Keşke Meyrik Ölmeseydi

NECLA DİLEK ARSLAN
Keşke Meyrik Ölmeseydi
 
‘Maraş’tan bir haber geldi,
Dediler ki Meyrik öldü!
Keşke Meyrik ölmeseydi!
Kırılaydı elim kolum…’
 
Bu acı dolu türküyü ilk kaç yaşında dinledim hatırlamıyorum. Tek bildiğim beni ölümle tanıştıran ilk türkü olması. Radyodan o yanık ses geldikçe küçük kalbim acıyordu. Meyrik’in acısını kaldıramıyordu. Ne annem ne babam farkındaydı bunun. Meyrik niye ölmüştü? Onu neden kurtaramadılar? Sahi ölüm ne demekti? Bu içimi acıtan neydi, nasıl başedilirdi? Kaç yıl geçti aradan bilmiyorum. Meyrik gibi ölümü karşılamanın hayatın bir gerçeği olduğunu kabul ettiğimde belki on belki on bir yaşındaydım.
 
Aradan uzun yıllar geçti. Soğuk bir kış günü, kafamın içinde aynı türkü yine acı acı çalmaya başladı. Bu sefer her bir nağmesi kalbime ok gibi saplanıyor, beynim gördüklerine, duyduklarına inanmak istemiyordu…
 
Maraş’tan bir haber geldi
Dediler ki deprem oldu
Binlerce can toprak oldu      
Kırıldı elim kolum…
 
Doktor bacağı kesiyor,
Enkazdan günlerce sesler geliyor
Dediler ki şehirler yıkılmış
Olan hep masumlara oluyor …
 
Evet Maraş’tan çıkan ateş yakmıştı onbir ili ve onbinlerce haneyi. Maraş’tan çıkan ateş yakmıştı çaresizlikle çırpınan, dua eden milyonlarca yüreği… Oysa bir yaz günü Ankara’nın sıcak sokaklarında bir dondurma hatırlatacaktı bana Maraş’ı. Karlı ve soğuk Şubat’ın bir sabahından gelen bu haber de neydi?
 
Meyrikler, ah Meyrikler binlerce farklı suretteydi.  Enkazların altında kışın soğuğunda günlerce acı çeken, kurtarılmayı bekleyen Meyrikler. Gecem-gündüzüm birbirine karışmış, çaresizlik ve hüzün iki el olup boğazıma yapışmıştı. Ben Ankara’da sıcak evimde yatağıma uzanırken yorgan duvar, yastık beton oluyordu bir anda. Soğuk bir enkazda sıkışmıştı bedenim ve kalbim. Uyumanın zor olduğu bu gecelerde enkazdan çığlık atarken uyanıyordum. Sanki bebek, çocuk, genç, yaşlı demeden insanların üzerine devrilen binaların altında ben kalmıştım.
 
Çocuklar! Ahh çocuklar korkmuş mudur o soğuk karanlıkta? Kaç çığlık attılar ki nefesleri kesilene kadar? Bana da sitem ettiler mi ki?  Kuş olup uçamadım, o karanlıkta ellerini tutamadım diye.
 
Yaşamak, yemek yemek, uyumak hatta kendi çocuklarını sevmek ne kadar utanılası bir şeymiş. Binlerce insan günlerce kurtarılmayı beklerken yaşamak ne ağır gelirmiş insana.
 
Çocuklar, yaşlılar, gençler, anneler, babalar kaldılar deste deste kazanılan paraların enkazının altında. Oysa herkes bir binadan bahsediyordu; hani müteahhitinin tüm kurallara uyarak yaptığı bina? Hani içindeki zücaciye dükkanındaki tabakların bile kırılmadığı o bina? Oluyormuş demek ki dedik hepimiz. Mümkünmüş dedi evladını kaybeden acılı analar babalar, babasını anasını kaybeden öksüz, yetim evlatlar.
 
Peki ya geride kalanlar? Ne kadar zordur kalan olmak… Bir baba cennete uçan kızının elini tutar enkazın başında, bir kadın eşinin naaşının yanında yatar sabaha kadar. Ne kadar zordur sevdiklerini ölüme teslim edip uğurlamak. Ne acıdır bir daha açılmayacak olan gözlere veda etmek. Kalanın acısı bitmez sadece derine iner, ara sıra midende bir yumruk olur, kalbinde ince bir sızı. Yakar geçer acı içini, hatırladığın anda toprağa verdiğin canı.
 
Kader kaleminin önünde boynumuz kıldan ince tabi. Ama Rabbim doğruluğu, dürüstlüğü emretmişken, Peygamber Efendimiz (s.a.v) “deveni bağla ve tevekkül et” demişken, insanların para sevdası yüzünden, ihmal yüzünden bu felaketin yaşanması dokunur yüreğe. Çürüyen binalardan önce çürüyen insanlık utandırır, mahveder insanı. Malzemeden çalınan inşaatlar, çıkar için kolonları kesilen binalar, deniz kumu dökülen bina temelleri. Hepsinin ortak bir dersi var aslında, biz geride kalanlara; vicdanlar eğitilmeli en başta! Yoksa içimiz yanmaya, beynimiz de bunlara sebep olanların yerine utanç duymaya, sancı çekmeye devam eder. Yoksa Meyrikler toprağa düşmeye, analar da dünyada cehennem ateşine düşmeye devam eder.
 
Şu Meyriğin acısına
Çarşaf serin gecesine oy
Keşke Meyrik ölmeseydi
Sabır onun anasına oy…
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir