Maraş’tan Geçersen Eğer

NUHAN NEBİ ÇAM Maraş’tan Geçersen Eğer |ÖYKÜ|

NUHAN NEBİ ÇAM
Maraş’tan Geçersen Eğer |ÖYKÜ|
 
Uyandım. Gecenin üç yirmi suları. Şafak atmamış. Zaman. Çılgına çeviren. Tenha. Evin loş karanlığında yazı masama ilerledim. Sokak lambalarından perdeleri aşan ışık odamın boşluklarına vuruyor.
 
İstanbul öylece bakıyordu, cümlesini yazdım. Koridor boyuncu uykudakilerin nefes alıp vermeleri, saatin tik takları geziniyor. Ruh. Bir boşluk. Tahta kuruları ayak sesleriyle.
 
Bir şeyler yüreğimi sarmalıyor. Avını ağıyla ören, onu nefessiz bırakan bir örümceğin ellerine düşmüşüm. Zaman ilerliyor, ben nefesiz kalıyorum. Kalbimin atışları hızlanıyor.
 
Sonra tekrar uyku. Ter. Birsam. Soluk alıp vermede güçlükler. Belirsiz, saniyelik rüyalar. Sayıklama. Altı şubat sabahı. Zübeyir, deprem olmuş çağrısıyla uzak şehirlerden sesleniyor.
 
Şehirler yıkılıyor. Ambulans, itfaiye ve polis sirenleri çalardı böyle karmaşalarda. Şimdi hiçbir ses yok. Toz bulutları arasında çığlıklar, ağıtlar yükseliyor. “Ciğerim dondu.” diyor bir anne. “Guzum, guzum.” diyor, sokağın başlangıcında bir başka ana. Binalar, sürekli bir boşluğun rolünü usta bir aktris gibi canlandırıyor. Sahne. Son bulmayan sahne. Diğer perdeye geçemiyor rejisör. Sahne sorumlusu, yönetmen. Zaman dondu. Gözlerim acıyla kapandı ve açıldı. Burun kemiklerim sızlıyor. Görüntü sürekli aynı şeyi veriyor. Şehir yıkıntıları, kadavralar. İnsan kokuyor bu sabah vakti. Koku. Çimento. Kireç kalıntıları. Yanaklar. Islak. Ses. Derin. Uzak. Korku. Camlardan fırlayan kollar ve bacaklar. Buruşturulup atılan, oyun sonrası kağıtlarına benziyor arabalar.
 
Deprem oluyor, deprem…
 
Karanlığın içinde, zifiri bir belirsizliğin ortasında kızlarımın, oğullarımın çığlıklarını duyuyorum. İhtiyar anam bağırıyor, yatalak babam iniltilerle olduğu yeri işaret etmeye çalışıyor. Sarsıntı. Maraş. Fay. Dağa sırtını vermek. Kırık. Yerin derinliği. Kumaş yırtılıyor, dağ yırtılıyor. Ağlamalar. Başımızın üzerine çöken tonlarca ağırlığın altında kalmaya hüküm giyiyoruz. Sonra tekrar sessizlik.
 
 (Okuyucu, üç saniye bekle.)
 
Üç numaralı projektör yansın. Sokağın derinlerinden ve uzak köşesinden elinde sefer tası, sarı saçları tozlu ve dağınık bir kız çocuğu sahnenin ortasına doğru yaklaşıyor. Yalnız. Yanında kimse yok. Çıplak ayaklar. İnsansız bir zaman dilimi şimdiki. Birkaç adım ilerliyor. Yana yatmış, arka plandaki bina ufak bir artçıyla toz duman içinde yerlere kapaklanıyor. Sahne. Belirsizlik. Seyirci, nefesini tutmuş. Kimse kimseyi görmüyor. Kız çocuğu şimdi görünmüyor. Sahnenin tozları seyircilerin üzerlerine doğru taşıyor. Zaman ilerliyor. Sefer tasını elinden yere bırakmış aynı kız. İlerliyor. Tozlar dağılıyor. Eteklerinde bir avuç gül yok. Saçları sarıydı. Dağınık saçlarının arasından dehşeti yaşayan göz bebekleri acının ve korkunun tüm tonlarıyla parlıyor. İnşaat yıkıntıları. Keskin demir birikintileri. Çürük. Moloz. Bir hıçkırık sesi geliyor uzaklardan. Omuz. Titrek. Yanaklardaki toz tabakasının aralarından yol açarak ilerleyen göz yaşları. Kaybedilmiş bir bebek. Anne. Abla. İhtiyar bir kadın. Evet evet, nine… Kirli yüzler. Nasırlı eller. Kırılmış tırnaklar… Birdenbire yaşlanan insanlar. Beyazlık. Saçlar. Alın. Şafakla beliren çizgiler.
 
Annemi arıyorum, diyor. Annemi gördünüz mü bayım? Bu yalın ayak ve çaresiz gezindiğim dördüncü sokak. Bütün evler yıkılmış. Bahçe kapısından elinde poşetlerle eve giren akşam konuğunu, o yorgun adamı, babamı hatırlıyorum. Yorgun argın bahçeye girerdi. Elindekini almamı ve kendisine sarılmamı beklerdi. Bir adam. Beklemek. Deprem. Kaybedilen zaman ve onun içindekiler. Çok yer gezdim. Annemi bulamadığım gibi o evi de bulamadım. Annemi siz gördünüz mü?
 
Küçük kız sağa baktı. Güneş kararmıştı. Kızıl ve kanlı bir güneş bina yıkıntıları, çocukların oyun parkı molozları arasından doğuyor. Kolsuz bir adam, bacağının biri ezilmiş, arkasında sallanıyor, başka bir adamın kollarına girmiş, birlikte ilerliyorlar. İniltiler yükseliyor yine. Sokaklardan geçen tam insan yok.  Her şey yarım. Sahneye hiç kimse girmemiş. Maraş, çaresiz bakışlarla öylece bekliyor. Şehirler yerle bir olmuş. Yerle yeksan olmak, bu mudur?    
 
Ben uyanıktım o saatlerde. Rıhtımda bir adam vardı, o da uyanıktı, şimal tarafına yürüyordu. İstanbul Limanı’na yanaşan şeker ve tuz yüklü gemilerden ışıklar denize vuruyordu. Elleri cebindeydi. Mendireği hedeflemişti. Dokları geçmiş miydi? Martılar çığrışıyor muydu? Martıların çığrışı hep acı acı olur. Sessizlik çoğalıyor. Gemilere yük taşıyan hamallar nefeslerini tutarak yürüyor. Güvertede kaptan ve baş kamarot, kelimeleri yutarak, gereksiz uzatarak konuşuyor. Az sonra sarhoş naraları şehrin sokaklarına sığınacak. Sokak lambalarının ışıkları koyulaşıyor, renkten renge giriyor.
 
Hiç kimseye haber veremedim. Adam kayboluyor. Paltosu, pelerini beyaz mıydı; bir martı renginde? Bunu da seçememiştim.  Gece katmer katmerdi o saatlerde. Bir gemi Marmara’ya açılıyor şimdi. Hiçbir şey umurunda değilmiş gibi, kendini dalgalara, kuzeyden güneye esen meltemlere bırakıyor. Kendisinden sonra ne mi oluyor? Ben yalnız kaldım, karanlığın içinde öylece…  
 
Kız çocuğu, şafağın atmadığı bir göğün altında hâlâ annesini arıyor. Çığlık sesleri duyuyorum. İniltiler üst üste çoğalıyor. Kurtarın bizi, diyor sesler. Bina yıkıntıları, molozlar. Biçim değiştirmiş demirler, kirişler, kolonlar; duvarlar arasında bir midye kabuğu. Hep birlikte. Uğultu büyüdükçe büyüyor. Korku, şehri hayalete çevirmiş. Küçük, eli yüzü kir içinde bir kız aralıksız ve hızlı adımlarla yürüyor. Beton bloklara yaslanmış bir adama, annemi gördün mü, diyor. Hamza da vardı yanında. Hamza yeni emeklemeye başlamıştı. Dündü, hatırlıyorum, dedemler gelmişti. Bebek Hamza bir dedeye, bir anneye bir de bana doğru emekliyordu. Şimdi onları bulamıyorum. Neredeler? Bizim evimiz marul tarlalarına bakardı; şimdi onu da bulamıyorum.
 
Caddenin ortasına kayan bina enkazları. İlerlemekte güçlük çeken, ilerlemekte zorlanan ceset taşıyıcısı ambulanslar. Ambulans ne gezer… Patpat motorlarla cesetler taşınıyor, Kapıçam Mezarlığı’na onları aileden kalanlar küçük ve yalnız bir matemle gömüyor. Bu depremin üzerine, bu acılar için yine depremler olmalı, dünyalar yıkılmalı, Tanrım… Bir makas ruhumun etlerini acı acı kesiyor. Boyunlarını, kollarını bina kalıntılarına uzatıyor iş makinaları. Üçüncü timin jeneratör ampullerini tutuyorum. Geceden sabaha, günlerin ortasından gecelerin aralıklarına kadar molozlar, demir kalıntıları, toza dönmüş kirişler ve onların ormanından fışkıran insan iniltileri ve çocuk ağlamaları bedenimi kuşatıyor.
 
Çocukları tutmak için uzatıyorum ellerimi. Her an bir sarsıntı beni tutuyor. Baş dönmesi. Sesine, nefesine ve ellerine ulaşamadığım minik bedenlerin sahipleri tozlar ve dumanlar arasında bir ebeveyn arıyor. Küçük kız, şimdi elinde bir fanus içinde lambayla geliyor. Hâlâ aynı şey, söylediği. Bayım, annemi gördünüz mü, onu bulamıyorum?
 
Bağırtılar, çığlıklar, ağlamalar yükseliyor. Sessizlik. Uzun bir sessizlik. Nefesler tutulmuş. Rejisör, elinde sıktığı bardağın parçalarını kanlar içinde yerlere bırakıyor. Ben böyle bir sahne istemiyorum; ben böyle bir senaryo yazmadım. Tanrım! Tanrım! Aklımı koruyamıyorum. Üçüncü cesedin başında duran, yanakları kirden nasırlaşmış, sesi paslanan aynı kız çocuğu. Acı, alışılmış ve kanıksanmış bir şey artık. Bayım, diyor, bu siyah ceset torbasındaki annem olabilir mi? Şu küçük olan da Hamza’dır. Yüreğim parçalanıyor. Kelimeler anlatmakta güçlük çektiğim şeylere dönüşüyor ve yetmiyor. İlerideki moloz yığınının tepesinde donmuş bir vaziyette duruyorum. Beni orada mı unuttular? Şimdi, timden geriye bir ben kaldım. Önümdeki yolda minik kız çocuğu duruyor.
 
Maraş şehri aralıksız sarsılıyor. Onu görmen mümkün değil artık. Yolcu Maraş’tan geçersen eğer bir toz bulutunun arasından geçeceksin.
 
Şehir. Sarsıntılar. Karanlık. Karanlık. Ağıt yakan, enkaz başında bir aileden geriye kalan bir iki kişi.
 
Küçük kız çocuğu toplanma alanına geliyor. Elinde enkazdan aldığı beton parçası. Bu, diyor bizim evin balkonundan bir kalıntı. Oradan Hamza ile uzayan tarlalara bakardık.
 
Bütün yolcular Maraş’tan geçiyor. Durmuyor. Beklemek yok. Şehir heyula yatağı. Ağlayan, kötürüm insanlar grup grup yollarda ilerliyor.
 
Ağlamak bitmiyor.
 
_______________
29 Mart 2023
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir