Nuhan Nebi Çam’ın Yeni Öykü Kitabı

Uyanma Bildirisi”
 
Nuhan Nebi Çam’ın
Yeni Öykü Kitabı
Çıktı
 
Daha önce “Yangın Sonrası Ölmek” (2005), “Kaçış” (2011), “Yolcu ve Eşkıya (2014) kitaplarına imza atan Nuhan Nebi Çam’ın yeni öykü kitabı “Uyanma Bildirisi”, “Bilge Kültür Sanat Yayıncılık” tarafından okuyucuya sunuldu.
 
Yedi İklim, Kül Öykü, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Dil ve Edebiyat gibi dergilerde yazan Nuhan Nebi Çam’ın yeni öykü kitabı Uyanma Bildirisi’nde 16 ayrı öykü var.
 
Nuhan Nebi Çam’ın Öyküleri İçin Ne Dediler:
 
Ali Haydar Haksal:
“Güncelin tuzağına kapılmıyor. Hayatın bütün ayrıntılarına girip çıkıyor, anlatıyor ama asla onun sıradanlıklarına kapı aralamıyor, uzak duruyor. Bakıyor, görüyor, seziyor ve anlatıyor. Gelecek zamanda bugünün yaşanmışlıkları canlı bir anlatım olarak edebiyat ve öykü tarihindeki yerini almayı sağlıyor.” 
 
Necip Tosun:
“Nuhan Nebi Çam’ın öykülerine baktığımızda ağırlıklı olarak fotoğrafik bir anlatımı tercih ettiğini görüyoruz.  Onun öykülerinde birden kendimizi bir İstanbul mekânında buluruz. İstanbul’un doyumsuz görüntülerinde, parklarında, limanlarında, ara sokaklarında. Ve anlatıcı bizi İstanbul’da gezdirmeye başlar."
 
Mehmet Özger:
“ Nuhan Nebi de olabildiğince yerlidir. Onun öyküsünü okuduğumuz zaman kendimizi, yerli bir coğrafyanın ve kültürün içinde hissederiz. Öykülerdeki anlatıca kahramanlar söz konusu yerli havaya karşın bir tür gerilim yaşarlar ve kendilerini modern yaşamın bozgunundan kurtaramazlar. Bu gerilim bireyin derinlikli psikolojik tahlilleriyle verilmez. Daha çok sembol niteliğindeki nesne ve yer adlarıyla verilir.”
 
 
Uyanma Bildirisi” Kitabından Bir Öykü:
 
NUHAN NEBİ ÇAM
Dünyanın Çocukları | ÖYKÜ |
 
Ege’yi soğuk bir yorgan gibi serin üstüme.
 
Ben mülteci bir çocuğum.
 
Akşamım yok, sabahım yok.
 
Bir kadın diyorum, bir kadın.
 
Anne diyebileceğim bir… Ölmemiş, denizin soğuk dalgalarına bedenini boylu boyunca uzatmamış bir kadın.
 
Akşamdı. Cerablus’un güneyinde bir çiftlik evi.
 
Kavak ağaçları, gölgelerini, tahta atımla oynadığım taşlığa uzatıyordu. Birdenbire toz dumana karıştı. Neler olduğunu anlamlandıramadım. Dedem ve annem çığlık çığlığa bağırıyordu. Beni içeriye çağırıyorlardı. Tahta atım, jiplerin tekerlekleri ve tankların paletleri altında kaldı.
 
İçeriye, sıcak odalara kaçmıştım. Annem ve dedemin arkasına sığınmıştım. Onlar verandanın basamaklarında duruyorlardı. Dedem önde, annem arkasında ve ben, küçük Samir…
 
Yüzlerce, binlerce asker devasa jiplerinden, nakliye araçlarından inmiş, bahçeyi kuşatmışlardı.
 
Çiftlik evimiz, dört ayrı yapıdan oluşuyordu. Ana bina: Sıcak yuvamız. Atların, ineklerin yaşadığı ahır. Hayvan yemlerini muhafaza ettiğimiz samanlık ve o üçünden daha küçük olan, kanatlıların kümesi…
 
Savaşçılar mı demeliyim, çapulcular mı, bilemiyorum. Onlar, avluya, ana binanın çevresine ve sağlı sollu çiftliği saran ağaçlığa dağılmışlardı. Bazıları cümle kapısının iki tarafındaki duvarların diplerine uzanmış, mevzi almışlardı. Bu ıssız çöl dünyasına kimsenin gelmediğini bu adamlar da biliyordu. Haftada bir posta, üç-dört ayda defterdarlıktan memurlar…  Bunlar silahlı ve joplu askerler eşliğinde gelen, devlet başkanının görevlendirdiği ceberrut kişiler olurdu.
 
Savaşçılar gözlüklüydü, kafalarına poşu sarmışlardı. Etrafımızdaki kuru tepelerden durmadan çöl kumları savruluyordu. Konuştukları dil Türkmence değildi, Çöl Kürtleri’nin iletişim kurdukları lisan da değildi. Söylediklerinden, bağırmalarında, seslerinin kızgın tonundan bir şey anlamıyordum. Sadece titriyordum. Dedem: “Burası özel mülktür, derhal topraklarımızı terk edin. Yoksa sizi buraların valisine şikâyet ederim.” diyordu.
 
Üstümüzden kuyruk kanatları kızıl yıldızlı, bomba dolu uçaklar geçiyordu. Alçaktan, evimizin çatısına değecekmiş gibi uçuyorlar. Korku havada, karada ve her yerdeydi. Şimdi sonumuzu düşünemiyorum.
 
Ben Samir…
 
Dikili’de Orta Şark’ın çocukları sahillere sıralanıyor. Cesetleri ambulansa taşıdıklarını görmüştüm. Çocuk omuzlarım titriyordu. Sarı, örgülü saçları cesetlere doğru uzanan bir hemşire, gözyaşlarını siliyordu. Bir eli alnındaydı, diğeri dizlerinde. Başı aracın camına yaslıydı. Ablayı bu halde görmek Suriye çöllerinden başlayan yolculuğumun en acı karelerinden biriydi…
 
 “Başıma neler geldiğini bilmiyorsun.” dedim, bir polise; kulaklarına eğilerek…
 
Sanki bir mayına doğru yürüyordum. Ellerimden sükût tutuyordu. Annem mavi gözlerini bana dikmiş, beni adeta tutuyor; patlamalardan uzak bir yere koymaya çalışıyordu.
 
Bu yolculukta dedem yok. Türkiye sınırına doğru yürüyoruz. Annem, beni almıştı yanına, Samir’ini.
 
Cerablus’taki çiftlik evimizi kuşattıklarında, çok konuşuyorsun, diyerek dedemi bir kurşunla susturmuşlardı. Mermi, o ihtiyarın alnına gelip saplanmıştı. Ak sakallarından kan, toprağa damlıyordu. Annem bayılmıştı. Ben ürpermiş gözlerle olanları izliyordum. Donmuştum; kanım donmuştu… Ağaçlardaki kargalar kurşun sesleriyle hep birlikte havalanmıştı… Korkulu ve titrek gaklamaları, arkalarında kalmıştı.
 
Gözlüklü komutan, omuzlarında yıldız olan adam şimdi benim anlayacağım bir lisanla konuşuyordu.
 
 “Burası Halife’nin topraklarıdır. Çocuk, annen uyanınca ona söyle. Yarına kadar süreniz var. Yine geleceğiz. Sizi burada görmeyelim. Yoksa sonunuz deden gibi olur.”
 
İkindi üzeriydi. Çöl kuşları kafileler halinde yer değiştiriyordu. Oysa göç mevsimi değildi.
 
Çölün ötelerinde devasa bir güneş karanlığa batıyordu.
 
Annem kendine gelmişti. Çok gergindi. Bağırıp çağırıyordu. Sinirden elleri titriyordu. Tuttuğu her şeyi yerlere çalıyordu. Dedemin cesedi tamamen soğumuştu. Benim çocuk ellerim, bir kazma, güçsüz bir kadın; annem… Bir mezar yeri; dedemi yıkamadan, cenaze namazı kılmadan oraya uzatış…
 
Anne ağlıyordu. Çiftlik evimizin cümle kapısındaydık. Gidiyorduk. Bir gidiş, yolculuk, kaçış… Nereye? Rabbi… Geriye dönüp bakmak. Evimiz, hayvanlarımız, kavak ağaçları. Tahta atım, çocukluğum, hatıralarım…
 
Ayvalık’tan denize bakıyordum.
 
Kadifekale’de, yırtık, permeperişan elbiseler üzerimdeydi. Bir gemi İzmir Limanı’na yanaşıyordu. Dalgalar şehre kızgınmış. Çatık kaşlarla, sıkılmış yumruklar. Kordon’u boydan boya dalgalar dövüyor. Bu şehir, Basmane, Konak Meydanı… Yolun diğer tarafında denizin içine doğru bir kol gibi uzanan yolcu iskelesi… Ne kadar iğreti duruyor.
 
Sınırda binlerce asker karşıladı bizi. Dikenli teller, üç metre yükseklikte duvar. Namlusu çöle doğru çevrili tanklar.
 
Yaşlı kadınlar vardı yüz binlik kafilede. İhtiyar, beli bükülmüş adamlar. Ağlayan, hastalığa yakalanmış bebekler. Türk askeri şefkâtliydi. Ama yığılmaların, izdihamın önüne geçmek istiyorlardı. Bir okyanus dalgası gibi Anadolu toprağını dolduran kalabalıklar.
 
Çölün bütün insanları, ırkları, mezhepleri bu ülkenin sınırındaydı. Duvar boyu araftı. Askere dualar, alkışlar ediliyordu. Zalim insanlara beddualar…
 
Akçakale, Maraş mülteci kampları.
 
Annem her defasında titrek bir sesle konuşuyordu. “Cerablus.” diyordu belki sessizce. O çiftlik evi. Çöl akşamlarında çekirge korosundan mutluluk şarkıları. Cepheye gitmezden önce babamın taşlıkta inleyen tok sesi. Böğüren inekler, kişneyen doru taylar…
 
Dedem yağız aygırını kaşağılardı. Ay ışığı altında, baykuş sessizliğinde onun eyerini tamir ederdi. Gaz lambasının parlaklığı dört yanını aydınlatırdı.
 
Sonra Maraş’ın yolları, bitimsiz kavgalar. Bizi kabullenemeyen şehir sakinleri. Sokak olayları olurdu ayda bir iki defa.
 
Kamptan kaçmaya karar vermiştim. Annemi buna ikna edemiyordum. İstanbul’dan ve oranın sınırsız imkânlarından söz ediyordum. Bir türlü buna kani olmuyordu.
 
 “Gidelim.” dedi nedense bir gün. “Oradan Norveç’e geçeriz, dayın Selâm oraya gitmiş, belki onu buluruz.”
 
Yüreğim sızlıyor. Ağır bir yükün altında kalıp ezilmek hissiyle iki büklüm oluyorum.
 
O şehirden ben de geçmiştim, ben. Güneş bulutların arasında, İstanbul şehrine kızıl bir şal sallıyordu. Demek burasıydı… Boğaz, eşsiz Süleymaniye, Haliç’te kayıkçılar, Ayasofya Sultan Ahmet’e bakar… Ben mülteci…
 
Bir trafik lambasında Şerifle karşılaşmıştım. Ocaktı, şubattı. Şehre kar sanki yumruk yumruk düşüyordu. Bir yere iltica etmenin, yurtsuz ve topraksız bir halde kaldırımlarda adımlamanın derin acısı bu olmalı.
 
Kararmıştı Şerif, yanakları çökmüştü. Elmacık kemikleriyle tebessüm ediyordu. “Bir botla Ege’yi geçeceğim.” diyordu. “Açım .” diyordu, “Açım.” Donuk gözleriyle uzaklara bakıyordu. O da Cerablus’u özlüyordu. Annesi ve babası… Bu konuda bir tek laf etmedi. Tahminim, Akçakale kampını Muhaberat ajanları ateşe verdiğinde onları kaybetmişti.
 
Şerif, arkadaşım. Ben, Samir… Biz mülteci çocuklar…
 
Yersiz yurtsuz kalan çocukların şarkısını kim mırıldanacak?
 
Fatih’teydik. Bir bodrumda kalıyorduk. İstanbul’un sınırsız imkânları demek bu kadarmış. Anneme karşı o kadar eziktim ki. Muşamba gerdiğimiz pencereler her akşam iniltilerle soğuk soğuk bağırıyordu. O çilekeş kadın hastalığa yakalanmıştı. Durmadan öksürüyordu. Akşamın karanlığıyla başlayan öksürükler Fatih Camii’nin minarelerinden yankılanan o günün ezanıyla susuyordu.
 
Aylar sonraydı. Derin bir uykudan caminin sabah ezanları uyandırmıştı beni. Oysa günlerce gözüme uyku girmiyordu. Annemin öksürükleriyle geçiyordu gecelerim. Her defasında ona bir bardak su içiriyordum. “Şüküran.” diyordu.
 
O gece çok keskin, sıkı uyumuştum. Annem hiç öksürmemişti. Bir daha ebediyete kadar öksürmeyecekti.
 
Ambulans geldi. Mavi kırmızı tepe lambaları yanıyordu.
 
Bu şehirde mülteci mezarlığı var mıdır?
 
Annemi nereye gömerler ki?
 
Ben mülteci bir çocuğum.
 
Adım Samir…
 
Suriye çöllerinden başladım yürümeye.
 
Akşamım yok, sabahım yok.
 
Bir kadın diyorum, bir kadın…
 
Anne diyebileceğim bir…
 
 
23.01.2016
 
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir