Çocukları Çağırmayan Sokaklar

SELİM ERDOĞAN

SELİM ERDOĞAN
Çocukları Çağırmayan Sokaklar
 
“bu kenti her gece ay emzirmese / sulara kapılıp gideriz ay emzirmese
 
çocuktum
 
sabahleyin, rüzgârın musallat olduğu yaşlı çınar yapraklarının hışırtısıyla uyanırdım cihannümanın penceresinde.  önümde her tonda yeşil ve her tonda dünya dururdu. öylece seyre dalar sonra da… sonra arkada, duvarımıza asılı Mushaf’ı ihtimamla alır, ezberimi yaptıktan sonra sapanımı kaptığım gibi, babamın yonttuğu o sapanı, bahçeye, kahvaltıya inerdim.  kendimi şehrin daracık sokaklarına vururdum. iki yandan dalları birbirine sarılan ağaçların arasından mehtaplı geceyi ve tütünü iliklerime kadar hisseder, tenhalığın muhayyel bir ırmakla nasıl kırıldığına tanık olurdum her gece. her gece verandalarında göğe imrenerek doya doya bakan bir ailenin fısıltılı konuşmaları arasında sağımdaki çalıların bitimine kadar yürümeyi düşünürdüm. iğde ağaçlarının o keskin kokusunu içerime çeker, yük katarının toprağı titreten gürültüsünü duyardım her gece…

bugün bir kez daha “bir şehri her gece ay emzirmese n’olur?” diye sordum kendi kendime.

görüyoruz işte; yok oldu evlerimiz. Yok oldu defterinde hesabımızın olduğu köşedeki mahalle bakkalımız. yok oldu şehrimiz, parke taştan sokağımız, mahallemiz. sokaklarında “çizgiler” oynayan, gülle yuvarlayan, çember çeviren o çocuklarımız hani? gök kuşağı çıktığında, alkım yani, topluca şarkılar söyleyen o çocuklarımız var ya, onlar şimdi evden çıkmak bile istemiyor. bir yandan sokakların yerini alan asfaltın soğukluğu,  bir yandan çocukları dışarı çağırmayan sokaklar;  albenisi kalmayan, araçlardan adım atacak yeri kalmayan o sokaklar… bir yandan evdeki teknolojik donanım; bilgisayar, internet. sanal ortamda konuşuyorlar onlar. Birbirine söyleyecek lafları kalmadı yavrularımızın. Işıklarımız çoğaldıkça gökyüzündeki yıldızlarımızı azalır bulduk. köylerin yıldızları bizim yıldızlarımızdan daha çok, bu yüzden köyler daha sahici. gece evlerin damında uzanarak göğü seyreyleyen, annelerinin, babalarının, dedelerinin, anneannelerinin orada anlattıklarını dinleyen çocuklardan,  hiç kimseyle konuşmaya ihtiyaç duymayan facebook çocuklarına evirildik…

aldılar elimizden ufalanarak toprak gibi dağılan sahici dokusunu şehrin, yaşamın…

yok oldu ondan yana sinişimiz, sokuluşumuz cumbalı ya da şahnişinli evlerimize.

şahnişimiz yok oldu!

yok oldu o tahta merdivenli evlerimiz!

şiir gibi cümle avlumuz, sofamız, kapımız…

ve bin bir emekle işlenmiş erkekler için ayrı kadınlar için farklı yerde duran tunçtan kapı tokmaklarımız. yok artık…

yanıltıcı bir konfor talebiydi bizimki, infilak etti kalbimizde. şehrin parke taştan sokağında, yanan kaynayan bilmem kaç yıldızın şu şimdiki siyah göğe, çuhadan bir kumaşa, atlasa atılır yaldızlar gibi birer birer dikilişine, hanımeli ve akasya kokularına tanık olarak yatsı namazına gitmek ve yanından kayan o güzelim verandalı evler, cumbalar, şahnişinler görmek hayâl oldu artık. artık sobalara pamuk kozaları atılmıyor. artık Enver Demirbağ’ın yeni çıkmış plağını dinlemek için kahvelere dolmuyor Harputlular. çocukları kar tanelerini sayarken bulamayız artık büyük dam evlerin derin ve daracık pencerelerinde.  bir kenti her gece ay emzirmese n’olur dostlar!

siz söyleyin,  n’olur?

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir