Yüreğimden Tren Rayları Geçer


DİLEK GÜNEŞ 
Yüreğimden Tren Rayları Geçer |ÖYKÜ| 
 
Aynı yerler kimimize mutluluğu, kimimize hüznü hatırlatır.
Oralardaki anılarımızdır bize bu kırmızı çizgileri çektiren.
Bir de keşkeler varsa, işte o zaman…
 
Gar’a ulaştığında, Adana’nın boğucu sıcağında koşturmaktan kan ter içinde kalmıştı. Eline ve belki de daha çok ruhuna iyiden iyiye yük olan valizini raylara en yakın, gölge bir yere koyup üzerine oturdu. Cebinden çıkardığı eski mendili ile yüzündeki teri silip, boş gözlerle etrafına bakınırken; tren garının ümit, ayrılık, sevinç ve hüzün kokan havasını ciğerlerine çekti. İçindeki boşluk duygusu adeta bir kat daha büyüdü. Kendini, hayat karşısında artık çabalayamayacak kadar güçsüz ve aciz hissediyordu.
 
Buraya dair anıları, yıllardır her gelişinde olduğu gibi bugün de geçmişin tozlu raflarından birer birer üzerine üşüşüyordu. Boşluğa bakarcasına raylarla göz göze geldiğinde, Ağustos ayının yakıcı sıcağına rağmen sanki kış ortasında üşüyormuş gibi içi titredi. Onun için burası kavuşmaların ve sevinçlerin değil, daima ayrılıkların ve hüzünlerin kavşağı olmuştu. Burada kimi zaman sevdiklerini uğurlamış, kimi zaman ise onları geride bırakmıştı. O, dönüşü belli olmayan bu yolculuğun başlangıcındayken, gar bu kez de ümitsizliğinin ve yalnızlığının gönüllü şahitliğini yapıyordu.
 
Acıları karabasan gibi onca ağırlığıyla göğsüne çöreklendiğinde; hayatın gerçeklerinin tüm acımasızlığıyla, mutlu çocukluğunu nasıl paramparça ettiğini hatırladı. Gardan ilk uğurladığı babasıydı, o zaman henüz beş yaşındaydı. Şifa için Ankara’ya giden gencecik adamın hasta kalbi; yolculuğun sonuna kadar dayanamamış, pes etmişti. Babasını tedavi için yolcu ettiğinin ertesi günü amcaları ve dayıları ile birlikte onun cenazesini karşılamaya buraya tekrar gelmişti. Çocuk aklıyla bir türlü anlayamadığı ölümün; soğuk, kasvetli havasının ağırlığına herkesle birlikte o da teslim olmuştu. Her zaman oradan oraya koşturan minik ayakları o gün garın taş zeminine sanki mıhlanmış, bakışları vagonun kapısına asılı kalmıştı. Daha otuzuna bile gelmemiş annesinin trenden inerken yüzünde gördüğü keder, artık onun için çocukluğunun bittiğinin habercisi gibiydi.
 
Bu hatıra ne zaman aklına gelse, kalbi tıpkı o günkü gibi sızlıyordu. İstemsizce elini göğsüne, kalbinin üstüne bastırdı. Dili damağı kurumuştu. Valizinin dış gözüne koyduğu su şişesine uzandı, titreyen elleri ile açıp bir yudum içti. Su ılımış olsa da kurumuş boğazını ıslatmış, onu soluklandırmıştı. Gözlerinde donup kalmış gözyaşı buğusunu, hiç kimseye fark ettirmeden, mendiliyle usulca sildi. Yüreğindeki sıkıntı iyice artmış, göğsünün orta yerine bırakılmış büyük bir kaya parçası gibi ağırlaşmıştı.
 
Ansızın garda yankılanan anons onu düşüncelerinden sıyırdı. Bilet almadığını hatırladı, panikle ayağa kalktı. Gişeye gitmeye niyetlendi, ama kararsızlığı güçsüz dizlerine hızla sarılıp onu tuttu. Hâlâ nereye gideceğine karar vermemişti, düşünmek için valizinin üzerine tekrar oturdu. Bunalmış ruhu bu şehirden olabildiğince uzağa gitmek istiyor; fakat kalbi, buradan ne kadar uzağa giderse o kadar soluksuz kalacağını derinlerden fısıldıyordu. Ölebilse kurtuluşu olurdu, oysa soluksuz kalıp her anı yarım bir nefesle yaşamak ne büyük işkenceydi… Daha önce defalarca bunu yaşamıştı. Bu şehirden ne uzağa gidebiliyor ne de burada kalabiliyordu. Otuz beş yıldır çözemediği bu muamma yine karşısındaydı. Ve kararsızlığıyla tekrar baş başa kaldı.
 
Valizin üzerinde oturmaktan bacakları uyuşmuştu, onların acısıyla başını kaldırıp etrafına bakındı. İleride boş bir bank vardı. Ayağa güçlükle kalkıp elinde valiziyle oraya geçti. Banka oturup sırtını yaslamak iyi gelmişti. Fakat hâlâ nereye gideceğinin kararına varamamıştı.
 
Biraz önce durduğu yere bağırışlar, kahkahalar eşliğinde kalabalık bir grup geldi. Grubun “En büyük asker bizim asker” bağırışları garda yankılanırken, yüreğindeki bir başka yara kanamaya başlamıştı bile. On yıl önce o gelememişti ama kız kardeşinin oğlu, biricik yeğeni askere böyle uğurlanmıştı. O da görebilsin diye onu aramışlar, yeğeni ile telefonda vedalaşmıştı. Ahmet daha askerliğinin yarısını bile tamamlayamadan şehit olmuş, askere uğurlayamadığı yeğeninin cenazesini yine bu garda karşılamıştı.
 
Cebinden cüzdanını çıkardı, içinden hiç çıkarmadığı fotoğrafa bir kez daha baktı. Canı ciğeri Ahmet’inin çocukluk fotoğrafıydı. Sanki olacağı daha o zamandan biliyormuş gibi küçücük eliyle asker selamı vermişti. Belki kokusunu alırım ümidiyle her zaman yaptığı gibi avucunun içindeki fotoğrafı yüzüne yaklaştırdı. Aldığı nefesle burnundan içeri sızan garın hüzün kokan havasından başka bir şey değildi.
 
“Bir an önce kaçıp kurtulmalıyım bu şehirden!” diye düşündü. Yüreğindeki acılar, belki bu kez gittiği mesafe ile hafiflerdi, kim bilir?
 
Kız kardeşinin ve erkek kardeşinin tüm ısrarlarına rağmen gitmeye karar vermişti. Babadan kalma üç beş kuruşluk dünya malı için önce kalbini kırmışlar, sonra da hiçbir şey olmamış gibi kal diye ısrar etmişlerdi. Mutlaka annesi onlara çekişmişti, o hiç kıyamazdı ona.
 
“Fedakâr annem, çileli annem” diye mırıldandı. Onları büyütebilmek için ne çok emek vermişti. O da annesine kıyamazdı. Onun için sabah ezanından önce, daha annesi uyanmadan valizini kapıp sessizce evden çıkmıştı. Annesi onun evde olmadığını çoktan anlamıştır ama hâlâ valizini aldığını fark etmemiş olmalıydı. Yoksa şimdiye kaç kere arardı telefonunu.
 
“İstanbul’a gitmeliyim” diye geçirdi içinden. Oranın kalabalığı ve bitmeyen hareketliliği onu oyalardı. Zaten orada bir de hırdavat dükkânı vardı. Mühendis olmasına rağmen mesleğini yapmak içinden gelmemişti. Adana’dan ayrıldığında dermansız gönül yarasıyla İstanbul’a atmıştı canını. Birkaç yıl orada burada çabaladıktan sonra bu hırdavat dükkânını açmıştı. Son iki yıldır Salih bakıyordu işe güce. Salih’i daha 9-10 yaşlarındayken çırak olarak almıştı yanına. Annesi ölmüş, babası başka bir kadınla evlenmişti. Babası da kısa bir süre sonra ölünce tamamen evlat olmuştu ona. Askerden geldiğinden sonra da onu evlendirmişti. Şimdi mutlu bir yuvası, iki çocuğu vardı Salih’in. Ona nasip olmamıştı bunlar ama Salih’in mutluluğu huzur veriyordu içine.
 
Kararını vermiş olmanın rahatlığıyla yerinden kalktı. Biraz başı döndü, sendeledi. Sabahtan beri bir şey yemeden koşturmuştu, ondan olmalı diye düşündü. Bilet gişesinin önüne geldiğinde nefesi daralmıştı. Gömleğinin yakasını bir düğme daha açarak gevşetti. Bir an önce buralardan uzaklaşmalıydı, telaşla cebinden cüzdanını çıkarıp bir miktar parayı gişe görevlisine uzattı.
 
Perona geldiğinde trenin hareket etmesine birkaç dakika vardı. Vagonun önünde durdu, valizini yere bıraktı. Paketini cebinde hep tuttuğu ama içmemek için direndiği, eski dostu sigarasından bir tane çıkarıp yaktı. Öylesine dalgındı ki, bici bici satan seyyar satıcının sesi ile irkildi. Sesin geldiği tarafa baktığında on dokuz, yirmi yaşlarında bir delikanlı ile emsal yaşlarda bir genç kıza gözü takıldı. İkisinin de utangaç yüzlerine sinmiş ve bir türlü saklayamadıkları kederin, ayrılıktan olduğunu tahmin etti. Delikanlı kuvvet almak istercesine elindeki küçük valizin kulpuna sımsıkı yapışmış, genç kızı teselli etmek için alçak sesle ona bir şeyler söylemeye çabalıyordu. Çaresizliğini fark etmemek mümkün değildi. Kızın ise daha günler öncesinden ağlamaktan şişmiş gözleri her an boşalmaya hazır yağmur bulutları gibi dolmuştu.
 
Onların bu hâli, onca yıla rağmen yüreğinde bir türlü kabuk tutmayan derin yarayı tekrar kanatmaya yetti. Hayatının ilk ve tek aşkıydı, zaten ondan sonra hiç kimseyi kalbine almamış, alamamıştı. Sevgilinin elini tutmanın bile yürek hoplattığı, buluşabilmenin zorluğuyla daha çok mektuplarla ve hayallerle süren bir sevdaydı onlarınki. Mahalleden, okuldan arkadaştılar; ilk gençlik yıllarında ikisinin de duyguları kendiliğinden aşka dönüşüvermişti. Üniversite kazanıp ayrı ayrı şehirlere göç ettiler. İşte onu da bu garda, ondan başka hiç kimsenin kendini göremeyeceği bir yere gizlenerek uğurladı. Kalbinin yarısı da onunla birlikte gitmişti. Fakat araya mesafeler ve zaman girip, bir de üstüne kıskançlıklar eklenince yok yere tartışmalar başladı. Karşılıklı kahır dolu mektuplar yazılıyor, küslükler oluyordu. Yersiz gururların sonunda ayrılık oldu. İlk yıllarda  hep kendini haklı görüyor, böylece bu ayrılığa katlanmak daha kolaylaşıyordu. Ama aradan geçen yıllar keşkelerini çoğalttıkça, kalp yarası da büyüdükçe büyüdü. Düşündükçe göğsü daralıyordu. Keşkeler, yüreğe ne ağır bir yüktü…
 
Galiba aşk yarasının en derini pişmanlık yüklü olanıydı. Keşkelerin olduğu her yaşanmışlık, yürekte ömür boyu hissedilecek bir iz bırakır; ama en derin izi bırakan, hatta iflah olmaz yara açan, mazide yarım kalmış ve keşkeler yüklü bir aşktı…
 
Üniversite bittiğinde Adana’ya geri dönmüş, onun nişanlandığını duymuştu. Bir türlü baş edemediği aşk yarasıyla burada daha fazla kalamayacağını anlamıştı. Evlendiğini görmemek için düğünden bir hafta önce ayrıldı bu şehirden. Garda annesi ve kardeşleri onu yolcu ederken acısını her ne kadar sahte bir tebessümle gizlese de gözlerindeki hüznü ve meçhule adım atmanın ürkekliğini annesi çoktan hissetmişti. Tren hareket ettiğinde el sallarken göz göze geldikleri o anda, her ikisi de gözyaşlarını kifayetsizce saklamaya çalışmışlardı.
 
Kulaklarında yankılanan son anons da yapıldı, artık gitme vaktiydi. Sigarasının izmaritini atıp, valizini eline aldı. Sonunda buradan kaçıp, yüreğindekilerden ve aklındakilerden kurtulacaktı. Ya da o, çaresizce bunu ümit ediyordu. Kaçarak belki birçok şeyden kurtulabilirdiniz; ama en vefalısı gönül yüküydü, maalesef o hiç terk etmezdi.
 
Vagona adım attığında, giderken iki arada bir derede kalmış tüm insanların yaptığı gibi o da son kez ardına dönüp baktı. Onca kalabalığın içinde üzerinde donup kalmış bakışların sahibini fark ettiğinde tren çoktan hareket etmişti. O tanıdık, zalim yeşil gözlerin büyüsüne ansızın, aynı yıllar öncesinde olduğu gibi yine kapılıverdi. Kalbi, sanki yaralı bir kuş gibi göğsünde çırpınıyordu. Zoraki adımlarla kompartımana girip, kendini koltuğa atarcasına bıraktı. Elleri, bacakları, tüm vücudu titriyor; kalbi, en derininden bir bıçak yarası almış gibi sızlıyordu. Hıçkırıklarını bastırabilmek için ellerini yüzüne sımsıkı kapattı. Neden sonra gözyaşları içinde pencereden dışarı baktığında memleketi çoktan tepelerin ardında kalmış, görünmez olmuştu bile…
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir