Sarsıntı

DİLEK GÜNEŞ Sarsıntı |ÖYKÜ|

DİLEK GÜNEŞ 
Sarsıntı |ÖYKÜ| 
 
Canına yetmişti artık! Her gün telaşlı bir koşturmaca ve bitmek bilmeyen kısır bir döngü! Hayat bu kadar zor olmamalıydı. Nefes nefese bir hayat yaşamak ve kendisiyle baş başa kalamamak, hayatın zorlukları arasında olabilirdi belki ama bunun adına yaşamak denilemezdi. Onlarca ayrıntıya yetişmek, yüzlerce kalem işi düşünmek ve bunların arasında fırsat kalırsa, insana nefes aldıran hoş hayaller kurabilmek. Elbet her istediği olmuyor insanın ama hiçbir isteğinin gerçekleşmemesi de boğucu oluyordu. Boğulan insan da en yakınındaki dala gözü kara tutunuyordu.
 
En çok da sabah saatlerinin değişmez telaşı insanı tüketiyordu. Her sabah erkenden kalkmak ve çocukları hazırlayarak okula gitmelerini sağlamak, sabaha taşınan dinginliği ve taze kuvveti erkenden tahsil etmek için yetiyordu. Ardından başlayan ev işleri, onu canından usandırmıştı.
 
Allah’tan ütüyü kadına yaptırıyordu. Halime haftada iki gün geliyordu. Ütüyü de yapsın bari! Eee bütün bunların üstüne bir de hasta adama bakmak kolay mıydı? Tekerlekli sandalyeye oturtup kaldırmak dile kolaydı. Aslında Halime’yi yatılı tutacaktı ama Fikret’i ikna edememişti. “Neymiş efendim, yabancı birini sürekli evin içinde istemezmiş. Oysa benim derdim, nefesleneceğim biraz daha fazla zamana sahip olmaktı. Ben can derdinde, o içinin rahat etmesinin peşinde!”
 
Neyse ki kafeste bulmuştu bir aralık ve kimselere sezdirmeden oradan çıkarak çarşıya iniyor, karşı koyamadığı arzularına teslim olduktan sonra geri dönüyordu. Bugün yine kafesin aralığından süzülerek kanını kaynatan hayaline uzanmanın vaktiydi.
 
Banyo aynasında hayranlıkla kendini süzdü. İki çocuk doğurmuştu ama vücudu hâlâ genç kız gibi diri ve canlıydı. Ah o Salih yok mu? Bir keresinde, ‘Can eriği gibisin’ demişti. Islak saçlarını havluyla kurularken söylendi:
 
“Çocuklar olmasaydı bu hayata katlanmazdın değil mi? Bu da senin kaderin kızım! Her geçen gün heba olduktan sonra, genç ve güzel olsan neye yarar?”
 
Salih’e âşık değildi ama onunla birlikte olmaktan mutluydu. Fikret’e âşık olup evlenmişti de ne olmuştu sanki? Durumu ortadaydı. Aşk filan kalmamıştı. Biliyordu, Fikret de onu seviyordu ama hiçbir zaman kendisine âşık gibi davranmamıştı. Oysa Salih öyle miydi? Deli gibi âşıktı. Sürekli ne kadar çok sevdiğini tekrarlıyor, kulağına şiirler fısıldıyordu. Her buluşmalarında biraz daha kalması için ısrar ediyor, saran kollarından bedenini zorlukla kurtarıyordu. İmkânı olsa, kalan ömrünü kendine âşık olan bu adamla geçirirdi.
 
Salih aklından geçince tenini ateş bastı. Ne âlem adamdı bu Salih? Her gece telefonda saatlerce yakasını bırakmıyor, bir haftayı zor bekliyordu. Ama saklı gizli bu telefon görüşmelerinden de iyice yorulmuştu. İlk başlarda yakalanma korkusuyla konuşmanın uyandırdığı tuhaf heyecan zamanla ortadan kalkmış, yerini yüreğe oturan bir yük olmaya bırakmıştı. Neyse ki, son günlerde Salih de telefon görüşmelerini önceleri gibi çok uzatmıyordu. Onu sıkıntıya soktuğunu anlamış olmalıydı. Konuşurken yakalanmak şöyle dursun, telefonda söylediklerini duyan olsa maazallah hâli ne olurdu? Ama doğrusu, sözleri aklını başından almıyor da değildi. Onun telefonda söylediklerini, on yıllık kocası yatakta bile söylememişti. Bu saatten sonra söylemesini beklemek de aptallık olurdu.  Kazadan beri, neredeyse üç yıldır Fikret’le kardeş gibi olmuşlardı. Ama öncesinde de bir kez olsun Salih gibi davranmamıştı ki.
 
Yakışıklı ve ağırbaşlı bir adamdı Fikret. Öyle taşkınlık, aşırılık bilmezdi. Yüksek sesle kahkaha bile atmazdı. Onun sevdiğini sesinin tonundan, gözbebeklerinde yanan ışıklardan ve tebessüm ettiğinde öpecekmiş gibi büzülen dudaklarından okumak mümkündü. Çoğu kere vücudunu saran elleri ateşli ve çılgın bir aşığın kolları değil, korunmaya ve kollanmaya muhtaç yavrusunu şefkatle saran babanın kolları gibiydi. Hani bazı insanlar vardır ya; dünyaya büyümüş olarak gelirler. En azından yirmi yaşında yahut otuz yaşında dünyaya gelirler. Fikret öyle biriydi. Sadece ona karşı değil, çocuklarını severken de dıştan değil, daha çok içten sevenlerdendi.
 
“Sevda abla saat üçe geliyo, çarşıya gidecen mi?”
 
Halime’nin sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Tövbe tövbe… Bu da soru mu şimdi?
 
“Tabii ki gideceğim Halime! Sabah söyledim ya.”
 
Aceleyle yatak odasına geçti. Evin her tarafı gibi burası da kasvetliydi. Yerinden kımıldatılamayacak kadar ağır, her yerleri oymalı, klasik mobilyalar bütün evi kaplıyordu. Kadife perdeler de ayrı sıkıntıydı. Perdeler yüzünden dışarının havası hakkında bir fikir sahibi olmak oldukça zordu. Evin içi yaz kış mahzen gibi kapkaranlık oluyordu. Hepsi evlendikleri zamandan kalmıştı. Fikret çok beğenmişti eşyaları. Ne de olsa varlıklı yerin çocuğuydu. Tabii zevki de yetiştiği yere göreydi. Gerçi kendisi de ses etmemişti. Yalan yok! Biraz da mobilyaların ihtişamı hoşuna gitmişti. Ama şimdi eşyalardan da evden de ruhu daralıyordu. Zaman içerisinde insanın aklı da zevki de hayalleri de değişiyormuş.
 
Dolabın ağır kapağını açtı, kırmızı elbisesini çıkardı. Elbiseyi üzerine tutup boy aynasında baktı. Uzun sarı saçları elbisenin üzerinde dalgalandıkça ayrı bir güzellik katıyordu ona. Geçenlerde bu elbiseyle apartmandan çıktığında, kalık Aysel pencereden nasıl da hasetle bakmıştı! Mutlaka kırmızı rujunu da sürmeliydi, Salih çok beğeniyordu.
 
Birden duraksadı. Fikret’in sesi hiç çıkmıyordu. Acaba olup bitenin farkında mıydı? Yok canım, nereden bilecekti ki? Belki de tahmin ediyordu. Kendisinin düşkün hâlinin üstüne, iki küçük çocuklarının varlığı, içten geçenlerin dile dökülmesini çoğu kere engelliyor olmalıydı. Esaretin en acısı bu olmalıydı. Esaret ve mecburiyet! İnsanı ikiye bölen bir açmaz, bir tıkanma ve tükenme noktası olmalıydı. İçi başka, dışı başka konuşan ve yaşayan bir insan! Bir insanın, iki parça hâlinde yaşamak zorunda kalması her zaman riyanın eseri değil, çoğu kere korkunun sonucuydu.
 
Fikrini değiştirdi. Çok beğenmesine rağmen, kırmızı elbiseyi dolaba geri astı. Bu elbiseyi Salih de çok seviyordu. İki hafta önce giydiğinde üzerinden çıkarmasına izin vermemiş, oradan ayrılmadan evvel evde buldukları ütüyle yeniden elbisesini ütülemek zorunda kalmıştı. Bugün kırmızı elbisesini giymek içinden gelmedi. İçinden gelen isteksizliğe kendisi de şaşırdı. Onun yerine siyah renk bir bluz ve etek çıkardı. Ama kırmızı rujunu sürmeyi ihmal etmeyecekti.
 
Saate baktı; üç on beş. Dörtte buluşma yerinde olmalıydı. Çarşıya yakın bir yerde, Salih’in arkadaşının evinde buluşuyorlardı. Çabucak giyindi ama ipek çoraplarına ve kırmızı rujuna itina göstermeyi ihmal etmedi. Çekmeceden özel günlerde kullandığı parfümü çıkardı. Fikret parfümü Paris’ten, bir tanıdığına getirtiyordu. Kulak arkalarına, boynuna bolca sürdü. Salih deli oluyordu bu kokuya.
 
Evden çıkmadan önce Fikret’e görünmeliydi. İsteksizce koridoru yürüdü; yüzüne yapmacık bir tebessüm kondurup, çalışma odasının kapısını tıklattı. İlk olarak Fikret’in kesik öksürüğü duyuldu, sonra nazik sesi: “Buyurun.”
 
Sevda, abartılı bir doğallıkla odaya girdi.
“Hayatım, ben alışverişe gidiyorum. Bir isteğin var mı?” diye sordu.
Fikret okuduğu kitaptan başını kaldırıp, kaçamak bir bakışla onu süzdü. Bakışları tekrar kitabına dönerken, “Teşekkür ederim, yok!” dedi.
 
Her şeye rağmen, onun bu hâli Sevda’nın içini acıtıyordu. Nasıl da yaralı ve çaresiz duruyordu. Bir an için kendinden nefret ettiyse de eski ruh hâline dönmekte gecikmedi.  
 
“Peki, ben çıkıyorum. Hoşça kal” diyerek odadan çıktı.
 
Halime’yi mutfakta buldu. Kan ter içinde yerleri siliyordu. Halime biraz kaba sabaydı ama çalışkan kızdı. Ara sıra canını sıksa da genellikle ondan memnundu. En önemlisi güvenilir olmasıydı. Şimdiki zamanda bu bile yeterliydi.
 
“Halime ben çıkıyorum. Biliyorsun çocuklar dört buçukta gelir, ikindi kahvaltılarını hazır et. Saat altı gibi çıkarsın, zaten ben de o saatte gelmiş olurum.”
 
“Tamam Sevda Hanım, merak etme.”
 
Kapıyı çekip çıkarken hâlâ aklında Fikret’in bakışı vardı. Hiç ses etmeden ne çok şeyler anlatmıştı. Acaba ne kadarını okumayı öğrenebilmişti. En iyisi bilmemek! Bilen dert sahibi, gam sahibi olmaktan öte ne kazanıyordu.
 
Telâşla yoldan geçen ilk taksiyi durdurup bindi. Çarşı merkezine kadar on beş dakikalık yol vardı. Sürekli saatini kontrol ediyor, heyecandan içi içine sığmıyordu. Bir an önce Salih’in kollarında olmak için can atıyordu. Onun kollarında olmak; arzulu bedenini hazzın zirvesine taşımakla birlikte, yaralı ve yapayalnız ruhunun acılarını teskin eden bir efsun gibiydi. Yaşamak mecburiyetinde olduğu hayatın çıkışı olmayan labirentinde kaybolmuştu. Salih ona bu kaybolmuşluğu unutturuyor; bazen “Seni Seviyorum” diyen bir fısıltı, bazen içini titreten bir dokunuş, bazen de tenini geçip ruhuna işleyen bir öpüşle onu oradan çekip alıyordu. Birlikte geçirdikleri süre boyunca aşkın o en hararetli haliyle aklından herkesi ve her şeyi siliyor, adeta yaşamın bütün yükünden onu kurtarıyordu. Salih’le olmak demek, büyülü bir diyarın kapısını aralamaktı. O kapıdan geçtikleri anda dünyada ikisinden başka hiç kimse kalmıyor, ruhu sonsuz bir aşk ve arzuyla tamamlanıyordu. Onun varlığı; yeryüzünde doyasıya nefes almak, yaşadığını iliklerine kadar hissetmekti. Ödeyeceği bedel Fikret’e ihanet etmek olsa bile önemi yoktu.
 
Nihayet çarşıya gelmişlerdi. Ana cadde üzerinde taksiyi durdurup indi. Hiçbir zaman evin önüne kadar taksiyle gitmiyordu. Ne olur ne olmaz, gittiği adresi hiç kimse bilmemeliydi. Ev iki sokak ötedeydi, ama sanki yol bir türlü bitmiyordu. Salih’in, aşk dolu gözlerle kapıda karşılayışını hayal ederek hızlı adımlarla yürüdü.
 
Nefes nefese dairenin kapısına geldiğinde saat dörttü, tam vaktinde gelmişti. Heyecandan eli titreyerek zile bastı. İçeriden kapıya doğru gelen ayak seslerini duyduğunda, kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Salih kim bilir ne çok özlemişti onu. Topu topu bir buçuk saatleri vardı, sohbet etmeye vakit yoktu. Sohbet etmek de nereden gelmişti aklına?
 
“Aman zaten telefonda yeterince konuşuyoruz, şimdi sohbeti düşünmenin sırası mı?” diye geçirdi içinden.
 
Kapıya yaklaşan her bir adımı duyduğunda, vücudunu saran sıcaklık da dalga dalga yükseliyordu.
 
Kapı usulca açıldı. Bir an gözlerine inanamadı. Karşısında tanımadığı bir adam vardı. Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Sonunda kekeleyerek;
 
“Şey… Ben… Salih beyi soracaktım” dedi.
 
Adam da biraz şaşırmış olmakla birlikte tebessüm ederek;
 
“Salih burada yok hanımefendi, kim aramıştı?” diye sordu.
 
Şimdi ne demeliydi? Sevgilisiyim diyemezdi. Çekinerek;
 
“Bir arkadaşıyım. Burada buluşacaktık.” dedi.
 
Adam çok şaşırmış göründü.
 
“Bir yanlış anlama olmuş sanırım. Salih’in bu akşam nikâh töreni var. Ben de tören için hazırlanıyordum.”
 
Yüreği sıkıştı, gözleri karardı. Ruhunda yaşanan sarsıntı, bedenini yere sermeye yetti. Karanlık koyulaşmadan son gördüğü, kendisine doğru uzanan korku dolu bir çift göz oldu.
 
– SON –
Sarsıntı Sarsıntı
Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı Sarsıntı

Bir Yorum

  1. Murat Taycıoğlu

    Bu yıl okuduğum öyküler içerisinde beni en çok saran en çok etkileyen ve sarsan öykü bu öykü oldu.
    Yüreğinize sağlık.

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir