Zaman, Yeni Bir Zamana Gebedir Bu Topraklarda!

AZİZ SAVAŞ

AZİZ SAVAŞ
Zaman, Yeni Bir Zamana Gebedir Bu Topraklarda!
 
Mucizeleri saymazsak, bir yönüyle hayat biteviye bir doğma ve doğurma eyleminden ibarettir. Her şey bir şeye gebe; gece gündüze gebe; gündüz geceye, bulut yağmura, yağmur buluta… Mevsimler de öyle; bahar yaza, yaz sonbahara, sonbahar kışa… Zaman da her zaman başka bir zamana gebe; çağlar, tarih, toplum sürekli bir doğma ve doğurma faaliyeti içerisinde. İnsanlar çeşit çeşit ırk, renk ve milletlerden oluştuğu, farklı farklı dil, kültür ve tabiatlara sahip oldukları gibi, zaman da şubelere ayrılmış, her çağın, her dönemin, her milletin kendine has; kendi karakterine, ruhuna ve tecrübesine uygun bir tabiata sahip zamanları vardır. Her şey çift yaratılmış; zerreden küreye, sıfattan mevsufa, ruhtan bedene her şey eşiyle var edilmiş ve aralarına bir ünsiyet ve tenasüp konulmuştur; bunun gibi, zaman da temas ettiği insanın, toplumun, millettin ya da çağ ve dönemin ruhuna uygun bir ünsiyet ve tabiatla onlara eşlik eder.

Bir asrın, bir medeniyetin, bir milletin hayatında artarak büyüyen bunalımlar, huzursuzluklar, tepinmeler, mide bulantıları, karın sancıları, yorgunluklar, zamanın rahminde yeni bir zamanın gelişip büyüdüğünün, yeni bir doğumun yaklaşmakta olduğunun ön belirtileri, habercileridirler. Tabiattaki her yeni doğuş gibi, insan ve milletlerin hayatındaki büyük tarihsel değişimler, yeni bir çağ ve zamanın doğuşu da, bir cenin gibi, bir süreç izler. Önce bir nutfe olarak düşer zamanın rahmine… Sonra ete kemiğe bürünür şekil alır, ruh üflenir canlanır, giderek tekamül eder olgunlaşır, vakti saati geldiğinde de keskin bir doğum sancısı ile birlikte sökün eder, hayata düşer… Ardından büyür, emekler, yürür, deli dolu bir gençlik dönemi yaşar,  sonra durulur, olgunlaşır ve nihayetinde yorgunluk alametleri baş gösterir, hastalıklar, sıkıntılar derken guruba yaklaştığının emareleri belirginleşmeye başlar ama, bu arada zaman rahminde başka bir zamanın doğuşunu tamamlamayla meşguldür. Kâinattaki hayat döngüsü gibi  bu hep böyle devam eder durur.

Dünyamızın bugünkü ahvali; son yüzyıldır giderek artan huzursuzluklar, kavgalar, zulümler, adaletsizlikler, sapkınlıklar, tatminsizlikler, bunalımlar, kinler, öfkeler yeni bir zamanın ayak sesleri ve yeni bir doğuşun doğum öncesi huzursuzlukları, sancıları ve mide bulantılarıdır. Karanlığın en koyu anının şafağa en yakın an olması gibi, zamanın yükünün en ağırlaştığı, umutların en tükendiği an da, yeni bir umudun doğum sancılarının başladığı andır. Özellikle bölgemizde ve Müslüman coğrafyada bugün yaşananlar; bu parçalanmışlık, bu başıboşluk, bu sünepelik ve acziyet, bu sefalet ve zillet, bu toprakların tarihinde şahid olmadığımız; okumadığımız, bilmediğimiz, onur ve asaletine, o büyük geçmişine, bu toprakların ruhuna yakıştıramadığımız bir haldir. Bu hal böyle uzun süre devam edemez… Bu topraklar uzun süre böylesine bir parçalanmışlığı, bir bölünmüşlüğü, taşıyamaz… Çünkü bu topraklar, tarih boyunca hep büyük milletlerin, büyük medeniyetlerin, büyük krallıkların ve imparatorlukların toprakları olmuştur. Burada bölünmek demek, yok olmak demektir, sefalet ve zillet demektir. Evet, geçmişte de zaman zaman böylesine durumlar, böylesine kriz anları yaşanmıştı ama, bu anlar, daha çok ara dönemlerde; tarihin makas değiştirdiği, medeniyetlerin el değiştiği dönemlerde olmuştu. Ama çok geçmeden, tarih katarı rayına oturmuş, o dağılmış aile fertlerini toparlamış ve yeniden o büyük saltanatına kurularak seyrine devam etmiştir. Bugün yaşananlar da, olsa olsa, yine böyle tarihin bir makas değiştirme anı, yeni bir medeniyetin tekrar nöbeti devralma anı gibi bir ara dönem olsa gerek.

Bu toprakların tarihinden gafil olanlar, asaletinin ve büyüklüğünün idrakinde olamayanlar, bu ara dönemlerde, aciz ve sünepe mirasyediler gibi, her biri bir yandan saldırarak, bu büyük mirası talan etme ihtirasına kapıldılar; "az olsun, benim olsun" bencilliği ile parça parça edip böldüler. Ama hiç biri de huzur bulamadı, zillet ve sefaletten kurtulamadılar; başlarında bela ve musibetler hiç eksik olmadı, onur ve asaletlerini kaybettiler. Kimileri hala tabiatın kendilerine sunduğu zenginliklerin içerisinde şimdilik süfli ve şımarık bir hayat sürseler de, bu halleri uzun süreli olamayacak, bu toprakların ruhu buna izin vermeyecektir. Çünkü bu coğrafya, ülkü ve ideallerin coğrafyasıdır; inanç ve tefekkürün, mana ve hikmetin, şiir ve sanatın coğrafyasıdır; peygamberler ve filozofların vatanıdır. Bu topraklarda hep büyük ideallerin kavgası verilmiştir; toprağının her katmanı insanlık tarihine kadar uzanan büyük medeniyetlerin kalıntıları, ruhlarıyla doludur.  Bu topraklarda rüyalar büyük görülür, hayaller büyük kurulur, kavgalar, savaşlar büyük verilir… Vatanın sınırları, Doğu'dan Batı'ya kadar uzanır.  Nemrut'un yüksek bir tepeye güç ve saltanatının heykellerini dikip, bir yüzünü güneşin doğuşuna, diğer yüzünü de batışına çevirmesindeki hikmet başka nasıl okunabilir? Büyük İskender'in yanına filozofları ve bilginleri alarak o büyük ordusuyla Batı'dan yola çıkıp Hindistan'a kadar varması başka nasıl açıklanabilir? Ya Arabistan'ın Çölü'nde bir avuç deve çobanı bedevi ve hurma çiftçisinin kutlu bir peygamberin önderliğinde gördükleri o rüya?  Hendek Savaşı'nda , yaşadıkları şehri üzerlerine gelen düşmandan korumak için etrafına hendekler kazmaya çalıştıkları bir esnada, o korkudan gözlerinin yuvalarından fırladığı bir savunma anında bile, o kutlu peygamber kazmasını her taşa vurduğunda, bir Kayser'in Sarayını, bir Kisra'nın Saray'ını, bir San'a (Yemen) nın Saray'ını vadediyordu. Çok geçmeden bu rüya gerçekleşmedi mi? İslam orduları, Doğu'dan Batı'ya, Güney'den Kuzey'e seferler düzenleyerek o kutlu rüyayı, o büyük ülküyü gerçekleştirmediler mi? Peygamber Efendimiz hendekteki kayayı parçalarken Bizans, İran ve Yemen'in fethedileceğini müjdeleyince, Muaatib İbn-i Kuşeyr, ''Muhammed bize İran'ın ve Bizans'ın saraylarını vadediyor, onları alacağımızı söylüyor. Halbuki biz kendi şehrimizi bile savunacak durumda değiliz. Korkudan hendek kazıyoruz'' demişti, Sahih-i Buhârî).

Ya Asya'dan kalkıp Anadolu'nun içlerine kadar gelen, Söğüt’te sürüsünü otlatan o küçük Yörük Beyliği'nin; Osmanlı Beyliği'nin, rüyası? Yine, bugünkü gibi, ümmetin parçalandığı; bir yandan Haçlı saldırılarının, diğer yandan Moğol vahşetinin vatan coğrafyasını hallaç pamuğuna çevirdiği, taş üstünde taş bırakmadığı, ümmetin Çil yavruları gibi etrafa savrulduğu, otoritesinin yok edildiği, büyük buhranların yaşandığı bir dönemdi. O küçük Yörük beyliği, böyle bir ortamda, nasıl bir rüya görmüştü de, torunları onun ardına düşmüşlerdi ve 19 yaşındaki bir genç gemiler yapmış ve onları karadan yürüterek Bizans'ın kapılarına dayamıştı? İşte Doğu'da rüyalar böyle görülür… Çok geçmeden, bir yandan Afrika'nın, diğer yandan Avrupa'nın içlerine uzanarak asırlarca dünyaya hüküm sürmüşlerdi.

Evet! Tekrar söylüyorum: bu topraklar bugün yaşadığımız bu zillette, böylesine bir parçalanmışlığa uzun süre izin vermez, veremez; bundan eminim. Zaten bugün yaşadığımız buhranlar; bütün bu kavga ve çatışmalar, ruhumuzda oluşan bütün bu manevi ve psikolojik travmalar, bu hali kabullenemememiz, izzet-i nefsimize dokunması, dengemizi sarsması, sağlığımızı bozması, gözlerimizi karartması, şuurumuzu ve dimağımızı dumura uğratması yüzünden değil midir?

Büyük'lerin çöküşü hep büyük olur, hasarları da fazla… Tozu dumanı yeri ve göğü kaplar ama; yeniden dirilişleri de muhteşem olur. Bu topraklar hiç bir zaman ebedi çöküşlerin yaşandığı, ebedi ölümlerin olduğu topraklar olmamıştır. Zaman, bu topraklarda bir başka işler; öyle başka toprakların zamanlarına benzemez. Analar, bir başka doğurur yavrularını burada; öyle başka diyarların analarına benzemez. Yeter ki bir cemre düşmeyegörsün bu toprakların rahmine; yeter ki bir mana, şuur, yeniden millet ve ümmet olma bilincine ermeyegörsün bu toprakların evlatları… Bakın o zaman, rüyalar nasıl görülür?

Umutvar olalım; bu cemre düşmüştür; zaman yeni bir zamana gebedir bu topraklarda!

27 Aralık 2014 / Asanatlar

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir