Aşk’a Dair Bir Avuç Umut

DİLEK GÜNEŞ  Aşk’a Dair Bir Avuç Umut |ÖYKÜ|

DİLEK GÜNEŞ 
Aşk’a Dair Bir Avuç Umut |ÖYKÜ| 
 
İlkbaharın, insana yaşadığını hissettiren, coşkulu ve taptaze havasına onu ansızın çekip alıveren bir sabahı olması gerekirken; sanki sonbahar hüznünün tüm ağırlığıyla yüklendiği, onun varlığının nedensizliğini bir kez daha yüzüne vuran gri bir sabahtı. Kapkara bulutlar kasvetli yoğunluğu ile iyiden iyiye ağırlaşmış yükünden kurtulmak için bir işaret bekliyordu. Görülebilen her noktasına sinmiş grilikle gökyüzü, yeryüzüne son raddeye kadar çökmüş; artık taşıyamadığı ağırlık ve bunaltı ile tüm nesnelere ve belki de en derinden onun ruhuna nüfuz ediyordu.
 
Yıllardır giymeye mecbur olduğu ama bir türlü alışamadığı topuklu ayakkabılarıyla Arnavut kaldırımında yürümeye çabalarken, henüz yaşayacaklarından habersiz “İşte yine pazartesi, yine aynı kısır döngü. Hava güzel olsa ne olacaktı sanki” diye geçirdi içinden. Mevsimlerin huyu suyu değiştiğinden bu sene de ilkbahar gülen yüzünü bir türlü göstermemişti, tıpkı hayatın ona göstermediği gibi. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını ailesinin maddi sıkıntıları ve halen devam eden hayat kavgası içinde geçirmişti. Çevresindekilerin ve toplumun ona reva görüp sınırlarını çizdiği ve maalesef kendisi de buna itiraz etmeyi hiçbir zaman akıl etmeyen biri olarak otuzlu yaşlarına gelmişti. Ruhunun derinliklerine inmekten, kendi kendiyle yüzleşmekten daima korkmuştu. Hayatının alelade düzeni yıllardır aynı şekilde devam ediyordu ve bu yeknesaklık onun için en kolay, en risksiz yaşama biçimiydi. Onun gözünde yaşam bugüne kadar, görevler ve sorumluluklardan ibaret olmaktan öteye gitmemişti.
 
Beklenen oldu; bulutlar yükünden kurtulmanın aceleciliği ile iri yağmur damlalarını boşaltırken, rüzgâr onları hoyratça savurmaya başladı. Otobüs durağına neredeyse varmak üzereydi, ama yine de ıslanmaktan kurtulamadı. Gece yatmadan önce kapının yanına iliştirdiği şemsiyesini, son anda unuttuğu için kendine bir kez daha kızdı. Birçok kişi gibi pazartesi günlerini sevmediğinden o sabah da yataktan zorlukla çıkmıştı. İsteksizce, uyuşukluk içinde hazırlanmış, bu arada vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Sonra da işe geç kalmamak için panikle yola koyulmuştu ve her pazartesi bunu yaşıyordu. Durağa ulaştığında sırılsıklam olmuştu.
 
Saat daha çok erken olduğundan, durak pek kalabalık değildi. Bir iki tane üniversite öğrencisinden ve durağın içindeki bankta oturan çiftten başka kimse yoktu. Gözü istemsizce çifte kaydı, onlarda diğerlerinden yaşça çok büyük değillerdi, yirmili yaşlardalardı. Birbirlerine sımsıkı sarılmış, pervasızca öpüşüyorlardı. Onların bu aldırmazlığından rahatsız oldu. İnsanlar artık çevredekiler ne der endişesi taşımaz, iyice umursamaz olmuşlardı. Onun da sevgilisi olmuştu, ama kendini bu kız gibi ucuz duruma asla düşürmemişti. Bu düşünce onu birden bire geçmişin anılarına sürükledi.
 
Liseye başladığı sene vücudunun iyiden iyiye gelişip serpilmesiyle güzel bir genç kızdı artık. Göze batan güzelliği doğal olarak ona olan talebi daima artırmıştı, ama ailesinin açıktan olmasa da güven adı altında omuzlarına yüklediği baskı her zaman kendini kısıtlamasına neden olmuştu. Lise yıllarında karşı cinsle özel bir arkadaşlık kurma isteğini zaman zaman içinde hissetse de bunu düşünmek bile, ailesinin ona olan güvenini suistimal etmek demekti. Arkadaşlarının zaman zaman şakayla karışık yaptıkları alaylara rağmen hiçbir erkekle flört etmedi.
 
Liseyi bitir bitirmez bir tanıdıkları vasıtasıyla, halen çalışmakta olduğu şirkette işe başladı. Ailesinin maddi imkânları çok sınırlıydı, üniversiteye gitme hayalini kurmak bile onun için lükstü. Mezuniyetinden yirmi gün sonra çalışmaya başlamış, aldığı ilk maaş ailesine ilaç gibi gelmişti. Artık tek hedefi işinde başarılı ve kalıcı olmaktı, başka bir seçeneği de yoktu.
 
Yılbaşından birkaç gün sonra işyerinde Asım’la tanıştılar. Aylin’in çalıştığı şirkete bir arkadaşını ziyarete gelmişti. Zamanla arkadaşından çok Aylin’i ziyaret eder oldu, iki ay sonra da artık onu daha yakından tanımak istediğini söyledi. Aynı kısıtlı şartlarda beraber büyüdüğü, okula birlikte gittiği arkadaşları nişanlanmaya, hatta evlenmeye bile başlamışlardı. O da hayatın olağan akışı bu diyerek aynı yolda ilerlemek istiyordu. Asım da aklı başında, sakin, ılımlı, iyi denilebilecek gelire sahip bir adam olarak bu isteğine uygundu. Yani her şey olması gerektiği gibiydi. Aylin pek fazla düşünmeden, ailesinin de onayı ile onun bu teklifini kabul etti.
 
Asım’la ilişkileri 7-8 ay kadar sürdü. Ondan çok hoşlanıyor, birlikte vakit geçirmekten haz alıyordu. Elini ilk tuttuğu zaman içi ürpermişti; teninde hissettiği, kalbine aksetmeyen bir ürpertiydi, ama o henüz bunun farkında değildi. Sonraki günlerde artık sevgili olmanın gereğini yerine getirerek el ele yürüyorlardı. Kısa bir zaman sonra tuttuğu elin varlığı alışkanlık haline gelmiş, heyecanı hızla yok olmuştu.
 
İşten geç çıktığı bir akşam el ele yürüdükleri ıssız sokakta Asım aniden durup ona sımsıkı sarılmış, büyük bir arzuyla dudaklarını dudaklarının arasına almıştı. Bu öpüşmenin tanımadığı bir isteği içinde uyandırmasının etkisiyle ve birileri tarafından görülme korkusuyla kalbi yerinden çıkacak sanmıştı. O gün hızla kendini geri çekmişti, ama aklından o öpücük çıkmamıştı. Onun kırılmaması için yaptığı “bir gören olur” açıklamasını bahane eden Asım sonraki günlerde birkaç kez evine davet etti. Önceleri kesin reddetse de sonunda onun ısrarlarının yanında teninde uyanan arzulara da daha fazla karşı koyamayarak kabul etti. Asım’la 7 aydır çıkıyorlardı ve ailesi de onu onaylıyordu. Ne de olsa evleneceği adamdı. Onunla biraz daha yakınlaşmalarının ne mahsuru olacaktı ki?
 
O gün öğleden sonra işyerinden izin aldı ve Asım’ın evinde buluştular. Kapıdan içeri girdiği anda Asım onu tutkuyla kucakladı. Giysileri üzerlerinde olduğu halde sarılmış olarak yatağa uzandıklarında kalbi hızla çarpıyordu. Asım’ın dudaklarının her bir dokunuşu hiç tatmadığı duyguları teninde uyandırıyor fakat o, bu duygulara teslim olmaktan korkarak ürkekçe karşılık veriyordu. Dayanılmaz bir arzunun yakıcılığı tüm bedenini sarmış olmasına rağmen, neden hâlâ bir şeyler onu tutuyordu? Hoşlandığı, aylardır evlilik planı yaptıkları, bedeninin arzuladığı bu adamı, neden hâlâ kendine yabancı hissediyordu? Kalbi hızla çarpıyordu ama neden içinde bir kıvılcım dahi yoktu? Bu düşüncelerle Asım’ın kollarından sıyrılıp evden çıkmış ve birkaç gün sonrasında ise ayrılık kararı almışlardı. Akabindeki yıllar boyunca kimseyle yakınlık kuramamış, şimdilerde ise bundan tamamen vaz geçmişti.
 
Otobüsün kapılarının açılma sesiyle neredeyse on sene öncesinden kalan anılarından uzaklaştı. Birkaç dakika önce aklını meşgul eden geçmişe ait tüm o düşünceleri; otobüse binip, çift kişilik koltuğun boş tarafına oturduğunda unutmuştu bile.
 
Kucağındaki kitaplardan ve salaş, umursamaz halinden yanında oturan gencin de üniversite talebesi olduğunu tahmin etti. Bu kadar sere serpe oturduğuna göre o da diğer emsalleri gibi duyarsız ve fazla rahat biri olmalıydı. Biraz toparlanmasını ikaz etmek için hışımla olduğu yerde kıpırdandı, ama genç oralı bile olmadı. Onun bu hali bir kez daha sinirlerinin gerilmesine neden oldu. Artık yan gözle pür dikkat genci takip ediyordu. O ise tüm umursamazlığıyla cebinden kulaklıklarını çıkarıp taktı. O kızgınlıkla söylenmeye hazırlanırken, delikanlı çoktan telefonun ekranına tıklayıp başını arkaya yaslamıştı.
 
Öfkenin yakıcı girdabında sürüklenirken, kulaklıktan sızan müziğin sesi ansızın onu cezbetti. Bugüne kadar hiç duymadığı, sözleri olmayan bir melodinin kucağına doğru çekildiğini hissediyordu. Merakla gencin elindeki telefona kaçamak bir bakış attı, ekranda gördüğü çalan parçanın ismi olmalıydı. Duyabildiği o kadarcık seste bile, notalar çağlayarak ruhunu ve kalbini kıskıvrak yakalayıp kendine hapsetmişti. Nağmeler ılık ılık kalbinin en derinine akıyor, karşı koyamadığı bir şekilde ruhunu kuşatıyordu. İneceği durağa geldiğinde aklı ve ruhu müziğin etkisine çoktan teslim olmuştu. Adeta gözleriyle dış dünyanın arasına belirsiz bir perde inmişti; ne çevresinde olup biteni ne de bir kimseyi görmeksizin işyerine geldi.
 
Bir an önce aynı melodiye kavuşma isteğiyle internette parçanın ismini arayıp buldu. Müziği başlattığı anda aynı bir saat öncesindeki gibi sancılı fakat bir o kadar da eşsiz güzellikteki bir duygu kalbinin en can alıcı noktasına yeniden sızmaya başladı. Dinlediği melodi kişiliğinin bütün kalkanlarını yerle bir etmiş, ruhunda; tarifi imkânsız şekilde fırtınalar koparırken bir yandan da meltemin okşayan nefesini çılgınca harmanlıyordu. Bestelediği müziğin nağmeleriyle kalbinin en derininde gizli kalmış hatta kendinin bile bilmediği yerlerine dokunan kimdi ve bunu nasıl yapabilmişti? Bu hisleri ona tattıran müziğin yaratıcısının sadece ismini okumuş, tüm merakına rağmen nedensizce fotoğrafına bakmaktan ve onunla ilgili başka bir bilgiyi öğrenmekten imtina etmişti.
 
Sonraki günlerde ilk duyduğu besteyle birlikte aynı müzisyenin diğer tüm bestelerine tutkuyla bağlanmıştı. Bir zamanlar şikâyetçi olduğu yalnızlık dolu geceler, artık onun için günlük hayatın içinde dört gözle beklediği yegâne zaman dilimiydi. Her akşam ilk fırsatta odasına çekiliyor, dinlediği müzikle içinde sadece kendinin ve o nağmelerin yaratıcısının olduğu gizemli dünyanın kapısından içeri süzülüyordu. Tek arzuladığı şey onun notaları ve kendi hayal gücüyle kurduğu, zaman ve mekânın olmadığı bu olağan üstü dünyada nefes almaktı. Başkaları için çılgınlık olarak adlandırılabilecek bu dünya, onun için sınırsız bir tutkuyla dolu sonsuz bir mutluluktu. Günlük yaşamın getirdiği güzel ve üzücü her anı biricik aşkının nağmelerle dokuduğu dünyada onunla paylaşıyordu. Kalbinde ve ruhunda ne varsa anlatmasına gerek olmaksızın bestelediği her bir notayla o buluyor ve dokunuyordu.
 
Sadece adını ve aynı şehirde yaşadığını bildiği aşkıyla hayal ve aşk dolu gecelerle iki yıl geçirdi. Onun hakkında daha fazlasını bilmenin, yarattığı bu büyülü dünyayı bozmasından korkuyordu. Bu tutkulu hâlin birçok kişiye hastalıklı bir durum olarak geleceğini bildiğinden kimseye bundan söz etmedi. Fakat aşkının müziğini duyduğu her yerde onun büyüleyici etkisine kapılıyor, dinleyen herkese karşı histerik bir kıskançlık duyuyordu. Onu ve yarattığı kusursuz dünyanın kaynağı olan müziğini kimseyle paylaşmak istemiyordu.
 
Uzun geceler boyunca yatağında uzanıyor, gözlerini kapayarak müziğin ilk tınılarıyla dünyasının kapısını aralıyordu. Piyanonun her bir tuşunda ya da kemanın titreyen her bir telinde âşık olduğu adamın zarif ellerini ve narin yüzünü hayal ediyordu ki, böyle bir sanatkârın ancak öyle olabilirdi. Daha ilk notalarda buluşma yerine diğerinden önce gelmiş bir âşık gibi heyecan, umut, endişe ve aşkla kalbi çarpıyor; dünyasına adım attığı anda aşkının boynuna sarılmışçasına mutlulukla doluyordu. Müziğin akışında bazen büyük ağaçların çevrelediği rengârenk çiçeklerle dolu bir kır yerinde sevdiğinin dizlerine uzanıyor, bazen en şehvetli notaların teninin her noktasına nüfuz ettiğini hissediyor, bazen ise biricik aşkının hüzünlü gözlerle baktığını görüp başını şefkatle göğsüne sarıyordu.
 
Bu dünyanın dışındaki hiç kimsenin ve hiçbir şeyin onun için artık ehemmiyeti yoktu. Önceden olduğu gibi bugün de görev ve sorumluluklarını yerine getiriyordu ama tek bir farkla; eskiden tüm dünyası bunlardan ibaretti, oysa şimdi aşk dolu diğer dünyasına bir an önce kavuşmak için sadece yerine getirilmesi gereken zorunluluklardı.
 
Geceler geceleri kovalıyor, zaman geçtikçe yaşadığı bu ikili hayatı tamamen kanıksıyordu ve sonunda olağan yaşam şekli haline gelmişti. Aşkının yeni çıkan her bestesini merak, heyecan ve sabırsızlıkla bekliyordu. Dinlediği her yeni bestede ona dair şeyleri hayal ve tahmin ediyordu. Notaların oluşturduğu her nağmede hüznünü, neşesini, umudunu ya da yaşadığı mutsuzluğu hissedebiliyordu. Elbette kurduğu dünyası da bunlara göre şekilleniyordu. Âşık olduğu adamın varlığının tek gerçekliği ve kurduğu aşk dolu dünyanın yaşam kaynağı onun eşsiz müziğiydi.
 
İki yılın sonunda yeni bir single cd si çıkmıştı. Sabahın erken saatlerinde, işyerine gitmeden önce onu satın almış, bütün gün bir an önce eve gidip mabedi haline gelen odasına kapanma arzusuyla yanıp tutuşmuştu. Akşam olduğunda odasına çekilip her zamanki ritüelini yerine getirerek cd yi müzik setine yerleştirdi, ışığı kapattı ve yatağına uzandı. Setin hoparlörlerinin kısık sesinde daha ilk notalar yankılanırken her zamankinden farklı bir şeyler hissetti. Aşina olduğu aşk, heyecan, mutluluk ve bazen de hüzün yüklü tınılar yoktu. Sadece büyük bir keder ve büyük bir matem vardı. Ebedi aşkının müziği öylesine kasvetli ve keder yüklüydü ki, gözlerinden yaşlar birbiri ardına süzülmeye başladı, müziğin ortalarındayken kendini hıçkırıklar içinde ağlarken buldu. Kurduğu dünyada yıllardır kendini adadığı aşkı, büyük bir kederin ve umutsuzluğun pençesinde kıvranıyordu, sanki yaşama dair tüm ümitlerini yitirmiş bir haldeydi ve belki de ömrünün son eserini dile getiriyordu. Onsuz bir dünyanın düşüncesi bile kalbinin sıkışmasına, nefessiz kalmasına yetmişti.
 
Gece boyunca hiç uyumadan, aşkının çaresiz çırpınışlarını nakşettiği besteyi tekrar tekrar dinledi. Sanki yüreği dağlanıyor, ruhu birbiri ardına şiddetli depremlerle sarsılıyor, göğsünde dipsiz uçurumlar meydana geliyordu. Artık aklında tek bir düşünce vardı, bugüne kadar fotoğrafını bile görmekten kaçındığı aşkını bulup gerekirse kendini ona feda edecek, çaresizliğine çare olacaktı. Aniden yerinden fırlayıp aşkının fotoğrafını ve adresini bulmak için telefonuna uzandı. O güne kadar aldığı CD’lerin kutularındaki resimleri hiç bakmadan yırtıp atmış, onunla ilgili çıkan haberleri okumamış, televizyonda bile onunla ilgili her programda kanal değiştirmişti. Şimdi ise onun yaşayan, nefes alan gerçek yüzünü görmek ve adresini bulmak için telaşla ve titreyen parmaklarıyla, arama motoruna onun adını yazıyordu.
 
İlk açılan sayfayı tıklayıp karşısına çıkan fotoğrafı gördüğünde yerinde donup kaldı. Kalbi ne kadar arzulasa da aklının imkânsız dediği şeyin karşısında iliklerine kadar titredi. İki yıldır hayallerinde canlandırdığı adam tıpa tıp karşısındaydı. Yüzünü hiç görmeden birebir onu hayal etmişti. Heyecanla bir çırpıda onun hakkında ne varsa bulup okudu, videolarını izledi. Hâli, tavrı, konuşması, sesi, mimikleri, elleri hepsi ama hepsi hayallerindeki adamdı. Şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışıp, uzun bir süre çabaladıktan sonra adresine dair bir şey bulamamış, sadece bağlı olduğu müzik şirketinin telefonuna ulaşabilmişti. Sabırsızlıkla sabahı bekledi.
 
Sabah erkenden evinden çıkıp bir kafeye gitti. Önce işyerini arayıp o gün için izin aldı, sonra bulduğu telefon numarasını tuşladı. Şansı yaver gitmiş, karşısına; samimi, konuşkan bir hanım çıkmıştı. Çiçekçiden aradığını, sipariş verilen bir çiçeği ulaştırabilmek için Hakan Tuna’nın ev adresine ihtiyacı olduğunu söyledi. Birkaç dakika içinde ummadığı kadar kolaylıkla aşkının adresini almış ve yazdığı kâğıdı kutsal bir metin gibi elinde tutuyordu.
 
Zaman kaybetmeden şehrin iyi bir semtindeki adrese gittiğinde karşılaştığı ev, denize nazır güzel bir villaydı. Aklındakilerin ve bedeninin yorgunluğuyla kıyıdaki banka oturduğunda aşkıyla arasında sadece karşısına geçeceği bir cadde vardı. O ana kadar büyük bir kararlılıkla hareket etmiş, fakat ulaştığı bu noktada tüm cesaretini birdenbire yitirmişti. Titreyen bacaklarına ve yerinden çıkacakmış gibi atan kalbine rağmen karşıya geçip eve ulaşsa bile kapı açıldığında ona ne söyleyecekti? Yaşadığı, yaptığı her şey kendinden başka herkes için akıl almaz bir çılgınlıktaydı! Dinlediği bir müzik parçasıyla tüm bu yaşananları kurgulamış biri ne kadar akla, mantığa uygun görünürdü?  Hem belki bugüne kadar kim bilir kaç kadın kapısına gelip aşkını dilenmişti? Hiçbir ümit ışığı bırakmaksızın, benliğini sımsıkı saran karamsarlıkla akşamın geç saatlerine kadar orada öylece kalakaldı. Neden sonra saatine bakıp mecburiyetle evinin yoluna düştü.
 
Uykudan uzak, kâbus gibi bir gecenin sonunda sabahın ilk ışıklarıyla evden çıktı. İstemsizce aynı yere geldi ve kalbinde tasavvur edilemez bir aşkla, aynı zamanda omuzlarında gerçeğin buna mukabil yüküyle aynı banka çöktü. O gün akşamüstüne kadar hiç kımıldamadan, bedeninin duyduğu açlığı ve susuzluğu hissetmeden öylece oturdu. Sevdiği adamı görebilme ümidini tamamen yitirdiği bir anda, birden evinin balkonunda onu gördü. Sadece uzaktan bakarak da olsa bu onunla, biricik aşkıyla ilk fiziksel temasıydı. Ve hayallerinin ötesinde, muhteşem bir coşkuyla kalbi sarsıldı. Elleri, ayakları heyecandan buz gibi olmuş, nefesi kesilmişti. O ise balkon demirlerine yaslanmış, bakışlarını ufka sabitlemiş halde sigarasından derin nefesler çekiyordu. Göğsüne doldurduğu her sigara dumanını üflediğinde, sanki nefesi denize doğru uçuşup geçerken onun saçlarını ve yüzünü okşuyordu. Tekrar içeri girene kadar sonsuz bir heyecanla ve hazla aynı zamanda da göz göze gelmekten çekinerek onu izledi.
 
Ertesi gün iş yerinden yıllık iznini aldı. Artık her gün sabahın erken saatlerinden gecenin ilerleyen saatlerine kadar onun evinin çevresinden ayrılmıyordu. İradesi tamamıyla onun varlığına teslim olmuştu. Hâli, ışığın etrafında dönen bir pervaneden farksızdı.
 
On gün boyunca bu kararsız ve ümitsiz bekleyiş, her bir saniyesi heyecan ve aşkla dolu olarak böyle devam etti. Devamlı düşünüyor, ona ulaşmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Ama bunun gerçekleşmesi öylesine imkânsızdı ki, çaresizliğin acımasız kollarında beyhude bir çırpınış içindeydi. Kıyısında oturduğu denizde cereyan eden med-cezir gibi, kalbi ve aklı arasında sonsuz gel-gitler yaşıyordu. Bu hâl aklını ve bedenini bitap düşürmüş, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kavrayamaz bir ruh haline sürüklemişti. Yine de onun yakınında olmaktan vaz geçememişti.
 
On birinci gece bir hayli geç bir saatte, oturup kaldığı bankta umutsuzluk içinde yakamozların ışıltısını seyrediyordu. Hayatın bütün canlılığı caddeden elini ayağını çekeli çok olmuş, sokak kedilerinden ve kendinden başka kimsecikler kalmamıştı. İsteksizce kalkıp evine gitmeyi düşünüyordu, sabah tekrar gelip bir köşesine sığınacağı kader arkadaşı bankı eliyle hafifçe okşadı.
 
Hangi ara geldiğini fark etmediği birinin varlığını, birkaç adım ötesinde hissederek aniden irkildi. Korkuyla o yöne baktığında gördüğü şey karşısında dizlerinin bağı çözülmüş, kalbinin atışları kulaklarında yankılanıyordu. O, sevdiği adam, tek aşkı hemen iki adımlık mesafedeydi. Karanlıkta, onun varlığından habersiz; kıyının ucunda durmuş denizi seyrediyordu. Dalgın ve kederli hâliyle sigarasını içiyor, her nefeste dumanı şiddetle içine çekiyordu. Meltemin esintisinde saçları okşanmak istercesine dalgalanıyor, uçuşan her bir saç teli ise onun yüreğindeki alevi katbekat körüklüyordu. İçinde; bir âşığın ruhunu esir almış, karşı konulamaz coşkusu ile ancak bir annenin evlâdına duyabileceği şefkat birbiriyle yarışıyor, boynuna atılıp onu öpüp koklama isteğine karşı kendi kendiyle amansız bir mücadele veriyordu.
 
Zaman durmuştu, dünya durmuştu; tüm evrenin donduğu o sahnede sadece o ve kendisi vardı. Ne yerinden kımıldayabiliyor ne de yanına gidebiliyordu. Nefesini tutmuş halde, içinden taşan duygularla sadece o eşsiz an’ı yaşıyordu.
 
Aşktan gözleri kamaşarak dakikalar boyunca onu seyrederken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Bu ancak kendini tamamen aşkına adamış bir kadının, sevdiğine kavuşmasında tüm varlığında çağlayacak aşk selinin gözle görülür, elle tutulur hâliydi. Aşkının bu derece yakınında olmak bile onun için imkânsızlığı aşmak, aynı havayı teneffüs ederken bir olmaktı.
 
Hakan, ancak hipnoz olmuş bir insanın gösterebileceği bir dalgınlıkla denize bakarken, Aylin hissettiği sonsuz aşkla ondan gözlerini alamıyordu. İşte zamanın o donmuş hâli, Hakan’ın biten sigarasını denize fırlatıp, yavaş yavaş ceketini çıkardığında çözüldü. Ceketin sıyrılırcasına elinden düşmesiyle Aylin ansızın gerçeği kavramış, nereden geldiğini bilmediği bir güçle ona doğru atılmıştı. Hakan’ın, vücudunu denize uzanan boşluğa bıraktığı o son saniyede onu yakalamış, birlikte geriye doğru düşmüşlerdi. Yerde, dizlerinin üzerinde sarılmış halde kalakalmışlardı. Âşık olduğu adam kollarının arasında, yaşam-ölüm kavşağında sürüklenmenin neden olduğu boşluk hissi ile çocuk gibi sarsılarak ağlarken; Aylin’in gözlerinden süzülen ise, onun hayatını kurtarmış olmanın verdiği mutluluğun gözyaşlarıydı.
 
 

2 Yorum

  1. Nagihan Turnalı

    Muhteşem…

    “Kumarbazın Yazgısı” öyküsüne yazdığım yorumda “Usta bir romancının gelişini haber veren satırlar” demiştim.
    Yanılmadığımı görüyorum.

    Yeni güzel öyküler ve romanlar beklemeye devam.

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir