İntihar

DİLEK GÜNEŞ  İntihar |ÖYKÜ|

DİLEK GÜNEŞ 
İntihar |ÖYKÜ|
 
Sonbaharın hüzünlü ve insanın içini burkan güzelliği; doğayı, gökyüzünü ve şehri tamamen ele geçirmişti. Gün batımında güneş ışıkları her ne kadar direnmeye çabalasalar da yağmur bulutları gri gövdeleri ile onların önüne çoktan set olmuşlardı. Binanın on yedinci katındaki dairesinde pencereden bakarken, bu ihtişam karşısında içi ürperdi. Hırçın rüzgârın ve hızla atıştıran yağmurun altında caddede oradan oraya koşuşturan insanlara baktı. “Acaba içlerinde mutlu olan var mı?” diye düşündü.
 
Mutluluk. Bu sözcük aklında birçok soruyu tetikledi; “Neydi mutluluk? Gerçekte var mıydı? İnsanoğlunun var olduğu günden bu yana inatla arayıp da bulamadığının adı mıydı? Mutlu hissettiğimiz anlar birer yanılsamadan mı ibaretti? Neden; Hayattan Beklentiler Skalası’nın en üstünde daima o vardı? Mutlu olmak öğretilmiş bir zorunluluk muydu? Yoksa kurgulanmış biyolojimizin bir dayatması mıydı?”
 
Aklındaki soruların ardı arkası kesilmiyordu. Bunalmıştı. Sorulardan, annesinden, babasından, hayatından, kendinden bunalmıştı;
 
“Neden herkes onun mutlu olmasını bekliyordu? O bunu hiç istememişti ki. Neden dayatıyorlardı bu kalıplaşmış olguyu ona?” Artık herkesten, her şeyden, en çok da yaşamaktan sıkılmıştı…
 
Gözlerini kapattı, adeta tüm evreni içine çekmek istercesine derin bir nefes aldı. Biraz olsun rahatlamıştı. Gözlerini açmadan kendi kendine fısıldadı;
 
“İntihar… Ne delice bir sözcük!”
 
Kendini bildi bileli onu cezbeden tek sözcük!
 
Ama gözlerini açmasıyla düşünceler arka arkaya sıralanmaya başlamıştı çoktan;
 
“Yaşamak veya ölmek adına kararın sadece insanın kendine ait olduğu eylem. Acaba? Bu kararı aldığında insan, hakikaten tam anlamıyla kendi mi almış oluyor? Şimdi intihar etsem bu karar tamamen kendi kararım olacak, bundan yüzde yüz eminim. Ama intihar edenlerin arkasından insanlar daima bir sebep söylerler. Ya maddi-manevi nedenler bulunur ya da akli dengesizlik yakıştırılır. Genelde intiharların pek çoğunda bu nedenler geçerli ve bana göre gelinen son; şartların bir dayatması. Ama istisnalar yok mu, tıpkı benim gibi? Niçin özgür irade akıllarına hiç gelmez?”
 
Bunları düşündükçe sinirleri iyice gerildi. İnsanlara olan öfkesi bir kat daha artmıştı. En çok da ardından söyleyebileceklerini düşündükçe öfkeleniyordu.
 
“Ne uydururlar acaba? Oldu olalı dengesiz bir kızdı zaten diyebilirler. Ya da; uzun zamandır ailesiyle arası çok kötüydü, demeleri olası.”
 
Acı bir tebessüm titreyen dudaklarının kenarına istemsizce kondu;
 
“Gerçekten de onlarla aram kötü, ama gerçek sebep bu olamayacak kadar yetersiz maalesef.”
 
Nefesi daraldı, kalbi sıkıştı. Yanlış anlaşılmak, yaptığı bir şeyin aslının dışında yorumlanması hayatı boyunca onu en çok öfkelendiren şeydi. 
 
“Neden hep kendi bildiklerini söyleyip, buna hem kendilerini hem de herkesi inandırıyorlar? Çünkü işin gerçeğine insanların kulakları daima tıkalı! Oysa beni anlamayı bir deneseler, görecekler; tek sebep, sebepsizlik!” diye geçirdi içinden.
 
Onun için hayatta hiçbir şeyin anlamı yoktu, olmamıştı. Mesela öğrenim hayatı boyunca daima okul birincisi olmuştu; fakat hiçbir zaman bunun için çabası olmadı, çünkü onun gözünde bunun bir değeri yoktu. Çevresinde yaşıtlarının çoğu çoktan evlenip çoluk çocuğa karıştıkları halde o evlenmemişti, hatta bunu düşünmemişti bile. Çünkü ona göre; insani ilişkilerde bu tip kurumlar oluşturmak çok saçmaydı, anlamsızdı. Kısacası, insanın hayatında kendisi için anlam taşıyan bir şey olmayınca, yaşamak sıkıcı ve gereksizdi. Onun için yaşam; sebepsizlikler silsilesinden ibaretti.
 
Çok yorgun hissediyordu, daha fazla ayakta duracak hali yoktu. Pencerenin önünden hızla geriye dönüp, yatağın üzerine kendini atarcasına oturdu. İntiharla ilgili okuduklarını düşündü. Hayatı boyunca hiçbir standarda uymadığı gibi intihar konusunda da sıra dışıydı. İntiharla ilgili yapılan istatistiklere göre; intihar edenlerin dörtte üçü erkekti, kadınlarda vakanın en yüksek oranda görüldüğü yaş grubu 15-19 aralığıydı, bekârlarda oran yüzde otuz dokuzdu ve ayrıca en çok ilkokul mezunları intihar ediyordu. O ise; kadındı, yaşı 26’ydı, bekârdı ve üniversite mezunuydu.
 
Bunları tekrar aklından geçirince kendini tutamayıp sesli bir kahkaha attı. Onunla birlikte tuvalet masasının aynasındaki yansıması da kahkaha atmıştı. Oturduğu yataktan usulca kalktı, aynadaki kadına yaklaşıp iyice sokuldu;
 
“Sen de benim gibisin değil mi?” diye fısıldadı.
 
Sonra öncekinden daha güçlü bir kahkaha daha attı.
 
“Bu hâlimi gören olsa ben öldükten sonra sebep olarak kesinlikle; zaten dengesizdi der” diye kendi kendine konuşurken hâlâ gülüyordu.
 
Aynanın önünde duran aile fotoğrafı gözüne çarptı, istemsizce eline aldı. Tüm aile bir aradaydılar. Fotoğrafı geçen yaz yalıda çektirmişlerdi, elbette ünlü bir fotoğrafçıya.
 
Kim bilir kaçıncı kez yeniden incelemeye başladı.
 
“Zenginliğini her fırsatta insanların gözüne sokan variyetli ve bir o kadar da despot babam; kalıp gibi ütülenmiş takım elbisesi, ipek gömleğiyle ortada yerini almış. Sert bakışları şu anda bile içimi ürpertiyor. Onun sağ tarafında neredeyse genetik kopyası denecek kadar babama benzeyen ağabeyim. Karakteri de ondan aşağı kalmaz, fazlası var eksiği yok. Elbette ağabeyimin yanında, çok güzel olmakla birlikte haris ve statü meraklısı eşi, sahte nezaketi ile tebessüm ediyor. Babamın sol tarafında sevgili annem, her zamanki gibi asil, soğuk ve mesafeli duruşuyla objektife bakıyor. Ve tabii ki ben, annemin hemen yanı başındayım. Bu fotoğraf karesine mecburiyetten dahil edilmiş, aile prensiplerine hep aykırı hareket eden asi evlât olarak yerimi almışım. Şahane aile.” diye sesli düşündü.
 
Kendi sesiyle birden irkildi. Acaba gerçekten aklını mı yitiriyordu? Kendi kendine konuşmaya da başlamıştı. Aynadaki aksine gülerek;
 
“Kafayı yiyorsun kızım!” dedi.
 
Elinde fotoğrafla yatağa uzandı. Gözlerini kapatıp, yeniden ailesini düşündü. Acaba o gittikten sonra ne yapacaklardı? Onun ölümü onlar için bir kayıp olmazdı, ama hayatlarının sonuna kadar bir yüz karası olurdu. Çevrelerine ne diyeceklerdi? Ya kendi kendileriyle baş başa kaldıklarında vicdanlarına? Daima ondan nefret edeceklerdi. Olsun bu da bir şeydi, en azından artık ona karşı bir duyguları olacaktı…
 
Ömrünün bu son dakikalarında hayatındaki insanları düşünüyordu. Hayatında siluetleri olan ama gerçekte var olmayan insanları demek belki daha doğru olurdu. Cenazesine gelecek insanları ve o andaki hallerini.
 
Eski sevgilileri cenaze törenine gelirler miydi acaba? Hiçbirini gerçekten sevmemişti, ama onların da onu sevdiğini sanmıyordu. Keşke gelseler, birbirlerine tanımadıkları beni anlatırlar diye düşündü. Yine içten bir kahkaha attı. O kadar içten gülüyordu ki, gözlerinden yaşlar akıyordu. Ailesinin ve eski sevgililerinin törendeki hâllerini düşündükçe kendini tutamıyor, kahkahaları gittikçe şiddetleniyordu. Sonunda gülme krizi artık ağlama krizine dönüştü. Dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağladı.
 
Kendini toparlamalıydı, nerden çıkmıştı şimdi bu ağlama? Kalktı, banyoda elini yüzünü yıkadı. Sonra çekmeceden ilaçları çıkarıp hapların hepsini oradaki çanağa boşalttı. Elinde fotoğraf, kucağında çanakla tekrar yatağa uzandı. Başucunda duran sürahiye baktı, içinde ona yetecek kadar su vardı. Birkaç avuç ilacı iki bardak suyla içebilirdi. Çanağın içinden bir defada içebileceği kadar avuçladı, bir bardak dolusu suyu da diğer eline aldı. Tam içecekken aklına bir şey geldi duraksadı, hiç kimseye bir not bile yazmamıştı. Ne yazacaktı ki? Hatta kime yazacaktı? Aklına not bırakabileceği kimse gelmiyordu. Ailesine bir şey yazmak istemiyordu, not yazacak kadar yakın bir arkadaşı da zaten yoktu.
 
“Apartman görevlisine mi yazsam acaba? Kapıya yapıştırırım, belki cesedimi daha erken bulurlar” diye düşündü.
 
Bu fikri ciddi ciddi düşünmüştü, ama sonra hâline gülmeden edemedi. Bir not bile bırakabileceği kimsesi yoktu.
 
Yazmaktan vazgeçti, tekrar hapları ve suyu aldı. Önce bir yudum su içti, sonra avucuna baktı on, on beş tane kadar hap vardı. Hepsini birden ağzına atıyordu ki cep telefonu çaldı. Ekrandaki numarayı tanımıyordu. Telefonu açtı, hattaki kız bir sigorta şirketinden arıyordu. Nazikçe sordu;
 
“Size özel şartlarla Hayat Sigortası yaptırmak ister misiniz?”
 
Artık kendini tutamıyor, kahkahalarla gülüyordu. Telefonun diğer ucundaki görevli şaşkınlıktan şokta olmalıydı ki susmuş, öylece kalakalmıştı. Ama onun umurunda bile değildi, gülmekten telefonun kapatma tuşuna zor bastı.
 
Dakikalar sonra kendine gelebildi. Artık hiçbir şey onu engellememeliydi.
 
Yeniden hapları avuçladı, suyu aldı. Hepsini bir defada ağzına attı. Suyu dudaklarına götürdüğü anda aniden pencere camına şiddetle bir şey çarptı. Sesin yüksekliğiyle yerinden öyle bir sıçradı ki; haplar ağzından fırlayıp odanın her bir tarafına dağılmış, bardak ise elinden yere düşüp paramparça olmuştu.
 
On yedinci katın camına ne çarpmış olabilirdi? Hızla kalkıp pencereye koştu. Camda kan izini görünce irkildi. Yaklaştı, dışarı baktı. Pencerenin dışında hemen hemen iki karışlık Fransız balkonu vardı. İçine bir güvercin düşmüştü. Balkon kapısını açıp güvercini içeri aldı, zavallının kanadı kırılmıştı. Tüm masumiyeti ile acı ve korku içinde onun yüzüne bakıyordu.
 
Şimdi onu öylece bırakıp nasıl intihar edebilirdi? Hemen veterinere götürse belki yaşardı. Peki ya götürmezse; sadece kendi hükmünü değil, güvercinin ölüm hükmünü de vermiş olmaz mıydı?
 
Ya da;
 
Mutlak hüküm gerçekte kimdeydi?
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir