Tarih Gücü

AZİZ SAVAŞ

AZİZ SAVAŞ
Tarih Gücü
 
Tarih… O efsane, o kadim ruh, ne kadar kurtulmaya, unutmaya, unutturmaya çalışsanız da peşinizi bırakmaz, bir gölge gibi ardınızdan gelir, kimi zaman önünüze geçer, sizden daha çok gerçek olur ve bir gölge gibi adımlarını izlersiniz. Hatıralar, hafıza, her zaman yaşanacak olandan, hayallerden daha güçlü, daha etkileyici bir rol oynar hayatta. Dilde kuraldır; geçmiş zaman ifade eden bir haber kipi, mana bakımından, gelecek zaman ifade edenden daha kuvvetlidir.

İşte, ben buna "Tarih Gücü" diyorum…

"Tarih Gücü, Tarih'in, bir milletin hayatında sürdüğü zamanın derinliğine, mekânın genişliğine, hafıza ve hatıratının zenginliğine ve içindeki olayların kesafetine bağlıdır. Böyle bir tarihe sahip milletlerin peşini bu güç bırakmaz; isteseler de ondan kurtulamazlar. Buna verilecek en somut örnek ülkemiz değil midir?

Birinci Cihan Harbi'nden ağır bir yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti, Balkanlar'da, Ortadoğu ve Afrika'daki topraklarının tamamını kaybetmiş ve kala kala elinde, çoğu işgal altındaki Anadolu toprakları kalmıştı. İşgalci güçler; bir şartla buradan ayrılmış ve oluşacak yeni Devleti küresel sisteme kabul etmişlerdi. O da: kurulacak devletin tarihiyle bütün bağlarını koparması şartı idi. O günün konjonktüründe – isteyerek veya istemeyerek; yargılamadan söylüyorum-, bu talepler kabul edilmişti. Alfabeden başlanarak, geçmişi hatırlatan ne varsa ya yok edildi, ya da üstü örtüldü ve bu millete sıfırdan bir Tarih icad edilmeye çalışıldı. Çalışıldı da ne oldu? Bunu başara bildiler mi? Hayır, başaramadılar… Son Yüzyılda, Tarihin konuşulmadığı, tartışılmadığı, gerilim ve tartışmalara sebebiyet vermediği, büyük trajediler yaşatmadığı, büyük siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel çalkantılara, buhranlara yol açmadığı bir dönem olmuş mudur acaba? Dün olduğu gibi, Tarih yeniden dizginleri eline alıp rolünü oynamıyor mu şimdi? Öyleyse geride kalan yüzyıla ne demeli? Olan, şu köylü fıkrasındaki gibi değil mi?

Köylünün eşeğini kurt parçalamış. Adamcağız kurdun arkasından şöyle söylenirmiş:

"Bir gün sen de öleceksin, biliyorum bunu; ama neyleyeyim ki, ben yaya kaldım!"

Evet, son günlerde Tarih yeniden gündeme oturdu; varlığını, hafızasını, hatırasını yeniden hissettirdi. "Tarih Gücü" bu dedim ya! Öyle kolay kolay yakanızı bırakmaz; siyaset, medya; gazeteler, televizyonlar, o koca koca unvanlı hocalar, ilgili ilgisiz herkes hatta sıradan vatandaş biteviye tartışıyor; bir kavgadır sürüp gidiyor. Çok azını istisna edersek, lehte konuşanlar ile aleyhte konuşanlar ne de çok benzeşiyorlar! Ne kadar soğuk, yavan, bön ve iğretici bir tartışma! Bir akıl ve tefekkürden, bir felsefe ve metodolojiden yoksun boğazına kadar cehalete gömülmüş zevat, karşılıklı mevzi almış halde, biri diğerini dinlemeden, İspanya'daki domates savaşı festivalindeki gibi, o bildik çürük ve lekeli sözcükleri nasıl da birbirlerine fırlatıyorlar? Nasıl da Tarihin dışında, zihinlerinde ve kalplerinde biriktirdikleri, bildikleri kin, öfke, haset ve ön yargılar adına ne varsa, her meselede yaptıkları gibi, aynı kaba koyup, tarih diye tartışıyorlar! İlmi bir mesele, bir tefekkür ve disiplin alanına ait bir konu, kendi dil, kavram ve edebiyatıyla, mantık örgüsü ile konuşulması gerekirken, çağımızın o ruhsuz, sentetik, edep ve ahlaktan yoksun kaba polemik dili ile acımasızca kirletiliyor maalesef.

Son yüzyıldır, aydın ve düşünürlerimiz tefekkür lisanını kaybettiler de, çağın modasına uyarak, medyanın o her şeyi tüketen, sentetik, kavram ve manadan yoksun sıradan diline mahkum oldular. Bilinmeli ki, bu Çağ'ın dili de, mantık ve tefekkürü de kirlidir. Ruhsuz bir Çağ'dır; plastik, metal ve ışıktan ürettiği eşyalar gibi, ruhu, vicdanı ve kalbi de ışıksız, cansız ve rayihasızdır. Vicdanı, aklı ve tefekkürü çok acımasızdır; her şeyi acımasızca yargılar, kalbiyle anlamaz, ürettiği çelikten makinalar gibi çelikten mantığının dişleri arasına sürer de, onu parça parça eder, ezer, zerafetini ve cemalini yok eder, mana ve ruhunu öldürür, sonra da mikroskobun altına yatırır ve size; "işte bu!" der: "din işte bu!", "tarih işte bu!", "kültür, sanat, medeniyet işte bu!" der.  İnsanlık tarihinin hangi döneminde böyle bir tefekkür görülmüş? Böyle bir acımasızlık, böyle bir kabalık ve hoyratlıkla ilmi  ve tefekkürü ilgilendiren bir meseleye yaklaşılmış? Eğer böyle olsaydı, din namına, tarih ve kültür namına, bilim ve sanat namına, eser namına bize ulaşan bir şey kalır mıydı acaba?

Son zamanlarda bazı ilahiyat hocalarının ve cemaat hocaefendilerinin de katıldığı bir Tarih tartışması var ki, aman Allah'ım, cehaletin bini bir para! Yok, "tarih yeniden yargılanmalıymış", "tarih abartı ve kutsallaştırılmış figürlerle doluymuş"… Yok "efsane ve ütopyaymış, aslında böyle yaşanmış dönemler yokmuş"; vesaire… Farzedelim ki bu dedikleri doğru olsun ve tıpkı Homeros'un Destanları; İlyada'sı ya da Olympos'u gibi veya Dede Korkut Masalları gibi bir ütopyadan, efsane ve masaldan ibaret olsun… Ne olur? Bunlar önemsiz mi acaba? Toplumların, insanların bunlara ihtiyacı yok mu? Niçin toplumlar binlerce yıl bu efsaneleri yaşatıp günümüze kadar getirdiler? Aslında tarih biraz da böyle değil mi? İyiliğiyle, kötülüğüyle, doğrusuyla yanlışıyla, adaletiyle zulmüyle, sevabıyla günahıyla, kahramanlığıyla korkaklığıyla yaşanmış hikayeler, kıssalar değil mi? Tarihe de niçin bir klasik gibi bakmayalım ki? Bir roman gibi mesela… Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza'sı", "Karamazov Kardeşler'i";Tolstoy'un "Savaş ve Barış'ı", "Anna Karenina'sı", "Hacı Murat'ı" tarihten farklı bir şey mi? İster yaşanmış olsun, ister yaşanması arzulanmış olsun, insanın serüveni ile ilgili her his, her duygu, her düşünce ve tefekkür, kurulan her hayal, her arzu ve istek, her çaba, verdiği her kavga, başkalarıyla geliştirdiği her ilişki, kurduğu her düzen insanı anlatır ve bu onun tarihi olur.

Evet, Tarih'e böyle bakmak lazım… Bundan dolayıdır ki, İslam alimleri diğer her konuda kılı kırk yarmalarına rağmen tarihe fazla dokunmamışlardır; olduğu gibi kabul etmiş hatta yer yer bu kıssa ve efsaneleri tefsirlerinde bile kullanmışlardır. Tarihe de kıssa demişlerdir; Kısas-ül Enbiya, Kısas-ün Nebi… Kur'an dahi bütün tarihsel vak'aları kıssa diye aktarıyor; Yusuf Kıssası, İbrahim Kıssası, Süleyman Kıssası… Doğu klasiklerine bakın! Hiç biri tarihi çıplak anlatmaz, kronolojik bir tarih anlatmaz; onu soyutlaştırır, hikayeleştirir, içerisine hikmet kor, bir mana ve ruh yerleştirir; ibretlik kılar.  Ali Şeriati'nin dediği gibi; efsaneler, ütopyalar beni somut tarihten daha çok cezbeder. Destanlar anılardan daha çok hoşuma gider. Çünkü daha gerçekçidirler; vakalara salt akıllarıyla bakmazlar, his ve duygularını da yansıtırlar; hülyalarını, beklentilerini, öfke ve sevinçlerini, arzu ve nefretlerini de gösterirler.

Bana göre tarihin en güzeli romanlaşanıdır, hikaye ya da masal halini alanı… Çünkü roman, hikaye ve masal, tabiatları gereği, yazara geniş bir pencere açar ve oradan bakmaya zorlar kendisini, salt kendi vicdanına ve niyetine bırakmaz. Kötü niyetli bir romancının kurgusuna bile, bir çok hakikat gizlice sinebilir, kendini belli eder. Yoksa çıplak tarih dediğimiz anlatımlar, bugün gazete köşelerinde, ya da manşetlerde, her gün okuduğumuz, gördüğümüz haberlerden farklı değildir? Hangisi birbirini tutuyor? Bugün bile, içinde yaşadığımız halde, gözlerimizle şahid olduğumuz bir vakayı hangimiz aynı şekilde görür, değerlendirir ve bir sonuca varırız? Hangimizin değerlendirmesi, yorumu ya da vardığı hüküm doğrudur acaba? Bırakalım geçmişi, bugünü yargılayalım… Hangimiz bu davanın altından kalkabilir, bir sonuca vardırabiliriz? Mümkün müdür bu?  Dolayısıyla tarihi yargılamak, Don Kişot'un Yel Değirmeni ile savaşına benzer; buradan bir sonuç çıkmaz… Varsın efsanelerden, abartılardan ya da ideallerden ibaret olsun… Gerçek olsun, ütopya olsun, bize düşen, buradan bir ibret, bir heyecan, bir ruh çıkartmak olmalı… Bunların üzerine bir tefekkür, bir sanat, bir destan inşa edebiliyor muyuz, edemiyor muyuz; bu önemli. Fikrimize, şuurumuza, aklımıza, kalbimize bir Işık tutuyor mu, tutmuyor mu; buna bakacağız. Tıpkı bir roman gibi, bir hikaye gibi…

Toplumların moral değerlere de ihtiyacı vardır, ütopya ya da destanlara da. Bunlar da bize ışık tutar, tahayyüllerimizi kanatlandırır, ufkumuzu açar ve kendi çağımıza, kendi insanımıza bunlar üzerinden yeni şeyler söyleyebilir, yeni hayaller kurabilir, yeni güzellikler var edebiliriz. Tarihe böyle bakmak lazım… En azından ben böyle bakıyorum.

1 Ocak 2015 / Asanatlar

 

 

Bir Yorum

  1. Tarihin Gücü isimli yazınızda efsanelere, kıssalara ve diğer tarihi olaylara yaklaşım ınız ve bunların hikayeleştirilebilmesi konusun, ilahi gerçeği, hikmeti açık bir kor şeklinde bize sunması gibi ve bunun da ne kadar önemli bir mesele olduğuna dair tespitlerinizi çok beğendiğimi ifade etmek isterim. Kaleminize, tefekkürünüze sağlık. 

    Dr. B.Selim Yiğitbaşı

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir