Ruhumun Penceresinden Tanpınar’a

DENİZ GARİPCAN Ruhumun Penceresinden Tanpınar’a

DENİZ GARİPCAN
Ruhumun Penceresinden Tanpınar’a
 
Selâm olsun bizden ebedi yurda
Burada güllerin boynu büküktür!
Gün yine doğmakta Ay uykularda
Işıklar uzamaz, gölgeler yüktür!
 
Ebedi yurdun kapısından, hakiki manâ âlemine yolculuğunu gerçekleştirip hayranı olduğu tabiatta toprak anasına kavuşan Tanpınar’a bizden de selam olsun! Siz bir rüya âleminden uyandınız… Oysa ben halen uyanamadığımız rüyada; hayalle gerçeklerin buluştuğu, duygu dünyasından yazıyorum size bu satırları… Buruğum, yıllar önce aynı düşünce ve aynı hisleri taşıyan engin ufuklu, kalabalıklar içinde ben gibi kendini arayan, yüreğinde hep sevda ışığıyla dolaşan ve halen o ışığı yansıtan Tanpınar’la aynı devirde yaşayıp da karşılıklı aynı kaygıları, sevinçleri, hüzünleri, özlemleri pay edememekten dolayı buruğum…
 
“Kalbimin Hafızası”na yer eden, yüreğime dokunan veciz duygularınız bir mahur beste gibi çınlıyor ruhumun duvarlarında… Hayata değişik açılardan bakmasını bilen; göz, kalp ve ruhun birleştiği görüntüyü kelimelerle resmeden farklı bir içtihat var her kelimenizde… Adına “sanatkâr saadeti ve ızdırabı” denilen bir üslûp ve incelik…
 
Zamanın ahenkli yarışında, canlı cansız her varlığa, incelikle dokunuş! Kim bilir Saatleri Ayarlama Enstitüsü de kaderin bir tecellisi olsa gerek… Ayarlanamasa da saatler istediğimiz vakte, bizim saatlerimiz de böyle bir zamana kurulmuş… Siz gittikten sonra yâdınızla tanışmak varmış kaderde… Kendi hayatımızı yaşarken ve içindeyken, biraz da seyirci koltuğundan hayata bakabilmek böyle bir şey olsa gerek…
Hani sizin de bahsini ettiğiniz gibi:
 
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
 
Hayat perdesinin aralandığı o günden bu yana; ruhumla kalbim, rüyayla gerçek, insanla hayat arasındaki o kopmayan bağın iplerinden salıncak yaptım kendime. Zaman adlı çark ilerlerken, tıpkı siz gibi gidip gelmekteyim dünle yarın arasında. Dünle yarın arasında diyorum çünkü dünde yaşanan hatıraların geleceğe taşınması gayretiyle, bugünü anlamlı kılma telaşındayım… İkinci bir hayatın odağına doğru ilerlerken anadan doğma duyguların saf, temiz masumiyetini kaybetmekten korkuyorum.
 
Ruhumda çocukluktan kalan izlerin derin sancıları, bugünün ıstıraplarıyla yarışıyor adeta… Tıpkı sizde olduğu gibi… Özlem hiç bitmiyor içimde. Bir anne özlemi var, hiç gitmediğim diyarların özlemiyle, yaşamış olduğum diyarların taş döşeli sokaklarının özlemi var. Yaz akşamları Güneydoğunun sıcak gecelerinde evlerin damlarına serilmiş yataklarda seyrettiğim gözlerime dolan yıldızların özlemi var. Zaman geçip giderken bir ırmak gibi o ırmağın akışında hem ilerlemek hem de o akışı durdurmak özlemi var… Herkesin aradığı o huzurun özlemi var aslında… Sizin şiirinizde bahsettiğiniz “her şey yerli yerinde” değil buralarda.
 
Ruhumuzun azapta olduğu doğrudur. Ölüler azap çeker diye yanlış öğretmişler bize, yaşarken de insanların azap çektiğini yaşayarak ve görerek tecrübe ediyor insan. Adına teknoloji denilen illetin büyüsüne kapılıp doğal güzellik adına ne varsa, unutulduğu günümüzde bir fanusta yaşıyor insanlar.
 
İletişim içerisinde iletişimsizlik… Hani o sizin zamanınızdaki kalabalık içinde yalnızlığı yaşamanın bir başka şekline büründü burada hayat. Büyülenmiş bir ceylan gibi bakmıyor zaman, bakar kör gözler, yürekler işitme yetisini kaybetmiş ne yazık ki… Kurtlar sofrasına yenik düştü güzelliğe dair ne varsa içimizde… İçten kemirilen ağaçlar gibi dik durmaya çalışsak da, hayalden ibaret bir gölge gibi yaşam… Bir tarafımızda dağ yalnızlığı bir tarafımızda uçurum…
 
Ne gökyüzü eskisi kadar mavi ne bulutlar bembeyaz gülümsüyor, sizi çıldırtan hüznün devamındayız… Bir masal gibi anlattığınız hazların gurbetinde mülteci kaldı duygular… Ne hülya kaldı ruhumuzu okşayan ne hülyaya dair bir iz… Hasretler kanat çırpıyor ruhumdan kalemime ve bu satırlarla size doğru “Aynı hayalin peşinde “ devam ediyor yine de bu yolculuk… “ Bir yıldız kervanı gibi haftalar aylar”… “Çöl ahusu Leylânın çektiği ahlar” ne çok hüzündür sinemde. Töreye kurban giden, en yakını tarafından hunharca katledilip can veren Leylalar o kadar çoktur ki ülkemde. “Huzur ve hürriyet lâzım her şeyden evvel” aşk adına söylenen her söz anlamını yitirmiş durumda…
 
Sahi “Aydaki Kadın” acaba tüm bu keşmekeşlikten kurtulmak için mi çıkmıştı sizin kaleminizle Ay’a? Kim bilir? Kadının dramını, güzelliğini ne güzel resmetmiştiniz oysa… Hani aşk’tan bahsediyorsunuz ya şiirinizde işte tıpkı bahsi geçtiği gibi umutsuzlukta karanlığa son ıslığı çalacak olan yine kadındır bana göre de… Çünkü karanlıktan aydınlığa kadın doğurur insanı… Kadının her bakımdan donanımlı olması gerektiği fikrinize de bütün yüreğimle katılıyorum. Kadın ak sütüyle beslediği gibi görgüsü, bilgisi ve sevgisiyle de beslerse o vakit yeşerir insan denilen tohum… Fakat bunun için önce kadını yeşertmek ve yaşatmak lazım.
 
Nasıl mı? Kadına hak ettiği değeri vererek elbette… Bu değer ki ne maddiyatla ne kariyerle ölçülecek bir durumdur. Kadının ruhuna dokunduğunuzda o zaten etrafında ördüğü kozadan muhteşem bir kelebeğe dönüşecek bir varlıktır. Yeter ki kozası sevgi olsun. O, sevgi kozasını ipek olarak giydirecektir kelebeğe dönüşürken. Kanatları sevgiyle çırparken, çiçekleri olan çocuklara naif buseler kondurarak onların da varlığını anlamlandıracak ve yaşanılası bir dünyayı seyre dalma zevkini bahşedecektir, hayranlıkla izleyen bakışlara…
 
Kadını “yalnızlığın aynası” olarak nitelendirmiştiniz… Kadın o aynadan halen yalnız bakıyor ne yazık ki! Yüreği, gözlerine yansıyacak hayalî bir gerçeğin izdüşümünü arasa da parıltıyı aksettirecek sırrı taşımıyor aynalar…
 
Kadını, doğuran varlıktan ziyade yoğuran varlık olarak yeniden toprakta gül misali yeşertmek gerekmektedir… Toprak bile üzerine basılan yerde hiçbir şey yeşertmez istese de yeşertemez. Havaya, suya, gün ışığına ihtiyacı olduğu kadar toprağın da yumuşak bir kıvama ihtiyacı vardır. İşte kadın da tıpkı toprak gibidir. Bakım, ilgi ve şefkatle yeşerir ancak.
 
Şu an sizin düşüncelerinize refakat ettiğimi biliyorum…Yahut da sizin düşünceleriniz bana refakat etmekteler ki; gerek tarafınızdan okuduğum satırlarda gerekse sizinle ilgili yazılanlarda o kadar çok benzeşen yönlerimiz olduğunu görüyorum ki!..
 
Ne garip bir duygu, sizin tabirinizle kozmosla birlik olup kendi iç dünyama doğru yol alıyorum. İnsanın koca bir dünyada yaşayıp kendi başına kalması ıstırap olarak gözükse de kendisi olarak kalması, aslında büyük bir saadet bana göre de… Bunun için de yine doğa muhteşem bir örnektir… Bir ağaç düşünün ki kökleri ne kadar derine iner ve yayvanlaşırsa o ağacın asırlar boyunca hayatta kalması çok daha gerçekçidir.
 
İnsan kendi özüne döndüğünde ancak faydalı olabiliyor. Kendini anlamlı kılarak çalışmalar yapması ve gördüğü her varlığı nesneyi anlamlı hale getirmesi insanın kendi iç dünyasının derinliği ve berraklığı ile ilgili bir durum…
 
İçim muradına ermiş / Abasız postsuz bir derviş mısralarınızdaki gibi dış dünyanın ağırlığından kurtularak kimi zaman şiirin maviliklerine doğru yol almak gerekiyor… Zaman zaman o maviliklere yol aldığımda ruhumdan bedenime yansıyan hafiflemenin verdiği huzuru tarif etmek mümkün değil!
 
Sizin de dediğiniz gibi “Günlük hayatın yükü, rüyaya benzeyen bu şiir atmosferinde üstümden kalktı.” Bu ne güzel bir keşiftir ki dünyanın gürültüsüne, kirine, zararlı alışkanlıklarına bulaşmadan bambaşka bir dünyanın içinde buluvermek kendini muazzam bir haz! “Şiirin cezbeli havasına girmeden önce eşya bana hükmediyordu; şimdi şiirle kurduğum yenidünyanın hâkimi benim. Böyle olunca da serinliğin, rahatlığın, ferahlığın sembolü olan mavi bir ışığın ortasında, bütün yüklerimi atmış, hafiflemiş olarak yüzüyorum. Tam bir rahatlama içindeyim… İşte ben de kendimde bunu keşfettim hatta ciddi anlamda edebiyatı şiiri önemseyenlerin de bizimle aynı düşüncede olduklarını biliyorum.
 
Hakiki manâda edebiyatı, şiiri önemseyenler ancak zaman ötesine iz bırakıp yaşamaya devam edecektir. Her ne kadar bugün pek çoğunun değeri anlaşılmasa da… Tarih tekerrür ediyor sanki sizin döneminizle bu dönemi kıyasladığımda aslında pek de değişen bir şey olmadığını görüyorum… Sizin döneminizdeki şuur ve benlik buhranı devam etmekte insanlarda… Ne Doğulu kalabildik ne de Batılılaşmaya doğru yol alabildik yaman çelişkiler içindeyiz. Terkib’i beceremedik bir türlü. Estetik kaygılardan uzak ve mânâ iklimini dört mevsim yaşayamayan…
 
Yaz geldiğinde kışı arzulayan, kış geldiğinde yakınan, yağmurun karın güzelliğini algılamadan sanki öneminden de bihaber yaşayan… Her şeyden önemlisi elimizde doğa gibi harika bir malzeme varken biz betonlar arasına gömdük tüm güzellikleri…
 
Belli değil mevsim buruk ilkbahar
Olsa da günler hep ardı ardına
Göçmen kuş misali hasret yurduna
Uzak mavilikler, umut döküktür!
 
Güneş solgun, ay kırgın, yıldızlar kayıp, güllerin boynu bükük, bülbüller sükûtta… İçimizdeki hayaller ölü… Sizin şiirinizden umut çalıyorum hayallerime, güzellikleri ve kış bahçesini özledim… Ara sıra bir hülyaya dalmak istediğimde şiir bahçenizin kapısından seyre koyulup o masalımsı güzellikleri yaşamak için şiir bahçesine kaçıyorum… Toprağın nabız atışlarını dinlemek ne güzel bu bahçede… Siz masal anlatan dede ben can kulağıyla dinleyen bir çocuk gibi mesut ve bahtiyar…
Ruhumun Penceresinden Tanpınar’a
Kimi zaman bir genç kız Leylâ oluyorum burada. Elimdeki şiirleriniz mum ışığım, hem bahtımı hem kendimi arıyorum adeta… Bu bahçenin yabancısı değilim lakin bir gül bu karanlıklarda ve ben ona yanıyorum. Vuslat bahçesinde Tekrar doğuşun sırrı gülümseyen bir yüzde olacak elbet ve hakikat uyanacak bir gün buna tüm yüreğimle inanıyorum. Her mevsimi her ânı velhasıl tüm güzellikleri sizden dinlemek güzeldi ve geldiğimde sizden soracağım sırrını yolların. Gönül terennümüne eşlik eden mısralarınıza ve ölmeyen yüreğinize binlerce teşekkür bırakıyorum…
Ruhumun Penceresinden Tanpınar’a
Günbegün oraya bizde adımlar
Huzurun özlemi sonsuz aşk kadar
Her geminin mutlak bir limanı var
Fırtınadan yorgun gönül söküktür.
Ruhumun Penceresinden Tanpınar’a
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir