Yataktaki

MERVE CAN
Yataktaki |ÖYKÜ|
 
Kaç saattir içinde dönüp durduğunu hatırlamadığı, tüm kemiklerine batan, etini sıkan yatağı bu işkenceye daha fazla dayanamayıp onu bir safra gibi dışarı akıttı. Hızlıca doğrulup yatakta oturdu karşı koyulması imkânsız bir kâbustan uyanmış gibi. Uyuma düşüncesiyle yatağa ilk uzandığında çenesine kadar çektiği pikesi, dönüp durmaktan yorulup bunaldığı için şimdi yatağın en uzak köşesinde pinekliyordu. Yorgunluktan sızlayan topuklarının sızısını tekrar hissederek, ayaklarını yataktan aşağı bıraktı. Ilık, pürüzsüz parkeyi hissetti ayaklarının altında. Hemen ardından, belindeki sancının keskinleşmesi ekşitti suratını. Yatağının solunda kalan pencereden içeri turuncu sokak lambasının ışığı dalıyordu hiç kimsenin düşüncesini sormadan. Belki karanlıkta uyumak isteyen ya da karanlığı isteyen birileri vardır diye düşünmeden, pervasızca abanıyor, yuvarlak motifleri olan tül perdeden içeri.
Gözlerinin içindeki külleri fark etti turuncu ile karanlığın iç içe girdiği odada, yatağında otururken. Sönmemiş alevlerin hala sıcak külleri korneasını yaşlandırıyordu. Her gözünü kapattığında gözle görülmesi imkansız olan minicik su damlacıkları kirpiklerine değerek onu rahatsız ediyordu. 'Keşke' dedi içinden. 'Keşke, yer her şeyi sonsuzca içine çeken bir uzam olsa. Bastığım an sonsuzluğa çekse beni içine emerek. Sonsuzluğun silinikliğinde kaybolsam. Ama yerim belli olsa. Belirsizliğin tam ortası. Merkezi. Off. Keşke omuriliğimi çıkartabilsem de iyice gerdirsem ellerimle, çekiştire çekiştire. Açılsa kemik kesilen kaslarım.'
 
Gözlerini ovuşturup ayağa kalktı. Yer içine çekmedi. Olabildiğince somut, opak ve hissedilirdi yan yana dizilmiş tahta parçaları. Göğsünün şişip sındığı her an, kafasının içinden geçen onu yukarıdan, aşağıdan, yanlarından presleyip küçücük hale getiren her şeyin var oluşuna inat yarı ölüm halinin umarsızlığını öyle istiyordu ki. Öyle özlemişti ki yıldızlar gibi hızla kayan, meteorlar gibi düşüp olay yaratan fikirlerin tam da kızıştığı anda nirengi noktası uyuşukluk ve bulanıklık olan sonra tamamen farklı bir aleme açılan kapıları aralamayı. Bu uzun süredir hasret kaldığı âlemin büyülü kapılarını bastırarak giysi dolabının yanındaki ışık düğmesine bastı. Kafasını sağa çevirir çevirmez, yatağının yanındaki duvara dayalı çalışma masasının köşesinde duran kitabına çarptı gözleri. Okumak gelmedi hiç içinden. Yolda karşılaşıp birbirlerini hiç tanımıyormuş numarası yapan sahte insancıklar gibi hissetti kendisini, gözlerini kitaptan fevrice başka yöne kaçırırken. Masasının ortasında duran defter ve kalemine değdi gözleri bu sefer de.
 
Gidip yanlarına otursa en kadim arkadaşlarının, muhakkak onun tüm çıkmazı olmayan sokaklarını, anahtarını bulamadığı kapılarını, cevabını bulamadığı ortada dolaşıp duran sorularını içine emerlerdi. Ama bu görevlerini çok kez yapmışlardı zaten. Onları hiç düşünmeden, kendisini kabul edip etmeyecekleri konusunda tereddüt etmeden ortalarına çöküp tüm kör noktaları döküp deviriyordu. Bu sırada kitaba ve deftere bakmaya son vererek siyah polar ceketini giymek için askıya yöneldi. Son zamanlarda fark etmişti de kendisine liman olmuş sırdaşlarının hiç bir zaman hatrını sormamıştı. Farklı bir mahcupluk hissetti gözlerine dik dik bakan dostlarına karşı. Ceketini sırtına taktı özensizce. Onlarla ilgilenmediği için mi kalıp dertleşme yolunu değil de gitme yolunu seçmişti karar veremiyordu. Yoksa her son damlada onların omzunda teselli bulduğu için, şimdi dokunsa üstüne sel gibi akacak karanlıklardan mı korkmuştu. Yine mi kendisini düşünmüştü?
 
Tiksinmeye başladığı insanlardan hiç farkı yok muydu? Çoraplarını giydi, odasının ışığını kapattıktan sonra koridorun ilerisinde sağında kalan mutfağa gitti. Işığı açtı. Ufak cezveyi en küçük ocağa koydu, altını kıstı. Ocağın başında dikiliyordu. Gözleri tezgaha sıralanmış pembe ve yeşilli baharat takımında geziniyordu. Öylece dikili duruyordu, hissizce. Belki de çok hislice. Bir insan vücuduna ağır ve fazla gelen hislerdi bunlar belki de. Hissizlik, donukluk gibi görünen ama tam tersi bir durum.
 
Bedeninin her uzvu, her damarı, her kandamlacığı, her zerresi 'his'lerle doluydu. Karmaşık hisler silsilesiydi ruhu, karman çorman fikirler yumağıydı kafası. Senelerdir kurduğu düzen, gelgitler, vesveseler, susmak bilmeyen sesler… En yıkıcısı da insanlardı. Belki insanlar olmasaydı böyle olmazdım. Ben de insanım. O zaman ben de olmazdım ki. Ben de insan mıyım? Ama onlar. Onlar çok… Ben de mi…  Üst komşusunun mutfakta tıkırdadığını duydu. Bu saatte ne işi var diye şaşırdı.
 
Suyu neden kettle'a koymadım? Neden gece iki yirmi beşte mutfakta altı kısık bir suyun kaynamasını bekliyorum. Sahi suyu niye koymuştum? Allak bullak olmuş kafasını etrafa çevirdi sorunun cevabı için. Hiç bir hazırlık yoktu etrafta suyu neden koyduğuna dair. Biraz düşündükten sonra aspiratörün yanındaki dolaptan neskafe çıkarttı. Ocak da mahcup olmuş olsa gerek, oyalanmadan hemen suyu kaynattı. Bardağa neskafeyi boşalttı. Çöpünü tezgahın üstüne koydu. Sıcak suyun buharı yüzüne vururken eşyaya neden bu kadar anlam yüklüyorum dedi kendi kendine. Canlıların anlam konusunda eksiğini ve içi boşluğunu böyle mi doldurmaya çalışıyorum, ocağı mahcuplaştırarak. Komik.
 
Mutfaktan çıkıp salona gitti.  Sanki zihni saatler öncesinde balkona çıkmaya karar vermişti. Onunsa böyle bir plandan haberi bile yoktu. Üçlü koltuğu geçti yine turuncunun egemen olduğu salonda ve sağ avucunda kıvrımlı, serin balkon kapısının kolunu hissetti. Kapıyı açar açmaz çelik gibi soğuk çarptı yüzüne. Kararsız bir süre öylece durdu. Vücudunun önü soğuğun esiri, arkası sıcaklığın rahatlığındaydı. Belki de bu bir yanıltıdır dedi. Evdir aslında hapishane, apartmandır, odalardır hapisler. Özgürlük, esas rahatlık soğuğun pençesindedir. Soğuğun pençesine gidip o hazineyi almak için kendisini balkona attı. Balkon terliklerini giydi ve kapıyı kapattı. Plastik beyaz sandalyeye oturdu. Kahvesinden bir yudum aldı. Saatin geç olmasına rağmen hala bu dar sokaktan geçen arabalar vardı. İnsanlar bu saatte nereden nereye giderlerdi ki?
 
Dünyayı ve insanları ben daha farklı düşünmüştüm. Daha masum, daha karşılıksız, daha anlayışlı hatta daha samimi… Şimdi bu yaşıma kadar kurduğum tüm düzen vakti zamanı gelince acımasızca yıkılması için miydi? Hem de onun yıkılma emrini ben mi verecektim? Sınav için tüm sırayı itinayla kopya dolduran, sınavda hiçbiri çıkmadığında teneffüste tükürüğüyle tek tek hepsini silen bir öğrenciyim.
 
Umutsuz bir en arka öğrencisi işte. Doğru kopyayı tutturamayan bir en arka çocuğu. Yakında yanlış kopyaların içinde ölecekmişim gibi hissediyorum. Birkaç gün benden kimse haber alamayacak ve evime zorla girecekler. Girer girmez çürümeye başlamış vücudumun kokusu burunlarının direklerini yerden yere vuracak. Midelerini alt üst edecek bu keskin koku. Herkes kapıdan kafasını uzatarak fısıltıyla konuşacak arkamdan. Ölürsem benim de ölüm çürür mü? Dikkatini dağıtan ses kavga mı ediyorlardı yoksa oynaşıyorlar mıydı belli olmayan kedilerin sesiydi. Biri beyaz arabanın altından mırlayıp duruyordu diğeriyse hareketsizce ona bakıyordu kaldırımın kenarında.  
 
En arkadan sınıf hiç iç açıcı görünmüyor. Kim bilir belki de sınıfta değilimdir artık? Kahvesini bitirip bardağını yanındaki eski plastik masaya koydu. Usulca ayağa kalktı. Balkon demirlerine sıkıca tutundu. Acı çeken ruh mudur yoksa beden mi? İçimdeki kemirgen bedenimi mi yoksa ruhumu mu kemiriyor sancılı sancılı? Bu ıstıraba son vermek için ne yapmalı? Sonsuz olan ruh muydu? O zaman onu yok edemem, herhalde. Bu kemirgen ölen bir şey mi acaba? Masanın üstündeki bardağını eline aldı içeri girdi. Salondan mutfağa geçti karanlığın içinde turuncuları seçerek ve bardağını mutfağa tezgâhın üstüne, neskafe çöpünün yanına koydu. Odasının kapısını açtığı anda midesi bir aşağı inip bir yukarı çıkmaya başladı sanki. Bir adım dahi atamadı. Tüm vücudunun titrediğini hissetti. Hep duyduğu ama göremediği dizlerindeki bağı, şimdi çözülünce fark etti. Yatağında yatan biri vardı.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir