AZİZ SAVAŞ
"Takvimu’l- Efkar İçin Takvimü’l- Lisan Zarurettir"
Samimiyetin dili de, dilin samimiyeti kadar önemlidir. "Özü ve sözü bir olmak" tabiri, farklı bir cihetten, aslında böyle bir manayı da içermiyor mu? Yani, öze münasip ve onun mertebesinde, onu temsile layık bir dil…
Bir ışık huzmesi nasıl ki kristal bir avize içerisinde bir başka coşuyorsa, terkibindeki her bir renk, her bir tayf, nasıl ki arz-ı endam edip o parlak taşların arasında raks eder, cilveleşir, süzülür, salt bir parlaklık, bir aydınlık saçmanın dışında, bir hareket, bir ruh, bir maneviyata bürünüyorsa ve nasıl ki ışığa bu neşe ve coşkusunu maharetli sanatkârların ellerinde incelmiş, şekil almış, özünde soğuk ve katı, ama bir ruh, bir ışık ile buluştuğunda, mahiyet değiştiren, katıdan ışık hale geçen bu harikulade kristal taşlar sağlıyorsa; bunun gibi, ihlasın ocağında pişen bir mana, bir tefekkür de, ancak mizacına uygun kristal bir kadehte, beliğ bir dil ve üslupta rengini, ışığını, rayihasını, lezzetini, cemal ve celalini, kısaca bütün maharetini ortaya kor ve kendini gösterir.
Belagat ve zevk ehli, bunu, "takvim-ül efkâr için, takvim-ül lisan zarurettir" şeklinde vecizleştirmişlerdi; yani, güçlü ve kıvamını bulmuş düşünceler, ancak güçlü ve kıvamını bulmuş bir dilde, bir üslupta ortaya çıkar. Kaba, bir mizan ve ölçüden, bir ahenk ve tenasüpten, bir letafet ve rikkatten uzak, gönül dünyasının havasını, düşüncenin kesafetini taşımaktan aciz bir dil ve üslup, mananın azametini gölgeler, nurunu zayıflatır, tesirini azaltır, onu türlü manipülasyonlara, yanlış anlamalara açık hale getirir. Hele hele, çağımızdaki gibi, gözün ve kulağın, hatta tele-göz ve kulakların sadece ağızlara yöneldiği, her şeyin, mana ve mefhumdan ziyade, ağızdan çıkan sözcükler ve kelimeler üzerinden okunduğu bir vasatta, bu olgu, bir kat daha değil, birçok kat daha önem kazanır. Hz. Ali'nin tüm zamanlar için altın değerinde olan şu sözü, bu zamanlarda ne kadar da anlamını hissettiriyor: "Söz sende iken, esirindir; ağızdan çıktığında da sen onun esiri olursun".
Sözün insanı bu kadar esir aldığı, bu kadar zora düşürdüğü başka bir dönem yaşanmamıştır herhalde! Bu hal, söze, dile, üsluba, kelime ve kavramlara gösterilen değerden, onların güç ve kudreti karşısında içerisine düşülen bir zorluktan değil, aksine, itibarsızlaştırılmalarından, onlardaki asalete ve heybete, güce ve kudrete yapılan saldırılardan kaynaklanıyor. Söz ve kelimelerin bu kadar manipüle edildiği, mana ve mefhum, kast ve irade bir kenara atılarak, kelimeler ve sözcükler ile bu kadar pervasızca, hoyratça, hiç bir kural, ölçü, değer tanınmadan oynandığı ve bu işin de, bu çağın en çok rağbet gören, yatırım yapılan bir sektöre dönüştüğü tarihin başka bir dönemi olmuş mudur acaba?
Evet, düşünceler ve duygular ne denli önemliyse, onlara zarf olan, onlara varlık veren kelimeler, dil ve üslup da bir o kadar önemlidir. Geçmişte de, literatür, dil, gramer, belagat, üslupçuluk, münekkitlik ve muharrirlik sanatı vardı. Her biri kendi alanında deha olan yüzlerce şahsiyet ve bunların eserleri ortaya çıkmıştı. Onları dahi ve erişilmez kılan ise, her biri farklı inanç ve kültür havzalarında bulunmalarına, farklı dünya görüşü ve değerlere sahip olmalarına rağmen, ilmin ve bilginin namusuna sahip çıkmaları, tefekkür ameliyesini ve ilmin onurunu hiç bir basit ve aşağılatıcı politik ve siyasi mülâhazaya, bireysel çıkar ve menfaate alet etmemeleri, çiğnetmemeleriydi. Bunu yapanlar olsa bile, bu pazarda değer bulamamış, bir rağbet görmemiştir.
Geçmişte, krallara, meliklere, padişahlara methiyeler yazan, mısralar dizen ve bunun karşılığında onların lütuf ve ihsanına mazhar olanlar olmuştur ama, bunlar bile, ilmin, bilginin, sanatın namusunu ayaklara düşürmemiş, aleladeleştirmemiş, sanatlarını olması gerekenin zirvesinde icra etmiş, her biri zamanın unutturamadığı birer dahi olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Son iki yüz yıldır, Batı medeniyetinin düzen kurma misyonunu devraldığı bu modern dönemin en karakteristik özelliği, ürettiklerinin sürekli tüketilir olması, gelecek nesiller için bir değer, bir mana taşımamasıdır. Her şey o kadar hızlı, o kadar erken eskitiliyor ki, bırakın gelecek nesli, bir insana kendi ömrü içerisinde bile, onlarca neslin değişimini yaşatır. Evinize aldığınız bir köşe takımı, bindiğiniz bir otomobil, kullandığınız bir bilgisayar ya da cep telefonu, daha bir yıl hatta bir kaç ay üzerinden geçmeden, bir bakmışsınız ki, artık üretimden kalkmış, demode olmuş, yerine yenileri üretilmiş! Aynı değişim hızı; düşünce, sanat, bilim, dil, kavram, ahlak alanında da söz konusu.
Her an, her şey, bir eskime ve bir yenilenme içerisinde. Dolayısıyla sürekli bir yabancılaşma… Sürekli bir cehalet… Modern insan, sürekli bir koşuşturmanın, bir yeniyi yakalamanın telaşında, ama o yeni, tam yakaladım derken, bir bakmışsınız ki eskimiş, siz şimdiden bir başka yeninin peşindesiniz.
Batı medeniyeti, diğer kadim medeniyetlerin aksine,"tekâmül" kavramını insanlığa unutturdu. Tekâmül ise varlığın olmazsa olmaz kanunu, sünnetullahıdır. Bütün varlık, bir süreklilik içinde, birbirine bağlı, birbirine dayanan, birbirini tamamlayan, ortak bir mana ve maksada yönelmiş halde, bir insicam, bir letafet, bir mizan ve nizam içerisinde işleyip durur. Varlıktaki bu tesânüd ve tekâmül gibi, anlıyoruz ki bütün kadim medeniyetler, ortak bir bina inşa eder gibi -insanlığın ortak kültür binasını- sırası gelen aynı duvarın üzerine kendi taşını koyup gitmiş, hakikatin ruhu, insicamı ve devamlılığı içerisinde, bir önceki tecrübeyi tekâmül ettirmiş.
Diller, kelimeler, kavramlar, kültürler, sanatlar birbirinden beslenir, zamanın ocağında pişer, tat ve kıvam alır. Bir bal arısının çiçek çiçek topladığı usareleri kendi midesinde harmanlayarak özel bir terkibe, hoş bir tat ve rayihaya dönüştürmesi gibi, medeniyetler de birbirlerinin çiçek tarlalarından beslenir, usaresini alır, kendi ikliminde harmanlar, kendi özünü katarak, yeni terkipler, kelimeler, kavramlar, kültürler, sanatlar, tatlar, lezzetler, rayihalar icat ederler. Bu hal; bu gelenek, bir süreklilik içerisinde, kibirli, kibirli olduğu kadar da cahil ve hodbin Batı medeniyetinin, eline geçirdiği teknolojik ve maddi güç ile yeni dünya düzenini kurmak üzere tahta kurulmasına kadar devam ede geldi..
Bize, "İki kelime ile modern Batı medeniyetini tanımlayın" denilse, olumlu olumsuz bir çok subjektif tanımlama yapılabiliriz ama bunların arasında hiç biri benim şu tanımlamam kadar objektif ve realist olamaz: Çöp Medeniyeti. Acaba insanlık tarihinde, ürettiği çöplerle bu kadar başı dertte olan, bir çöp krizi yaşayan ve onu nasıl imha edeceğini bilemeyen bir başka dönem yaşanmış mıdır? Her halde tarih boyunca, bütün gelmiş geçmiş insanların, bütün milletlerin ürettiği çöpler toplansa, tek başına, Batı medeniyetinin ürünü olan modern dönemlerin çöpü kadar etmez. Sadece bu özellik bile tek başına modern Batı medeniyetinin karakterini, mizacını tanımlamaya yeter: doymak bilmez bir ihtiras, bir oburluk hali.
Bu çöp üretme kabiliyeti sadece madde ile ilişkisinde değil, düşünce ve tefekkür ile ilişkisinde de böyledir. Bilim, düşünce, sanat dünyası, üniversiteler, gazeteler, televizyon, sosyal medya, her gün, yirmi dört saat, mütemadiyen, kelime, sözcük, renk, ışık ve objelerden oluşan, burnunuzu silip attığınız, bir daha kullanmadığınız bir kağıt mendil gibi tüketilen ve her gün yenileri üretilen düşünceler, fikirler, fanteziler, tezler ve teorilerden ya da nesneler, şekiller, resimler ve filmlerden oluşan çöpler üretir ve depolar. Burada da bir çöp krizi yaşar ve bu kadar çöpü nerede biriktireceğini, nasıl depolayacağını bilemez.
Bu alanda faaliyet gösteren ve yatırımlar yapan devasa şirketler, sürekli bu çöpleri depolama sistemleri, geniş ve dayanıklı hard diskleri geliştirme ameliyesi içerisindeler. Bu çöpler o kadar yığıldı, o kadar devasa hale geldi ki, bunların arasında bir hakikati, bir doğruyu, işe yarar bir düşünceyi arayıp bulmak neredeyse imkânsız bir hale ya da özel bir yetenek, bir marifet gerektirir hale geldi.
Hülasa, samimiyetin dilinden yola çıktık, fakat bindiğimiz tefekkür atı, bizi, dil, üslup, sanat, tarih, medeniyet yollarında dolaştırarak, kıvrıla kıvrıla, yolun sonunda, zamanımıza egemen olan modern Batı medeniyeti eleştirisi kapısından içeriye soktu. Fakat konunun özünden, yani, mana ve tefekkürün asaleti, azameti, kesafeti, letafeti, hüsnü ve cemali kadar, onun taşıyıcısı olan; dil ve üslubun da, en az onun değerinde bir estetiğe, bir heybete, kudret ve azamete sahip yüksek bir mertebede bulunmasının zarureti konusundan da sapmadık. Yolun uzaması ve bu kadar farklı alanlardan geçmesi ise, konunun ehemmiyetini göstermiyor mu?