayrı. Elimde büyüdü sayılır. Hayatta çok ezildi. Şimdi bile iki işe birden yetişmeye çalışıyor. Ne için? Tabii ki sizin için. Gençsin; gezmek tozmak, eğlenmek istiyorsun. Seni anlıyorum. Ama o da genç değil mi? Bunları o da istemez mi? Yazık değil mi ona? Üstü başı perişan dolaşıyor çocuk. Bekârken bile daha düzgündü. Hepsinden öte daha mutluydu. Beni bir abi gibi gördüğünü biliyorum, dediklerimi dikkate al. Sonra külâhları değiştirmeyelim! Öyle ana-babana, abilerine güvenip; Murat’ın arkası yok sanma! Bu konuşmamızdan da haberi olmasın”
 
Selma, Bilâl’in sözlerinin karşısında utançtan yerin dibine girdi. Cevap bile veremedi. Sadece;
“Tamam abi, anladım” diyebildi.
 
Murat, akşam geç saate kadar çalıştı. Sonra arabayı durağa götürüp, gececi şoföre teslim etti. Bilâl ile haftalık diye konuşmuşlardı, hesabı hafta sonu göreceklerdi. Oyalanmadan evin yolunu tuttu. Sokağın başındaki büyük marketi açık görünce girdi, eve alışveriş yaptı. Emre’ye de kırmızı, küçük bir oyuncak araba aldı. Bir an için, Emre’nin ne çok sevineceği gözünün önüne geldi. Tebessüm etti.
 
Sonra yine babası aklına takıldı. Aynı arabadan babası da ona almıştı. Sanki birkaç asır geçmiş gibiydi o günden bu yana. Zaten babası öldükten sonra kendine ait oyuncağı hiç olmadı. Babasının cenazesinin üstünden daha altı ay bile geçmeden, annesi Şefik denilen o şerefsizle evlenmişti. Sonraki beş yıl Şefik’in dayakları, küfürleri ile geçti. Hem annesi hem kendi zulüm altındaydılar. Rakı şişesinin başından kalkmazdı Şefik. Annesiyle resmi nikâh bile kıymamışlardı, ölen babasının maaşını alabilmek için. Sonunda on bir yaşında iken annesi onu yetimhaneye bıraktı.
 
“Hiç olmazsa bu zulümden sen kurtul” demişti, gözlerinde yaşlarla…
“Kansız, sonunda geçen yıl gördü gününü. Alkol komasında geberdi” diye düşündü.
Dalıp gitmişti eski anılara, eve nasıl geldiğini anlamadı bile. Kapıyı Selma açtı. Suratı hâlâ biraz bozuk. Emre koşarak geldi, boynuna atladı. Market poşetlerini görünce daha da sevindi, babasını bıraktı merakla onları karıştırmaya başladı…
En güzeli de arabayı gördüğü an! Hemen arabayı alıp, babasının boynuna sevinçle tekrar atıldı. Arka arkaya öpüyor;
“Baba sana öpücük yağmuru yapıyorum”
Selma ise yarı isteksiz;
“Aldıklarınla bir şeyler hazırlayayım da yiyelim. Akşamüstü atıştırmıştık, daha akşam yemeği yemedik” dedi.
 
Murat da yardım etti, hazırladılar sofrayı. Emre’nin kahkahaları arasında yemeklerini yediler. Nadiren yaşadıkları mutlu bir akşamdı…
 
Sabah telefonun alarmı ile uyandı. Baktı yanı boş, Selma yatakta yok. O böyle erken kalkmaz, Emre’nin yanındadır diye düşündü. Banyoya giderken mutfaktan tıkırtıları duydu. Baktı, Selma kahvaltı hazırlıyor. Çayı bile demlemiş. Hayret!
“Günaydın. Hayırdır niye erken kalktın?”
“Günaydın. Kâbus gördüm, uyku tutmadı. Kalkıp kahvaltıyı hazırlayayım dedim. Zaten sen de işe çıkacaksın, kahvaltını yapıp çık bari” dedi.
Kekeleyerek;
“Sağ ol, zahmet etmişsin” diyebildi.
 
Hangi dağda kurt ölmüştü acaba? Söz konusu Selma olduğunda, bu büyük bir değişimdi. Neredeyse gördüğü kâbusa şükredeceğim diye düşündü. Banyoya geçerken kendi düşüncesine gayriihtiyari güldü.
 
Kahvaltıdan sonra gecikmeden işe çıktı. Tüm gün aralıksız çalıştı. Taksiyle şehrin içinde oradan oraya yolcu taşıdı. Akşam arabayı teslim etti. Eve dönerken Emre’nin istediği çizgi film cd sini aldı. Yemekten sonra hep birlikte izlediler.
 
Selma’ya bir şeyler olmuştu, ama ne olmuştu? Uzun zamandır olmadığı kadar sıcak davranıyordu. Akşam için yemek bile yapmıştı. Hatta filmi izlerlerken onlara mısır patlattı. Bir türlü çözemiyordu; düzelmiş miydi yoksa bir planı mı vardı? Belki artık o da mutlu bir yuvası olsun istiyordu. Kör değildi ya, onları rahat ettirmek için ne kadar çok çalışıp çabaladığını görüyordu. İnşallah öyledir diye geçti aklından.
 
Aylardır ilk defa huzurlu bir gece geçirdi. Sabah alarm çalmadan uyandı. Yataktan kalkarken baktı, Selma’da uyanmış.
“Çocuğu uyandırıp hazırlayayım” diyerek Emre’nin odasına geçti.
 
Emre bu yıl anasınıfına gidiyor. O çocuğu giydirirken Selma’da kahvaltıyı hazırlamış. İki gündür şok üstüne şok. Ne oldu bu Selma’ya?
 
Aceleyle kahvaltılarını yapıp, evden çıktılar. Emre elini sımsıkı tutmuş, büyük bir gayretle de adımlarını onun adımlarına yetiştirmeye çabalıyor. Onun bu hâlini görünce biraz yavaşladı. Sohbet ederek yürüyorlar. İkisi de neşe içinde, sanki iki çocuk gibi mutlular. Konuşa konuşa okula vardılar. Emre’yi öğretmenine teslim ettikten sonra durağa gidip taksiyi aldı.
 
Sonraki üç gün sükûnet içinde geçti. Selma eskisinden daha ılımlı davranıyor, her sabah kalkıp kahvaltı hazırlıyordu. Hatta Murat’ın gömleklerini bile ütüledi. Takside işler de iyi. Kazancının kendine kalan kısmından evin ihtiyaçlarını halletti, faturaları ödedi. Hatta kredi taksitinin yarısını bile tamamladı.
 
Geçen akşam Ömer aradı; sanki hiçbir şey olmamış gibi gırgır geçmeye çalıştı, ama Murat soğuk davrandı. Kararlı, eskisi gibi yüz vermeyecek Ömer’e. Çok şükür evde de işler yoluna girmişken, hayatında artık yeni bir sayfa açmak istiyor. Şu çektiği krediyi ödedikten sonra, küçük de olsa başlarını sokacakları bir ev almayı planladı. Biraz peşinat ayarlayabilirse banka kredisi ile alabilirdi. Nasıl olsa devlet memuru, banka zorluk çıkarmaz herhalde.
 
Cuma sabahı her zamankinden bir saat önce çıktı evden. Akşam Ömer aramıştı, Kayseri’den otobüsle bir koli malzeme gelecekmiş kafe için. Özel bir baharat karışımıymış neymiş. İbrahim;
“Murat’a sor, koliyi sabah erken terminalden alabilir mi, eğer alacaksa onun adına göndersinler. Gidiş-dönüş taksi parasını ele vereceğimize ona verelim” demiş.
 
Murat, İbrahim’den hiç haz etmese de sabah sabah iyi iş diye kabul etti. Selma da zaten Emre’yi okula götürmeye hiç itiraz etmedi.
 
Sabah trafiğine rağmen yetişti terminale. Otobüs firmasının yazıhanesinden teslim aldı koliyi. Kucağa sığacak büyüklükte bir koli. Vakit kaybetmeden götürdü kafeye, Ömer’e teslim etti. İbrahim daha gelmemiş. Ömer, kahvaltı yapalım diye çok ısrar etti ama o kabul etmedi. Anlasın istiyor, ona hâlâ bozuk olduğunu. Taksi ücretini alıp çıktı.
 
Akşama kadar yine, orası senin burası benim direksiyon başında geçti günü. Mesaiye erken başlayınca daha çok yorulmuştu. Akşam yemeğinden sonra hemen yattı.
 
Sabah beşte kapı sesiyle uyandılar. Neredeyse kapı yıkılacak. Bir yandan zile basılıyor, bir yandan kapı yumruklanıyor. Heyecanla fırladılar yataktan. Emre’de uyanmış, yatak odalarının kapısına kadar gelmiş. Çocuk korkuyla ağlıyor. Murat koştu kapıya;
“Kim o?”
“Polis! Açın kapıyı!”
Kapıyı açtı.
“Murat Yılmaz sen misin?”
“Evet, benim” der demez polisler yaka paça aldılar. Ellerine kelepçeyi hangi ara takmışlardı? Ne olduğunu, niçin götürdüklerini soramadı bile…
Zoraki, başını bir anlığına çevirebildiğinde gördüğü tek şey; Emre’nin Selma’ya sımsıkı sarılmış halde;
“Baba! Baba! Babacığım Gitme!” diye feryat edişi oldu.
 
Polisler iki koluna girip, merdiven basamaklarını üçer beşer indirdiler. Başını kaldırmaya bile fırsat bulamadan, kapıda bekleyen ekip arabasına hızlıca sokuşturdular. Hareket ettikten birkaç dakika sonra ancak kendini toparladı. Orta yaşlı polise;
“Abi bir yanlışlık olmalı, neden aldınız beni?” diye sordu.
“Yanlışlık filân yok kardeşim, varsa da savcıya anlatırsın derdini” dedi.
 
 Kafasının içi allak bullak… Ne savcısı, neden bahsediyorlardı? Suçu neydi? Niçin almışlardı onu? Nereye götürüyorlardı? Ya Emre ne yapıyordu? Ağlıyor muydu hâlâ? Selma’da şok olmuş, şaşkınlık içinde kalakalmıştı. Ama en çok; Emre’nin korkmuş, çığlık çığlığa ağlayan hâli gözlerinin önünden gitmiyordu…
 
Ekip otosu hızla gidiyor, ayrıca iki polis arabası da onlara eşlik ediyordu. Mahalleden çıktıklarını görünce Murat’ın içini tarifsiz bir korku sardı. Demek ki mahalle karakoluna gitmiyorlardı, o zaman onu nereye götürüyorlardı? Azarlanacağını bile bile merakına yenik düşüp sordu;
“Abi beni nereye götürüyorsunuz?”
“Emniyete kardeşim, sorup durma!”
 
Polisin azarlanması umurunda bile değildi. Sorusunun cevabını almıştı. Almıştı almasına da onu emniyete neden götürüyorlardı hâlâ bir anlam veremiyordu. Eğer karakolda ifadesini alacakları bir konu olsaydı, zaten evine baskın yapmazlardı ki. Acaba ne yapmıştı? Suçu neydi? Bildiği tek şey, masum olduğuydu. Bilâl abi geldi aklına, kapkara düşünceleri arasında bir umut ışığı belirdi;
“İnşallah Selma onu aramayı akıl eder. Bir tek o yardım edebilir bana” diye geçirdi içinden. Ondan başa kimi vardı ki? Ömer mi? O, bir halta yaramazdı.
 
Onu önce hastaneye götürüp sağlık kontrolünden geçirdiler. Hemen akabinde emniyet binasına getirdiler.
Emniyetin önünde durduklarında, duyduğu korku her yanını iyiden iyiye sardı. Arabadan indiğinde bacakları titriyordu.
Genç polislerden biri;
Hadi yürü!” diyerek kolunu hışımla çekti.
 
Her iki kolunda polisler, onu çekiştire çekiştire yürütüyorlardı. Binanın kapısına yaklaştıkça, bir daha dışarı çıkamayacağı hissi çöreklendi yüreğine. Ya bundan sonra Emre’yi göremezse? Selma başının çaresine bakardı, en azından ailesi ona sahip çıkardı. Ama ya Emre? Ne olacaktı ona? Sonra kendi kendini teselli etti; bir suç işlememişti ki, nasıl olsa bir yanlışlık olduğunu anlar onu bırakırlardı. Yeniden umutlandı.
 
İçeri girdiklerinde aydınlık bir alan karşıladı. Hiç de öyle filmlerde gördüğü gibi kasvetli bir yer değildi. Daha önce de gelmişti emniyete, ama bu kapıdan girmemişti. Trafik şubesine gitmişti. Ehliyet sınavını kazanmış olmanın sevinciyle, neredeyse koşa koşa gidip sürücü belgesini almıştı. Oysa şimdi?
 
Asansörün önünde durdular. Asansör 9.kattaydı, bir süre beklediler. O birkaç saniyede bile bir umut polislerin yüzüne baktı. İkisi de gözlerini göstergeye sabitlemiş, asansörü takip ediyordu. Nihayet bindiler. Polislerden biri -2B düğmesine bastı. Aşağıya iniyorlar, 2.Bodrum’a. Neden oraya götürüyorlardı onu? Gözaltındakilere emniyetin bodrumunda işkence yapılıyor denilirdi. Yıllar önce duyduğu bir şehir efsanesiydi, ama belki de gerçekti! Bu düşünce aklına gelince artık tamamen umutsuzluğun pençesine düştü… Asansör durup kapısı açılınca loş bir koridora çıktılar. İlerledikçe onun umudu gibi ışıklar da git gide soluyordu.
 
Koridorun sonunda bir odaya girdiler, elleri hâlâ kelepçeliydi. Zayıf bir floresan aydınlatıyordu odayı. Ortada bir masa, masanın iki tarafında ise üç sandalye vardı. Onu itekleyerek, sanki fırlatırcasına sandalyeye oturttular. Her iki polis de yüzüne tiksintiyle bakıyordu. Biri;
“Otur burada, sakın kımıldama!” dedi.
Sanki kımıldayacak hâli kalmış gibi…
 
Ona son bir kez daha öfkeyle bakıp, odadan hızla çıktılar. Şimdi odada yalnızdı. Yalnızlık onu bir an için soluklandırdı, ama hemen ardından duyduğu endişe ve korku karabasan gibi çöktü üzerine. Kalbi sıkışıyor, git gide nefesi daralıyordu; odanın içinde sanki hiç oksijen kalmamıştı. Etrafına bakındı, hiç pencere yoktu. Sıkıntıyla başını kaldırdığında tavandaki havalandırmayı gördü. Acaba çalışıyor muydu? Sessizliği dinledi, havalandırmanın sesini duyunca rahatladı, evet çalışıyor.  Kendi kendini telkin etti;
“Sakin ol Murat! Sakinleş… Bunların hepsi geçecek! Sen suçlu değilsin…”
 
Ama bir yandan da bu korkulu bekleyişten midesi dayanılmaz ağrıyordu. Kafasını dağıtmak için odanın içine göz gezdirdi. Duvarlar zamanında muhtemelen beyaza boyanmıştı, oysa şimdi kirden grileşmişti. Üzerlerinde yer yer nemden oluşan büyük lekeler vardı. Zemin mozaikti, ama üzerindeki kalın kir tabakasından kararmıştı. Masa oldukça yıpranmış haldeydi. Oturduğu sandalyenin ise bir ayağı eğilmiş olmalıydı. Çünkü arkasına yaslandığında bir ayağı havaya kalkıyordu. Karşısındaki kapıya takıldı gözleri. Yetimhanedeki kapılar gibi mat gri renkteydi. Ona oradaki günlerini hatırlattı. Yetimhanedekilerle dışarıdakiler arasında sınırları çizen kilitli kapıları… Şimdi o kapıdan kim gelecekti? Yetimhanedeki müdür babası değil elbette; ama hiç olmazsa onun yarısı kadar anlayışlı biri gelse keşke. İşte o zaman anlaşılırdı masumiyeti! …
 
Acaba saat kaç olmuştu? Sabah olmuştur diye tahmin etti. Gececi şoför onu bekliyor mudur? Herhalde beklemezdi. Arabayı durağa, anahtarı görevliye bırakır giderdi. Birden aklına geldi;
“Selma, Bilâl abiyi aramasa bile, ben arabayı almayınca ona mutlaka haber verirler” diye mırıldandı.
 
Öyleyse Bilâl abi onu aramış olabilirdi. Cep telefonu neredeydi? O kargaşada telefonu almadığını hatırladı. Gerçi yanında olsa bile, şimdiye çoktan almışlardı. Evde unutması iyi olmuştu, hiç olmazsa Selma telefona cevap verirdi. Bilâl abinin de onun durumundan haberi olurdu…
 
Kapının açılmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Ne kadar zaman geçti farkında değil. 30-35 yaşlarında, iri yapılı bir polis içeri girdi. Sivil giyimli olduğuna göre üst rütbeli olmalı diye düşündü Murat. Masanın diğer tarafına geçti, karşısındaki iki sandalyeden birine oturdu. Yüzünde sert bir ifadeyle arkasına yaslandı. Kollarını göğsünde bağlayıp, arkaya doğru iyice kaykıldı;
“Eee anlat bakalım, dinleyelim seni” dedi.
“Amirim ne anlatayım? Evimden alıp getirdi arkadaşlar. Suçum ne onu bile bilmiyorum”
Yüzündeki sert ifade bu kez yerini alaycı bir tebessüme bıraktı;
“Demek bilmiyorsun?”
“Vallahi billahi bilmiyorum amirim” demesiyle bir anda ayağa kalkıp, iki elini birden masaya vurarak üzerine abandı;
“Ne demek bilmiyorum Ulan! Öt bakalım! Tek tek anlat! Yoksa ben seni konuşturmasını bilirim!”
 
Murat korku içinde ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi.
Acaba suçu ne? Belki de onu aynı isimde biriyle karıştırdılar?  Böyle birkaç olay duymuştu. Polisin bağırmasıyla birden irkildi;
“Konuşsana lan! Neyi bekliyorsun?”
Hiçbir şey bilmiyor ki, ne anlatsın? Polis odanın içinde hırsla bir tur attı. Sonra yavaşça gelip kulağına eğilerek;
“Bu son ikazım! Seni dinliyorum” diye fısıldadı.
 Tekrar karşısına geçip oturdu. Murat’ın konuşmasını bekliyor, Murat ise cesaretini toplamaya çalışıyordu. Heyecandan boğazı kurumuştu, zorla yutkundu. Korkusunu bastırmaya çalışarak, titreyen bir sesle;
“Amirim, inanın bana bildiğim bir şey yok” dedi.
Polis hışımla tekrar ayağa kalktı. Bas bas bağırdı;
“Ulan, bana bak! Ben senin gibileri iyi tanırım! Elimizde deliller var. Anlat yoksa ben sana anlattıracağım!”
 
Delil mi? Ne delilinden bahsediyordu? Ne yapmıştı ki delili vardı? Bu kelimeden sonra Murat tamamen yıldı. Anlamıştı, ona buradan çıkış yoktu…
 
Bu arada odanın kapısı açıldı. İçeri 50-55 yaşlarında, tıknaz, yine sivil biri girdi. Diğerine;
“Ferhat, avaz avaz ne bağırıyorsun? Dur biraz yahu…” dedi.
Sonra Murat’a;
“Geçmiş olsun evlât” diyerek yanına geldi. Gözleri Murat’ın kelepçeli ellerine kaydı. Ferhat’a;
“Kelepçeyi neden çıkarmadınız?” diye sordu.
O ise sinirle cevap verdi;
“Baksana Osman abi bizimle dalga geçiyor. Dursun şerefsizin elinde!”
 
Murat kelepçenin ellerini ne kadar acıttığını o zaman fark etti. Osman cebinden çıkardığı küçük bir anahtarla kelepçeyi açıp çıkardı. Murat’ın elleri öyle uyuşmuştu ki parmaklarını oynatamıyordu.
Osman;
“Kaç saattir ayaktayız, birer çay içelim” dedi. Sonra Murat’a dönüp;
“Su da ister misin?” diye sordu.
Murat’ın konuşacak hâli kalmamıştı. Olup biteni anlamaya çalışıyordu. “Delil” kelimesi tüm dünyasını yıkmıştı. Başını evet anlamında salladı.
“Ferhat hadi çayları sen söyle, hem de bir hava al gel” derken diğer sandalyeye oturdu.
Ferhat;
“Adama bir de çay ikram ediyoruz, Allah Allah…” diye söylenerek yerinden kalktı, odadan çıktı.
 
Osman derin bir nefes alarak masaya kollarını koyup eğildi. Alçak sesle;
“Bak evlât, suçunu biz delilleriyle tespit ettik. Diğerleri de şu anda sorgudalar. Malı senden aldıklarını itiraf ettiler. Bizi daha fazla yorma. Anlat her şeyi”
 
Murat’ın başından aşağı sanki kaynar sular döküldü. Diğerleri kimdi? Ne itiraf etmişlerdi? Mal neydi? Kime ne satmıştı? Sorular art arda beyninde şimşek gibi çakıyor, göğsü daralıyordu…
“Amirim vallahi bilmiyorum. Bir tane evlâdım var, onun üstüne yemin ederim ki ben kimseye bir şey satmadım! Yalvarırım bana inanın!”
Osman tekrar geriye yaslandı;
“Murat; bu böyle devam eder, gider. Sana delillerimiz var diyorum. Daha ne diyeyim? Adamlar itiraf da etti, şimdi ifadeleri yazılıyor. Neyin peşindesin? Delil var, itiraf var… Bir tek sen inkâr ediyorsun! Uyuşturucu kolisi senin adına gönderilmiş, emanetten sen teslim almışsın, kafeye de götürmüşsün. Üstelik parasını da sana bizzat elden nakit vermişler”
 
Murat şok olmuştu. Cuma sabahı terminalden aldığı kolide demek uyuşturucu varmış! Gözleri karardı, kulakları uğulduyor. Neredeyse bayılacak. Kulaklarının uğultusunda Osman’ın sesi yankılanıyor, o anlattıkça öğreniyor ki; ellerindeki deliller sıra sıra. Koli onun adına gelmişti, koliyi o teslim almıştı ve kafeye o götürmüştü. Üstelik bir ton kamera kaydı da cabasıydı.
 
Konuşmak istedi, sesi çıkmıyordu. Ona güç veren tek şeyi, Emre’yi düşündü. Kendini biraz olsun toparlamaya çalıştı. Her ne kadar cevabı bilse de bir umut Osman’a sordu;
“Amirim, itiraf edenler kim?”
 
Osman bu soru karşısında bir an duraksadı. Murat’ın yüzünde gerçeği arıyordu; dalga mı geçiyor, yoksa gerçekten bilmiyor muydu? Acaba gerçekten masum muydu? Eğer öyleyse, gün gibi ortadaki deliller ne idi? Bu çocuk ya çok kurnazdı ya da çok saftı…
 
Göstereceği tepkiyi ölçmek için Osman cevap verdi;
“Kim olacak, senin yetimhaneden arkadaşların Ömer’le İbrahim!”
Ömer’le İbrahim! Osman’ın söylediğine göre, malı kendisinden almışlardı. Ama amaçları satmak değildi, kullanıcı olduklarını söylemişlerdi.
Demek ki, tüm suçu onun üzerine atıp, kendilerini az bir cezayla kurtarmayı planlamışlardı. Nasıl bir kumpasın içindeydi?
 
Murat tamamen çaresiz kalmıştı. Nasıl ispatlayacaktı masum olduğunu?
 
Onu en derinden yaralayan ise Ömer’in ifadesiydi. Nasıl böyle bir iftira atabilmişti? Bunca yılın arkadaşlığından, dostluğundan, onun için yaptığı fedakârlıklardan sonra nasıl? Ömer ona daima “Kardeşim” derdi, kardeş değiller miydi? Yoksa hiçbir zaman gerçekten olmamışlar mıydı? Kardeş kardeşe iftira atar mıydı? Ocağını söndürür müydü? Kardeşlik böyle bir şey miydi?
 
Murat tek kelimeyle yıkılmıştı. Ta yetimhaneden beri tanışıklıklarını polis biliyordu. Durum böyleyken suç ortağı olduklarına kanaatleri kaçınılmazdı. Geleceği ile beraber geçmişi de yerle bir olmuştu. Artık, kendisi için ümidini çoktan yitirmişti, tek kaygısı Emre ne olacaktı?
 
Çaycı ile birlikte Ferhat da geldi. Çaycı, tepsidekileri masaya bırakıp geldiği gibi sessizce çıktı. Ferhat biraz sakinleşmiş olmakla birlikte hâlâ asabi görünüyordu.
 
Ertesi güne kadar aralıklarla sorgusu devam etti. Sonunda pazar akşamı ifadesini aldılar. Tabii ki Murat söylenenlerin hiçbirini kabul etmedi.
 
Tekrar sağlık kontrolüne götürdüklerinde uzaktan Ömer’le İbrahim’i gördü. Onlar da sağlık kontrolü için getirilmişti. Ömer, Murat’ı görür görmez başını önüne eğip arkasını döndü, göz göze gelmekten çekiniyordu. İbrahim ise her zamanki pişkinliği ile kasıla kasıla oturuyordu, camiasında övüneceği bir vukuatı daha olmuştu…
 
Murat’ı pazartesi sabahı erkenden savcılığa götürdüler. Savcının kapısına getirildiğinde Ömer ile İbrahim de oradaydı. Koridordaki koltuklara birbirlerine mesafeli oturtulmuşlardı. Birlikte geldiği polis, Murat’a ilerideki bir koltuğu işaret etti.
“Oraya otur” diyerek, kendisi de yanı başında dikildi.
 
Murat gelince Ömer hemen gözlerini bileklerindeki kelepçeye dikmişti. Yorgun, bitkin de görünmüyordu. Öyle uzun bir sorgu geçirmediği her hâlinden belliydi. Sadece Murat’la karşılaşmaktan rahatsız olmuştu. İbrahim ise arkasına kaykılmış, küçümseyen bakışlarla etrafı süzüyordu. Bir an için Murat bakıp sırıttı. Murat, neredeyse yerinden fırlayıp üzerine atılacaktı. Yanı başındaki polis durumu fark etmiş olacak ki, Murat’ın omuzuna elini koyup, bastırdı…
 
Murat dişlerini sıkarak, derin bir nefes aldı. Sakin olmalıydı. Ama nasıl? Dünyası başına yıkılmıştı. Hadi, İbrahim piçin tekiydi, ama Ömer’in yaptığını bir türlü hazmedemiyordu. Yediği kazığa mı yansın, yoksa hayatını mahvettiklerine mi? Düşündükçe delirecek gibi oluyordu.
 
İki gündür öğrendiği ve yaşadığı şeylerden sonra artık tutuklanacağını tahmin edebiliyordu. Baş komiser Osman da öyle dememiş miydi?
“Murat, hâlâ durumunun farkında değilsin! Bunun kaçışı yok! Gel suçunu itiraf et. Cezanın hafiflemesine faydası olur!”
Murat bunu asla kabul etmedi. Niçin kabul etsin? Suçlandığı hiçbir şeyi yapmamıştı ki, o masumdu!
 
İfadesi için önce İbrahim’i içeri aldılar. Yanından geçerken Ömer ile bakıştıklarını fark etti Murat. İbrahim’in arkası dönüktü, ama Ömer’in “tamam” anlamında başını salladığını gördü. Demek ki, bu ikisi baştan beri ağız birliği etmişler, kendisini de bu bok çukuruna çekmişlerdi. Öfkeden eli ayağı titriyordu. Fakat mantıklı olmalıydı. Bu yavşaklar daha en başından her şeyi planlamışlardı. Kendilerini kurtarmak için onu kurban seçmişlerdi.
 
İbrahim çıkıncaya kadar Ömer başını hiç kaldırmadan, hatta hiç kımıldamadan put gibi durdu. Yarım saat kadar sonra İbrahim çıkıp, polislerle gitti. Ardından Ömer girdi ifade vermeye. Hemen hemen bir saat içinde Ömer’in ifadesi alınmış, onu da götürmüşlerdi. Sıra kendisine gelmişti. Ayağa kalkacaktı ki, Polis memuru;
“Bekle” dedi.
 
Yarım saat daha bekledi Murat. Nihayet savcılık görevlisi kapıyı aralayıp, polis memuruna işaret etti. O da;
“Hadi!” diyerek Murat’ı kolundan tutup kaldırdı.
İçeri girdiğinde ilk dikkatini çeken, tavana kadar yükselen iki pencere oldu. Salonda üç masa vardı. Birinde yaşlı, kel, zayıflıktan avurtları çökmüş bir adam oturuyordu; diğerinde de kırklı yaşlarda, koyu makyajlı bir kadın vardı. Üçüncü masa ise muhtemelen kimseye ait değildi, birinin kullandığına dair hiçbir emare yoktu üzerinde. Kadın;
“Memur bey biraz bekleyin, Savcı beyin görüşmesi bitmek üzere” dedi.
Polis, erkek memurun önündeki sandalyeyi işaret ederek;
“Otur şuraya” dedi.
 
Murat oturdu. Omuzları düşmüş, bütün umutlarını yitirmişti. Ama yine de savcı ile görüşecek olmanın tuhaf bir heyecanı vardı içinde. Acaba savcı ona, yani masumiyetine inanır mıydı?
Masanın üzerinde duran telefonun çalmasıyla düşünceleri dağıldı.
Kadın;
“Tabii efendim emredersiniz.” diyerek telefonu kapattı.
Polis memuruna ve diğer memura;
“Savcı Bey müsait, girebilirsiniz” dedi.
Kadının cümlesi daha bitmeden yaşlı memur hemen ayağa kalktı, savcının kapısına yöneldi. Polis;
“Kalk, memur beyi takip et” dedi.
Murat yaşlı memurla odaya girdi.
 
Tam karşıda büyükçe bir makam masası vardı. 40-45 yaşlarında, zayıf, şakaklarındaki saçlar biraz ağarmış bir adam; önündeki dosyayı dikkatle inceliyordu. Savcı olmalı diye düşündü Murat. Bu arada memur yandaki bilgisayarın başına geçmişti bile. Murat odanın ortasında kala kaldı, bekliyor. Savcı önündeki dosyadan başını kaldırıp, Murat’ı dikkatle süzdü. Sonra önündeki koltuğu işaret ederek;
“Oturun” dedi.
 
Murat tedirginlikle koltuğun ucuna ilişti. Savcının ciddi, mesafeli tavrı onu daha da endişelendirmişti. Buz gibi terliyordu. Hayatı; karşısındaki adamın ağzından çıkacak bir cümleye bağlıydı. Fakat kendisi için bir umut kalmadığını maalesef biliyordu.
Savcı sordu;
“Adınız soyadınız Murat Yılmaz mı?”
“Evet efendim, Murat Yılmaz” dedi.
 
Savcı art arda sorular soruyor, Murat korku ve heyecanla cevaplıyordu. Vücudunun her bir noktası terden sırılsıklam olmuştu. Memurun klavyeye her bir vuruşu kurşun gibi kulaklarında çınlıyordu. Neydi bu başına gelenler? Nasıl kurtulacaktı? Neden onu buluyordu tüm sıkıntılar, zorluklar? Bu yaşadığı bir ceza mıydı? Kime ne kötülük yapmıştı?
 
Onunki artık boşa kürek çekmekten başka bir şey değildi. Ama o, yine de gerçek ne ise onu söylemekten geri adım atmadı. Bir ümidi olmasa da işlemediği bir suçu asla üstlenmeyecekti.
 
İfade işleminin sonunda, tutanağını imzalarken Savcı;
“Duruşmadan önce kendine çok iyi bir avukat bulmanı tavsiye ediyorum” dedi.
Bu cümleyle Murat, durumunun ne kadar vahim olduğunu bir kez daha anladı. Evi, ailesi, memuriyeti, hayalleri, kısaca tüm hayatı darmadağın olmuştu. Hepsinden öte Emre’nin yokluğuna nasıl dayanacaktı? Onu görmeden, ona sarılmadan nasıl nefes alacaktı? Peki ya Emre, nasıl büyüyecekti babasız?
 
Sanki kalbine onlarca hançer saplanıyordu…
Artık, duruşma gününü beklemekten başka çaresi kalmamıştı. Bir an önce Bilâl abi ile görüşmeliydi.
Odadan çıkarken savcının son cümlesinden cesaret alarak;
“Efendim ailemi arayabilir miyim?” diye sordu.
Savcı, yaşlı memura;
“Hakları hususunda niçin bilgi verilmedi? Yardımcı olun” diye çıkıştı.
Bu cevap, Murat’ın son üç gün boyunca aldığı tek güzel haberdi.
 
Telefonu eline aldığında bir an için Selma’yı aramayı düşündü, belki Emre’nin sesini de duyardı. Ama sonra vazgeçti. Eğer bu işten kurtulamazsa, Emre’nin hayatında hiçbir zaman yeri olmayacaktı. Hızla Bilâl’in cep numarasını tuşladı. Üçüncü çalışında Bilâl telefonu açtı;
“Efendim?”
Bilâl’e ulaşmanın sevinciyle Murat’ın kalbi hızla atıyordu.
“Abi benim Murat”
“Evlât ne oldu? Neredesin? Selma’yı aradım, ama o da pek bir şey bilmiyor.”
Murat en kısa şekilde durumunu özetledikten sonra;
“Abi bana acilen iyi bir avukat bulmamız lâzım!” diye cümlesini bitirdi.
Bilâl;
“Tamam Murat merak etme, avukat konusunu ben hallederim. Moralini bozma. Ben çocuklara göz kulak oluyorum. Allah’ın izniyle en kısa sürede çıkarırız seni. Cezaevine gider gitmez, bana yerini bildir oğlum”
Murat’ın gözleri doldu. Bilâl ona evlât derdi, ama ilk defa oğlum demişti. Babasından sonra hiç kimse ona böyle yürekten “oğlum” dememişti…
Sesi titreyerek;
“Olur abi, ilk fırsatta ararım seni. Çocuklar sana emanet!”
Görüşmesinin bittiğini duyunca polis ahizeyi elinden aldı. Artık ona hapishane yolu görünmüştü…
 
Arabayla cezaevine girdiği dakikaları hayatı boyunca unutmayacaktı. Binaya girdiğinde, sudan çıkmış balık gibi şaşkındı…
 
Yapacak bir şey kalmamış, yaşadıklarına teslim olmuştu. Yanında iki gardiyanla birçok koridor ve kilitli kapılardan geçerek koğuşun kapısına geldiler. Yaşlı gardiyan kapıyı açıp;
“Allah kurtarsın” diyerek Murat’ı koğuşa soktu.
 
Koğuşta 10-15 kişi vardı. Herkes selâmlaştı, o ise bastığı yerin bile farkında değildi. Kısa boylu, tıknaz biri duvar dibindeki ranzayı gösterdi.
“Orası boş kardeş, yerleşebilirsin”
 
Gösterilen ranzanın alt katına, yatağın ayakucuna oturdu. Tedirgindi. Nefes almak için bile çok yorgundu.  Sanki omuzlarında tonlarca yük vardı…
Az sonra aynı kişi elinde bir bardak çayla geldi;
“Kardeş, ben İdris. Bunu Suphi baba gönderdi. Koğuşumuzun ağasıdır. İç afiyetle, ama önce yanına git teşekkür et” diye koğuşun baş tarafında, sandalyede oturan birini işaret etti.
 
Murat yorgunluktan artık sarhoş gibiydi. Kalktı, o tarafa doğru yürüdü. 55-60 yaşlarında, esmer, kilolu bir adamdı Suphi. Yanındakilerle bir şeyler konuşuyordu.
Murat;
“Sağ ol Suphi baba. Allah razı olsun” dedi demesine de işte tam o an, Suphi’nin konuştuğu kişiyi fark etti. Olamazdı! Bu Ömer’di!
Çıldırmışçasına üzerine atılıp boğazına yapıştı. Hemen araya girdiler, yaka paça aldılar elinden. O kargaşada Ömer’e birkaç yumruk yapıştırmıştı, ama hâlâ hırsı geçmemişti. Birden Suphi’nin gürleyen sesi duyuldu;
“Bana bak Murat Efendi! Koğuşumda olay istemem! Kendine mukayyet ol! Ömer, bir dostumun emaneti, kılına zarar gelmeyecek!”
 
Murat öfkeden deliye dönmüştü, bu kadar da haksızlık olur muydu? Onu delirtmek için kasten mi koymuşlardı şerefsizi buraya? Sonra, Suphi’nin kanatları altına sinmiş Ömer’e baktı. Yıllarca kardeş bildiği, lokmasını paylaştığı bu adam mıydı? Böyle hain, böylesine ödlek…
 
Sonunda sessizliğe gömülerek yatağına uzandı.
 
Hayat onu neden hep yormuştu? Neydi onunla alıp veremediği? Bıkkınlık bir kaya gibi oturdu yüreğine. Yaşamak için çok yorgundu…
 
“Yorgunum… Yoruldum baba…” diye mırıldandı. Eğer, babası ölmeseydi, hayat bu kadar hırpalayabilir miydi? Sırtını dayardı babasına…
 
Yaşamı boyunca onun yokluğunu derinden hissetmişti. Çok zor şeyler yaşamıştı, ama bu defa tam anlamıyla dibe vurmuştu. Bu düşüncelerle sızarcasına uykuya daldı…
 
Gördüğü kâbustan kolunun sarsılmasıyla uyandı.
“Kalk kardeş, akşam sayımı”
Solgun yüzlü, gözlüklü biri başucunda dikilmiş ona sesleniyordu. Düş mü yoksa gerçek mi bocaladı. Neredeydi? Sonra her şey hafızasında canlandı. Gerçek; bir tokat gibi çarptı yüzüne, hapishanedeydi! Kendini toparlamaya çalışarak sayım için kalktı. Ayakta duracak hâli yoktu, takati kalmamıştı. Sayım bitene kadar zor dayandı, sonra düşercesine kendini yatağın ucuna bıraktı. Onu uyandıran adam da hemen yanındaki yatağa oturdu.
Murat güçlükle;
“Uyandırdığın için sağ ol abi” dedi.
“Eyvallah. Geçmiş olsun, ben Sedat” diyerek yastığının üzerindeki kitaba uzandı.
 
Zayıf, orta boylu, kırklı yaşlardaydı Sedat. Gözlerinin altındaki mor lekeler, gözlüğünün ardından bile seçiliyordu. Kibar görünümlüydü. Koğuştakilere benzemeyen bir havası vardı.
“Sana da abi, ben de Murat” dedi.
 
Sedat hafifçe başını sallayıp, kitabını okumaya başladı. Murat da yatağa tekrar uzandı. Başı neredeyse ağrıdan çatlayacaktı. Bilâl abiyi bir an önce aramalıydı. Selma ile Emre ne yapıyorlardı acaba? Bilâl abi sahipsiz bırakmazdı onları. Off… Emre burnunda tütüyordu… Tekrar uykuya daldı.
 
Sabah koğuştakilerin gürültüsüyle uyandı. Herkes bir koşturmaca içindeydi. Kahvaltıya gecikmemek için lavabo telaşı yaşanıyordu. O da kalktı. Aklında tek bir düşünce vardı, Bilâl abiyi aramak!
 
Yan tarafında Sedat yatağını düzeltiyordu.
“Sedat abi günaydın. Bir şey sorabilir miyim?” Murat’ın cümlesiyle Sedat duraksadı;
“Günaydın. Sor tabii” dedi.
“Abi acil telefon etmem lâzım. Nasıl halledebilirim?”
“Sabah sayımından sonra Başgardiyana söyle, yardımcı olur”
 
Bu cevap içini rahatlattı, demek ki telefon imkânı vardı. Ardından Murat da sabah koşuşturmasının içine daldı. Günlerdir ilk defa acıktığını hissetti. Kim bilir ne kadar zamandır boğazından lokma geçmemişti?
 
Sayımdan sonra başgardiyana talebini söyledi. Ve büyük bir heyecanla beklemeye başladı.
 
Kahvaltıya gitti, ama tüm açlığına rağmen lokmalarını zorlukla yutabildi heyecanından. Acaba ne zaman telefon iznini verirlerdi?
 
Bu arada Ömer devamlı Suphi’nin yanındaydı. Murat’tan köşe bucak kaçıyordu. O ise tüm öfkesini bir kenara koyup Ömer’i kafasından silmiş, hesaplaşmayı başka zamana bırakmıştı. Şimdi asıl hedefi buradan çıkmak için mücadele etmekti.
 
Öğleden sonra Sedat’la biraz lafladılar. Öyle konuşkan bir adam değildi Sedat. Çevresindekilerle konuşmaktan çok, kitap okumayı tercih ediyordu. Anne babası öğretmen emeklisiymiş, kendisi ise mühendis. Kamuda çalışıyormuş. Çalıştığı kurumda haksızlıklara göz yummayınca iftira atmışlar, hatta şahitler de göstermişler. Tabii sonu cezaevi…
 
Murat, Suphi’yi de sordu ona. Sedat, ondan ve etrafındakilerden bahsetmeye pek istekli değildi. Sadece;
“Suphi; Diyarbakırlı, sevilen sayılan biridir. Aslında hak hukuk gözeten bir adamdır, ama onda hatırı olanı kıramaz. Ömer için biri rica etmiştir, sahip çıkıyordur. İşin aslını bildiğini sanmam” dedi.
 
Murat;
“Bu nasıl hak hukuk gözetmek abi? Bir ahbabın hatırı için taraf tutup adaletsiz davranmak olur mu?” diyecek oldu, Sedat hemen sözünü kesti.
“Haklısın. Ama bunları pek dillendirme. Suphi’nin seveni çoktur, düşman edinme. Hak yerini mutlaka bulur” diyerek tekrar kitabını okumaya döndü.
 
O günü heyecan içinde geçirdi Murat. Dört gözle yaşlı gardiyanın vereceği haberi bekliyordu. Acaba Bilâl abi ile bugün görüşebilecek miydi? Saatler geçmek bilmiyordu. Kafasının içinde hep aynı düşünceler dönüp duruyordu, ama maalesef hiçbir yere varamıyordu. Akşam yemeğinde beklediği haber geldi. Murat sevincinden yemeği nasıl yediğini fark etmedi bile. Koğuşa dönerken onu ankesörlü telefona götürdüler.
 
Gardiyan;
“Al bu defalık bu kartı kullan, sonra kendine kart al. Telefon süreli, kısa tut görüşmeni” diyerek bir telefon kartı uzattı.
 
Önündeki sırada iki kişi vardı. Zaman geçmek bilmiyordu. Bir süre sonra nihayet sıra ona geldi. Heyecanla Bilâl’in numarasını tuşladı. Daha ilk çalışında telefon açıldı.
“Efendim”
“Abi benim, Murat”
“Oğlum nasılsın? Neredesin?”
Bilâl de en az Murat kadar heyecanlıydı.
Murat;
“İyiyim abi. Koğuşa yerleştim. Sen nasılsın? Selma ile Emre nasıllar?”
“Ben iyiyim evlât. Onlar da iyi çok şükür. Selma’nın annesi geldi, sizde kalıyor, yalnız değiller. Ben de elimden geleni yapıyorum, merak etme. Asıl senin durumun ne? Onu söyle”
Bilâl’in sözleri Murat’ı biraz olsun ferahlatmıştı. Yerini söyledi, Ömer ve Suphi’den de kısaca bahsetti.
Bilâl;
“Onları dert etme, boş ver. Avukat işini çözdüm. Bir avukat tanıdığım var, tecrübelidir. Davanı almayı kabul etti. En kısa sürede seninle görüşmeye gelecek. Çocuklar için de izin alacak” dedi.
 
Murat duyduklarına inanamadı, Emre’yi ve Selma’yı görebilecekti. Üstelik avukat konusunu da hiç zaman kaybetmeden halletmişti Bilâl abi. Ne kral adamdı bu Bilâl abi! Öz abisi olsa ancak bu kadar olurdu…
“Sağ ol abi, Allah razı olsun senden” dedi, yutkundu.
Telefonun kesilme sinyali duyulunca vedalaştılar.
 
Murat koğuşa döndüğünde mutluluk içindeydi. Kendini hafiflemiş hissediyordu. Artık bir umudu vardı. O geceyi huzurlu geçirdi.
 
Sonraki birkaç günü avukatı beklemekle geçti. Koğuşta Sedat hariç kimseyle pek konuşmuyordu. Genellikle, Sedat’ın verdiği romanı okuyarak vakit geçiriyordu. Ömer ise daha rahat davranmakla birlikte yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordu. Ama her fırsatta Suphi’ye yalakalık yapmaktan geri kalmıyordu.
 
O gün öğleden sonra avukatının geldiğini haber verdiklerinde, neredeyse kalbi duracaktı. Acaba Emre’yi de görebilecek miydi? Hemen aceleyle ayakkabılarını ayağına geçirdi, gardiyanın peşi sıra çıktı koğuştan. Birçok kapıdan geçtikten sonra görüşme salonuna geldiler.
 
İçeride altmışlı yaşlarda bir adam oturuyordu. Üzerinde biraz eski moda olmasına rağmen oldukça şık bir takım elbise vardı. Murat’ı görünce yerinde doğrularak, başıyla nazikçe selâmladı;
“Merhaba Murat Bey, Avukat Nevzat Akın” diyerek kendini tanıttı.
Murat merhabalaşarak karşısındaki sandalyeye oturdu. Nevzat Bey dosyasını incelemişti. Durumu hakkında söyledikleri hiç de iç açıcı değildi. Sanki bir bataklığın içindeydi ve avukatı dinlerken her saniye biraz daha gömülüyordu. Dalga dalga koyu bir karanlık çöküyordu yüreğine…
 
Gerçekten hiç umut yok muydu onun için? Gazetelerde okumuştu suçsuz yere 30-40 yıl cezaevinde kalanları, o da mı öyle olacaktı? Peki ya Emre ne olacaktı? Kendi hayatından vazgeçmişti ama ya oğlunun hayatı ne olacaktı? Eli ayağı buz kesti. Oysa bu pislikten hemen kurtulurum diye ne çok ümit bağlamıştı avukata… Göğsü sıkışıyor, boğuluyordu…
 
Gözünün önüne Emre’nin son hâli geldi. Ardında bırakırken feryat eden hâli… Ümitsizliğe teslim olamazdı, mücadele etmeliydi. Böyle kendini bırakamazdı, oğluna bunu yapamazdı… Son bir gayret derin bir nefes aldı…
 
Tüm dikkatini toplamaya çalışarak, avukatı tekrar dinlemeye koyuldu. Adam işinde gerçekten iyi olmalıydı, çünkü polis çalışması hakkında da bilgi almıştı. Olayın Kayseri ayağı da inceleniyordu. Organize bir suç olması lehineydi. Çünkü polis bu organizasyonu çökertmek için var gücüyle çalışıp sonuca gidecekti. Bu da tabii ki, Murat’ın masumiyetini kanıtlayabilirdi.
 
“Nevzat Bey, duruşma ne zaman olur?” diye güçlükle sordu Murat.
“İlk duruşmamız önümüzdeki ay olacak. Eğer Kayseri bağlantısını da çözümlemiş olurlarsa dava daha hızlı ilerler”
 
Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Avukatın da dediği gibi polisin ulaşacağı sonuç çok önemliydi. Onlara güvenmekten ve dua etmekten başka çaresi yoktu…
 
Nevzat kalkarken;
“Dava konusunda anlaştığımıza göre şimdi size müjdeli haberi vereyim, eşiniz ve oğlunuz da geldiler. Cezaevi müdürü çok eski ahbabımdır; rica ettim, kırmadı sağ olsun. Bir ayrıcalık gösterdi, onlarla da burada görüşebileceksiniz”
 
Bu haberle sevinçten ne yapacağını bilemedi Murat. Az kalsın kalkıp Nevzat’a sarılacaktı.
“Çok çok teşekkür ederim Nevzat Bey! Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum! Bana dünyaları verdiniz!”
 
Nevzat tebessüm ederek vedalaştı. Onun çıkmasından bir süre sonra Selma ile Emre kapıda göründüler. Selma’nın ürkek bir hâli vardı, ama Emre sevinçten yerinde duramayarak Murat’a doğru atıldı. Bir çırpıda babasını kucakladı. Emre babasını özlemle art arda öpüyor, Murat ise onu her öpüşünde kokusunu içine çekiyordu. Evlât kokusundan daha güzel bir şey var mıydı? Sevinç ve hüzün birbirine karışmıştı… Bir süre sonra Emre nihayet babasını bıraktı. Selma ile de kucaklaştılar. Emre babasının hemen dizinin dibindeki sandalyeye oturdu. Eli hâlâ babasının elindeydi. Selma da biraz önce avukatın oturduğu sandalyeye oturdu.
 
Gardiyan;
“Görüş on beş dakika” diye uyardı.
 
Emre’den fırsat bulabildikleri kadar konuştular. Bilâl abinin dediği gibi Selma’nın annesi gelmiş, onlarda kalıyordu. Babası ile abileri de hemen hemen her gün uğruyorlardı. Yalnız, Murat’ın çektiği kredinin evraklarını bulmuştu, onu sordu. Murat, krediyi Ömer için çektiğini istemeyerek de olsa açıklamak zorunda kaldı. Selma öfkeden kızardı, ama fazla bir şey de söylemedi.
 
Murat;
“Selma, maaşım kesilecek. Bu nemruda çektiğim kredi de var. Nasıl yapacağız bilmiyorum. Birikmişimiz de yok ki, onu harcasanız. Ama Bilâl abiyle görüşeyim, belki bir çare buluruz. Olmadı evi kapatır, annenlerde kalırsın. Ben çıkıncaya kadar bir şekilde idare edersiniz” dedi.
“Bilâl abiye bir şey söylemene gerek yok. İllâki söyleyeceksen de teşekkür et” deyince Selma; Murat bir anlam veremedi.
Selma devam etti;
“Bilâl abi beni aradı, hesap numarası istedi. Her ay maaşın ile taksiden kazandığının toplamı kadar para yatıracakmış. Murat çıkınca biz onunla hallederiz kızım, dedi. Krediyi de verdiği paradan öderim artık, ne yapalım buradan da yedik bir kazık!”
 
“Ah Bilâl abi! İyi ki varsın!” diye mırıldandı Murat. Üzerinden nasıl bir yük kalkmıştı, kelimelerle ifade etmesi mümkün değildi. Selma’nın son cümlesinde laf sokması bile umurunda değildi. Haksız da sayılmazdı. Yaptığı eşeklikleri düşününce kendisi bile neler demiyordu ki kendine?
 
Gardiyanın ikazıyla kalktılar, ayrılık vakti gelmişti. Emre babasından ayrılmak istemiyordu. Babasına sımsıkı sarıldı, annesi ne kadar çabalasa da bırakmıyordu.
Murat;
“Oğlum, bir süre daha burada kalmak zorundayım. İşim biter bitmez geleceğim. Hem ben yokken evin erkeği sensin; annene, anneannene sen bakacaksın” diyerek zoraki ikna etti.
Ona bunları söylüyordu ama bir taraftan da yüreği kor gibi yanıyordu. Gözyaşlarını zorlukla zapt etti.
 
Onlardan ayrılıp, koğuşa döndüğünde duyguları karma karışıktı. Emre’yi öpüp koklayabilmiş olmanın mutluluğu ile ayrılığın acısı birbirine karışmıştı.
 
Yatağının kenarına oturup, başı ellerinin arasında epeyce düşündü. Kolunu kaldıracak hâli yoktu. Emre için her şeye katlanacak, sabredecekti. Önünde sonunda buradan kurtulacaktı. Allah her zaman onun yardımcısı olmuştu. Çocukluğunda çaresiz kaldığı o dar gününde karşısına Bilâl abiyi çıkarmıştı. Şimdi yine Bilâl abi sayesinde hem ailesinin yükü omuzlarından kalkmıştı hem de bir avukatı vardı.
 
“İyi misin Murat?” diye sordu Sedat.
“İyiyim abi. Çocuklarla görüştüm. Çok özlemiştim oğlanı”
“Bilirim” dedi Sedat.
“Bilirim. Görüşler iyi gelir insana ama üzer de. Ayrılık zor gelir”
“Öyle oldu abi” diyebildi Murat.
Gözyaşını gizleyerek uzandı yatağa.
 
Sonraki hafta her gün birbirine benzer geçti. Koğuşta aynı şeyler yaşanıyordu. Ömer’le göz göze dahi gelmiyordu. Sonra bir gün inanılmaz bir olay oldu. Suphi görüşten gelmişti. Daha koğuşa girer girmez;
“Ömer!” diye bağırdı.
Ömer koşturarak geldi. Tabii her zamanki yalakalıkla;
“Buyur babam” diyerek el pençe karşısında durdu. Suphi aniden bir Osmanlı tokadı aşk ediverdi suratına!
Ömer tokadın şiddetiyle yere kapaklandı. Kimse ne olduğunu anlamamış, hepsi donup kalmıştı. Suphi gürledi;
“Ulan şerefsiz! Bir daha yanıma dahi yanaşma! Yoksa bir tokatla bırakmam seni!”
 
Ömer düştüğü yerden doğrulamamıştı bile. İdris ile birkaç kişi kolundan tutup kaldırdılar, bir köşeye oturttular. Herkes gibi Murat da olup biteni şaşkınlıkla izliyordu. Ömer ne yapmıştı acaba?
 
Suphi, İdris’e işaret ederek yanına çağırdı. Sonra ona fısıltıyla bir şeyler söyledi. Kimseden çıt çıkmıyor, herkes tedirginlik içinde Suphi’ye bakıyordu. Suphi sandalyesine oturdu, İdris ise hemen karşısına bir sandalye çekip hızla Murat’ın yanına geldi;
“Suphi baba seni çağırıyor” dedi.
 
Murat şaşırdı. Tedirginlikle gitti Suphi’nin karşısına.
Suphi;
“Gel Murat kardeş, otur karşımıza”
Murat oturup oturmamakta tereddüt etti. Suphi sandalyeyi tekrar işaret edince mecbur kaldı, oturdu.
“Sana haksızlık ettik, kusurumuza bakma. Hakkını helâl et. Seni dinlemeden taraf olduk. Aradaki dostumuza güvendik, ama o bizi yanılttı. Bundan böyle rahat ol. Bir isteğin olursa çekinme, söyle. Başım gözüm üstüne” dedi.
Murat ne olduğunu anlayamadı. Suphi’den bu sözleri duymak, bekleyeceği son şeydi.
“Estağfurullah, helâl olsun” deyip kalkıyordu ki, İdris getirdiği çayların birini Suphi’ye diğerini ise Murat’a uzattı.
Suphi;
“Bir bardak çayımızı iç” dedi.
 
Murat çayı aceleyle içip müsaade istedi. Yerine döndüğünde yaşananlara hâlâ bir anlam verememişti. Ömer sindiği köşede patlamış dudağıyla oturuyordu. Murat kafasını çevirdi, yüzünü bile görmek istemiyordu. Kalbinde nefret duygusundan başka bir şey yoktu ona karşı.
 
“Bence senin olayın aslını, kuşlar Suphi babaya söylemişler” dedi Sedat.
“Benim kimsem yok ki abi, kim söyleyecek?”
“Demek ki varmış” diyerek tebessüm etti Murat’a.
 
Ne o gün ne de sonraki günlerde bu olayın sebebini bir türlü bulamadı.
 
İmkân buldukça Bilâl abi ve Selma’yı arıyor, Emre’yle de konuşma fırsatı oluyordu. Dört gözle duruşma gününü bekliyordu.
 
Selma, Murat’ı ziyaret ettiği gün büyük bir öfkeyle eve geldi. Annesine olup biteni, hatta kredi konusunu bile anlattı. Ne zaman Murat’tan şikâyet etse, annesi hep Murat’ı haklı bulurdu. Ama bu defa o da şaşırmış, diyecek bir şey bulamamıştı.
 
Düşündükçe deli oluyordu. Ne akılsızdı bu Murat! Canına yetmişti yaptıkları… Boşanmayı bile daha sık düşünür olmuştu, artık bu evlilik yürümezdi. Ama şimdi boşanmaları imkânsızdı, hele bir cezaevinden çıksın çaresine bakacaktı…
 
Selma için günler birbirinden farksız ve çok sıkıcıydı. Annesi evde her şeye karışıyor, babası ile abileri nefes aldırmıyorlardı. Her yaptığı, her gittiği yer kontrol altındaydı. Allah’tan Emre okula gidiyordu. Bir de ona tüm gün tahammül edemezdi.
 
Neyse ki Aynur vardı. Eskisinden daha sık uğrar olmuş, onu hiç yalnız bırakmıyordu. Her geldiğinde yeni aldığı pahalı takılarını ve kıyafetlerini göstermeyi de ihmal etmiyordu. Ballandırarak gezdiği yerleri, yaptığı hafta sonu kaçamaklarını, arkadaşlarını anlatıyordu. Su gibi para harcıyordu. Bir keresinde Selma sormuştu, nasıl bu kadar çok harcama yapabildiğini. Maaşı çok yüksekti, çoluk çocuk masrafı da yoktu. Elbette istediği her şeye yeterdi.
 
Evlense ne olacaktı yani? Evlilik, çocuklar, monoton bir hayat. Haklıydı. Kendisi bu yolu katetmişti, sonunda ne olmuştu? Geldiği nokta; tüm bunlardan kurtulmak ve özgürce yaşamaktı. Selma’nın aklında artık tek bir hedef vardı, o da arzuladığı hayatı yaşayacaktı.
 
O cumartesi yine Aynur gelecekti. Fakat çok gecikmişti. Aradı, telefonu kapalıydı. Saatler geçtikçe iyice meraklanıyordu. Defalarca tekrar tekrar aradı, telefonu hep kapalıydı. Bu kız hiç böyle yapmazdı. Acaba başına bir kaza filân mı gelmişti? Annesini arasa boş yere onu da meraklandırır mıydı? Sonunda dayanamadı, aradı. Kadıncağız gözyaşları içinde konuştu Selma’yla. Aynur çalıştığı işyerinden zimmetine para geçirmişti. Çok yüksek bir meblağdı.  Dün polisler onu işyerinden almışlar, tutuklanmıştı…
 
Selma ne diyeceğini bilemedi… Çok üzülmüştü, ama çok da kızgındı Aynur’a. Kim bilir ne zamandan beri ona yalanlar uyduruyordu? Selma’yı özendiren hayatını külliyen yalan ve hırsızlık üzerine inşa etmişti.
 
“İşe bak sen! Ben ona her şeyimi samimiyetle atlatırken, hâlbuki o ne yalanlar söylüyormuş? Öyle bir hayatı maaşla çalışan hiç kimse yaşayamaz, tahmin etmeliydim. Ama ne yaptım, aptal gibi inandım” diye söylendi kendi kendine.
 
Aynur’un onu aptal yerine koymasını bir türlü affedemiyordu. Ama en çok da bunun doğru olması ona ağır geliyordu. Gerçekten tam bir aptaldı!
 
Selma o günden sonra çok düşündü. Bir daha böyle aptallıklar yapmayacaktı. Hayatını aklı başında gözden geçirdi. Murat’ı seviyor muydu? Mutsuzluğunun nedeni neydi? Umutla çıktıkları hayat yolunda ne olmuştu da o böylesine değişmişti? Evliliğini bitirmeyi gerçekten istiyor muydu?
 
Her fırsatta kendiyle baş başa kalıp hesaplaştı. Kendine belki de ilk defa gerçekleri itiraf etti. Günler sonra, hayatındaki eksik parçaları tamamlamış gibi hissediyordu kendini.
 
Murat maalesef ne ilk duruşmada ne de sonrakilerde çıkamadı. Zanlılar yakalanmıştı, fakat her şey çok yavaş ilerliyordu. Bazen bir umuda sarılıyor, ama genellikle çaresizliğin içinde debeleniyordu.
 
Bilâl abi her ay çocuklara para gönderiyordu. Selma ise görüş günlerinde aksatmadan ziyarete geliyor, ona moral vermeye çalışıyordu.
 
Aradan koskoca sekiz ay geçmişti…
 
Bugün dördüncü duruşma vardı. Sabaha kadar heyecandan gözüne uyku girmemişti. Avukatı;
“Bu duruşmada tahliye olma ihtimâlin olabilir” demişti.
 
Acaba bu defa çıkabilecek miydi? Tekrar özgürlüğüne kavuşabilecek miydi? Üç gündür kalbi kuş gibi çırpınıyordu göğsünde. Emre’ye, Selma’ya, evine kavuşacak mıydı artık?
 
Bir an için aklı Selma’ya takıldı, çok değişmişti. Daha aklı başında ve olgun davranıyordu. Her şerde bir hayır vardır denirdi; belki, bu olayla birbirlerinin kıymetini anlamışlardı.
 
Gardiyan koğuşun kapısını açıp, onun ve Ömer’in adını söyledi. Mahkemeye gitmek için yola çıkacaklardı artık.
 
Cezaevi aracında, yine her zamanki gibi Ömer’in yüzüne bile bakmadı. Adliye binasına girerken heyecandan eli ayağı buz gibiydi. Mahkeme salonunda Avukat Nevzat Bey çoktan yerini almıştı. Arka sırada Bilâl, Selma ve Selma’nın babası vardı. Uzaktan başıyla selâmladı. Mübaşirin sesiyle salonda bir sessizlik oldu. Mahkeme heyeti içeri girdi.
 
Beş saatlik duruşmadan sonra Hâkim kararı okumaya başladı. Şu ana kadar en kısa cezayı Ömer almıştı. Murat bunu duyunca ümidini hepten kesti. Anlaşılan, haksızlık yine yakasını bırakmayacaktı. Kurtulamayacaktı. Ona kaç yıl ceza vereceklerini beklemeye koyuldu artık. Kaybetmenin teslimiyetindeydi ki, tam o anda adı okundu;
“Murat Yılmaz’ın beraatına!”
Sadece bu son kısım Murat’ın kulağında yankılanıyordu!
Beraat etmişti!
Gözyaşlarına hâkim olamıyor, sevinçten içi içine sığmıyordu…
Bir ara arkaya dönüp baktı; Bilâl abi, Selma ve babası da ağlıyorlardı…
 
Duruşma bittikten sonra işlemler için tekrar cezaevine götürdüler Murat’ı. Evrakları hazırlanırken o da eşyalarını toplayıp, koğuştakilerle vedalaştı. Tabii ki Ömer hariç.
Sedat;
“Allah’a emanet ol kardeşim, tekrar buralara düşürmesin inşallah” dedi.
Kucaklaştılar Sedat’la.
“Abi sen de inşallah tez zamanda çıkacaksın. Mutlaka görüşeceğiz” dedi Murat.
En son Suphi ile vedalaştı, helâlleştiler. Murat kapıdan çıkarken Suphi seslendi;
“Bilâl’e selâmımı söyle evlât” diye.
İşte o zaman Murat anladı, aylar önce onu kimin kolladığını! Bilâl abi ulaşmıştı Suphi’ye… Yine kol kanat germişti ona…
 
Cezaevinin binasından çıkıp güvenliğe doğru yürürken, buraya geldiği ilk günü hatırladı. Karabasan gibiydi… Hemen silkelendi bu kasvetli düşüncelerden. Şimdi artık özgürdü!…
 
Dışarı çıktığında onu; Bilâl, Selma ve Emre bekliyordu. Babasını görür görmez yerinden zıpkın gibi fırladı Emre. Koşup sarıldı babasının boynuna. Doyasıya kucaklaştılar dakikalarca… Oğluna sımsıkı sarılıp öperken Murat’ın aklında tek bir düşünce vardı;
“Oğlu, onun gibi babasız büyümeyecekti!”
 
-SON-
 

Bir Yorum

  1. Uzun bir öykü ama bir solukta okudum.

    Çok çok iyi

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir