Warning: Attempt to read property "post_excerpt" on null in /home/asanatlar.com/public_html/wp-content/themes/sahifa/framework/parts/post-head.php on line 73

Kar ve Çocuk

AZİZ SAVAŞ

AZİZ SAVAŞ
Kar ve Çocuk
 
Ne zaman kar yağsa, muhayyilem, otomobillerin ön camlarındaki sensörlerin bir ıslaklık hissettiklerinde silecekleri harekete geçirmesi gibi, harekete geçer ve beni çocukluk yıllarımın o karlı günlerine götürür. İlk karın yağışını, nasıl da bir bayram coşkusu ve heyecanıyla karşılardık! Sevinçten yüreğimiz pıt pıt atar, adeta beyaz kelebekler gibi uçuşur, aheste ve titrek yağan kar taneciklerinin arasına karışır da, onlarla birlikte bir iner, bir yükselir, havada bir kar şöleni oyunu oynardı. Cahit Sıtkı Tarancı ne güzel söylemiş:

                   "şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine" 

Ben, karın tabiatıyla çocuk tabiatı arasında derin bağların olduğunu, tabiatlarının benzeştiğini, aralarında bir ünsiyet ve özel bir iletişim dilinin olduğuna inanırım hep. Sanat ve estetikte, renklerin bir mana ve felsefesi, simgesel bir değeri vardır: Beyaz renk, her zaman, masumiyetin, paklık ve saflığın sembolü olarak görülmüş, kabul edilmiştir. Diplomaside de, iyi niyetin ve barışın sembolü… Çocuk tabiatı da öyle değil mi? Kar gibi beyaz; saf, masum ve pak! Bebeklerin terleri niçin en güzel kokulardan daha güzel kokar da büyüyünce tiksindirici ve iğrenç bir tabiata bürünür? Çünkü saflığını, masumiyet ve paklığını yitirir de ondan… Günaha bulaşır; kin, haset, kıskançlık, şehvet ve düşmanlık gibi hasletler zuhur eder, peyda olur… Çocuk tabiatında Allah'ın saf ve muhlis ruhu kokar. Değil mi ki, ruhundan üflemiş? Büyüdüğünde ise, giderek saflık bozulur ve beden ruha galebe çalınca daha çok balçık kokmaya başlar. Kar da öyle…  Gökten yağdığında, pak, saf ve beyaz…

Göklerin paklığıdır karla inen! Rahmeti ve letafeti…

Üstat Sezai Karakoç'un dediği gibi:

"Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince"

Ama toprağa değince, toprakla ünsiyet kurunca, karın da kirlendiğini; saflığını ve paklığını kaybettiğini hatta kurtlandığını görürüz.

"Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın"

Karın, çocuk tabiatına benzeyen bir yönü de, cilvesi, oynaklığı ve neşesidir; letafeti, narin ve nazenin bünyesidir. O tüy gibi hafif, o küçücük, o narin ve binbir şekliyle havada bir süzülüşü, cilveler yaparak, aheste aheste inişi yok mu? Sanki küçücük kız çocukları bembeyaz kostümler içinde buz pistine çıkmış da, o nazenin endamlarını bir sağa, bir sola kıvırarak, bin türlü cilveler yaparak, şirin şirin oyunlarla raks ediyorlar. Yüzlerindeki masumiyet, cilvelerindeki letafet ve narinlik, kostümlerindeki beyazlık ve paklık ile birleşerek sahneyi bir aydınlık ve nur ile dolduruyor. Kar da öyle değil mi? Nasıl da bir anda tabiatın bütün renklerini, bütün ayrıntı ve çeşitliliğini yok ediyor da, kendi beyazlığını, nurunu ve parlaklığını hakim kılıyor! Sanki, Allah’ın varlığını merak edenlere, kendisini çıplak gözle görmek isteyenlere, "kar" olarak iniyor da; "bakın, görün!

Zuhur ettiğimde, nurum her şeyi, bütün varlığı bürür de kendi rengini hâkim kılar!" diyor.

"Allah kar gibi gökten yağınca"

"Her şeyden ve herkesten önce kar çocuklar için yağar ve çocuklara aittir" desem abartmış olmam her halde. Karda, çocukluk güdüsünü ya da tabiatını harekete geçiren o kadar güçlü bir etki var ki, şu koca koca yaştaki bizleri, hatta dede ve nineleri bile bir anda çocuklaştırır, çocukça bir neşe ve heyecanla dışarıya fırlar karın oyununa eşlik ederiz. Kar, yaş farkını ortadan kaldıran, herkesi çocuklaştıran bir  "çocukluk bayramı"dır. Önce her şeyin üstünü beyaz bir örtü ile örter, bütün renkleri ve şekilleri ortadan kaldırır; "sadece ben ve çocuklar" der: " Yalnız benim ve çocukların bayramı… Başka ortak istemem!"

ÇOCUKLUĞUMUN KARLI GÜNLERİ

Kar, çoğunlukla bize sürpriz yapardı; daha çok bizler uykuda iken yağar, her tarafı beyaza bürür, sabah gözlerimizi açtığımızda, ilkin odamızın içerisine dolan aydınlığını görür de hemen pencereye koşardık. Sanki penceremizin arkasına gizlenmiş, uyanmamızı bekleyen ve gözlerimizi açtığımızda bize; "sürprizzzz…" diye bağıran bir peri kızının tebessümünden odamıza dolan bir nurdu o. Evet kar yağmış ve her taraf bembeyaz… İlk gören, koşar müjdeyi patlatırdı. Sonra, hep birlikte coşku ve heyecanla tekrar pencereye koşardık.

Çocukluğumuzun karları da öyle az buz yağmazdı; hem lapa lapa yağar hem de bir yağdığında bazen günlerce devam ederdi. Kasabamızda, Belediye ve Hükümet Konağı'nın dışında, henüz çok katlı binalar yoktu -hoş, onlar da iki katlıydı ya!-; evlerimiz tek katlı ve dış kapılarımız neredeyse zeminle birdi. Sabah dış kapıyı açtığımızda, kapıyı yarıya kadar kara gömülmüş halde bulurduk. Hemen işe koyulur, kürek ile çıkış yolunu temizler ve adeta kardan iki duvar arasında geçiliyormuş gibi dışarıya bir koridor açardık. Ardından da ilk iş, dama çıkmak ve damda biriken karı küremek olurdu. Hoş, bugünün çocukları hatta gençleri ‘kar küreme’nin ne olduğunu bilmezler ama, çocukluğumuzun kış günlerinin en eğlenceli işlerindendi o. Kasabamızda ve köylerimizde daha o günlerde sac ya da kiremit çatılar yaygın değildi, evlerimizin damları çoğunlukla topraktandı. Bahar ve yaz aylarında bir çoğunun üzerinde otlar biterdi. Sonbaharda, kışa girmeden önce, otlar temizlenir, çatlaklar doldurulur ve killi toprak ile basılır, loğlanırdı. Kışın kar yağdığında, her defasında, ağız kısmı üçgen şeklinde ve kürek sapı gibi uzun sapı olan kar küreği ile karlar kürenir ve ardından loğlanırdı. Zamanla o karlar o kadar birikirdi ki, neredeyse damın hizasına kadar çıkardı. Dama çıkmak ve oradan aşağıya, biriken karın üzerine atlamak da bir başka eğlencemizdi. Fakat bunun bir bedeli de vardı; sırılsıklam olmuş elbiselerimizle eve gidince annemizden dayak yemek…

İlk kar bir yağdı mı, bugünkü gibi, hemen kalkmaz, bahara kadar kalırdı; üzerine hep yenisi yağar ve kat kat tabakalar oluştururdu. Yağış durduğunda ise, çoğunlukla, ardından soğuk geceler, kuru ve sert bir ayaz gelirdi. Bazı geceler o kadar soğuk olurdu ki, evlerimiz taş ve kerpiçten olmasına rağmen -ki beton binalara göre çok daha sıcak olurdu-, içerdeki sular dahi donardı. Dışarıda ise, kar kütlesi beton kesilir, değil insan, ağır hayvanlar, at ve katır dahi yürüse batmazdı.  Sabah okula giderken en büyük zevkimiz, bu sertleşmiş kar kütlesi üzerinde "kart kurt" seslerini çıkararak yürümek ve kara batmamak olurdu. Şu an, bu yazıyı yazarken dahi, o sesleri duyuyor ve hissediyorum…

Tabi, her şey bu kadar tatlı ve eğlenceli değildi; bazen acıların karıştığı olurdu bu tatlılıklara. Özellikle okul dönüşleri akşama, havanın kararmaya başladığı saatlere denk gelirdi. Doğuda, kış günleri, öğle saatlerinde hava yumuşar, ikindiden sonra, ayaz başlar ve akşama varıldığında ise, iyice sertleşirdi; gece de doruğa çıkardı. Bugün olduğu gibi, okula servis ile gidilmezdi; okul servisimiz ayaklarımızdaki siyah lastik ayakkabılarımızdı; yaz kış, yağmur, kar, çamur asfalt demeden onlar bizi götürüp getirirdi. Okul da öyle evlerimizin yakınında, yanı başında değildi; en az üç km. yürürdük. Yine de biz şanslıydık; kimileri de civar köylerden gelir giderlerdi; hem de yaya… Okuldan akşam eve döndüğümüzde, çoğu zaman el ve ayaklarımız soğutan donar ve hissetmez olurdu. Eve vardığımızda, sobanın karşısında ısıttığımızda, donlar çözülünce, sert, keskin bir acı hisseder -biz Kürtçe buna "jan" derdik- ve hüngür hüngür ağlamaya başlardık. Sonra da tatlı bir kaşınma ve ardından gelen bir rehavet başlardı.

Kış günlerimizin kahvaltı sofrasının tek ve mutad yiyeceği ise mercimek çorbasıydı; istisnası misafirin geldiği gün olurdu. O gün sofraya çay konulur ve yanına da, tereyağı ile karıştırılmış kuru çökelek – buna biz "imansız çökelek" derdik- ve yumurta kırılmış kavurma konurdu. Misafirin olduğu gün, biz çocuklar için bayramdı.

Kış gecelerimizin en eğlencelisi ise, misafirlerin olduğu gece olurdu. Hele bir eniştemiz vardı ki -teyzemin kocası; kendisine "Mehı" diye hitap edilirdi; asıl adı Mehmet'ti-, yemekler yenilip, çaylar içildikten sonra biz yavaş yavaş kendisine sokulurduk. Sadece biz mi? Büyükler de… Mehı enişte, çok güzel hikâyeler ve masallar anlatırdı; ‘Kelile ve Dimne’yi andıran… Hikâyeler iç içe; biri biter, diğeri başlardı. Tabi, Kürtçe anlatırdı. Ah, o ses ve anlatış üslubu kayda alınsaydı keşke. Bir külliyat çapında hikâyelerdi onlar. Yazık oldu, bir çoğu unutuldu gitti. Neyse, biz konumuza dönelim! Mehı enişte önce nazlanırdı; yorgunluğundan, sesinden, boğazından dem vurur, şikayet ederdi ama ne eder eder razı ederdik: "o zaman, şöyle kısa bir şeyler anlatayım" diye başlar, gecenin sonuna varılır, biz çoktan uyumuş olurduk ama Mehı eniştenin hikayesi bitmezdi. Bir de, biz ‘misafir’ deyince, hep köyden, uzaktan gelene derdik; komşuların ziyareti ise mutat işlerden sayılır, onlar misafir görülmezdi. Her iki üç gecede bir, ya bizler bir komşuya gider, ya da onlar bize gelirlerdi. Gece yarılarına kadar oturulur, çaylar içilir, cevizler, pestiller, kuru üzüm ve dutlar yenir; sohbet çay gibi demlenir, koyulaşırdı. Kadınlar da başka bir odada… Biz çocuklar da, çoğu zaman, meyve taşır, çay doldurur, su döker ve havlu tutardık. Ha, o günlerden hatırımda kalan şeylerden biri de, gece ayrılırken, eğer yanlarında kundakta bebek ya da uyumuş çocuk varsa, şeytan, cin, peri, her neyse, şerli güçlere karşı korkmaması için bir parça ekmek başucuna konurdu.   

Çocukluğumuzun kışlarında güneş de bir başka güneş olurdu. Çoğunlukla, kar yağışı durduğunda gökyüzü açılır, güneş bütün parlaklığıyla şakırdardı; karın o bembeyaz tomurcuk tomurcuk billuri taneciklerini, daha da bir parlatır, bakanların gözlerini alırdı. Yaz'ın o harareti ve sıcaklığıyla kavuran Güneş'i, sanki "ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol" emrine muhatap olmuşçasına adeta klimaya dönmüş, soğuk ve serin şuleler yaymakta, karın varlığına ve saltanatına itaatkâr bir teslimiyet içerisinde olurdu.

Karlı gecelerde, geceler de bir başka hoş olurdu; sanki ay zerrelere ayrılmış, her bir zerresi, bir mini minnacık ampul olmuş da, kristal taşlar gibi yan yana dizilmiş o şeffaf taneciklerin içerisinde ışıldıyor ve bu ışıltılar birleşip gecenin karanlığını bir kandil gibi aydınlatıyordu. Aydınlatıyordu dedimse, bu, öyle gün gibi, parlak, sert ve rahatsız edici bir aydınlık değildi; daha çok mabedlerde, inziva yerlerinde ve zikir meclislerinde gördüğümüz, loş, yumuşak, ruhlara esenlik ve letafet veren bir aydınlıktı. Sanki bütün varlık onun altında inzivaya çekilmiş halde sessizce zikrediyor ve melekler de kar olmuş, üzerlerine yağıyor, zikirlerine eşlik ediyordu.

Evet, işte böyle!

Bir kar hikayesi bizi nerelere getirdi…

Dönüp geriye baktığımızda; hafıza, hatıra, tarih, her neyse; geçmiş, bütün acı ve tatlılıklarıyla, hüzün ve sevinçleriyle, bugün bizim için Mehı eniştenin anlattığı masallar tadında bir zevk ve hüzün karışımı bir ruh hali yaşatıyor bize. Sanki o günleri yaşayanlar bizler değilmişiz de, bir roman ya da masal kitabı okuyormuşuz gibi…

Geleceğe dair hayaller gibi, geçmiş de yarı şeffaf bir perdenin arkasında bir gizeme bürünüyor: Karlı bir gecede, köyde, tenha bir yerde, küçük bir yamaçta ve karların arasında, yağan karın bir tül gibi perdelediği tek katlı ve taştan bir binanın, içerisi gaz lambasıyla aydınlatılmış loş bir odasında, beyaz tül perdesinin arkasında hareket eden silüetler gibi bir his ve duygu yaşatır insana. Sanki tarih, hafıza, hatıra, kısaca; geçmişe dair ne varsa, bedenlerinden sıyrılmış, mana ve ruh olmuş, berzâh âleminde cem olmuş ve bizler karşına geçmiş, bir "gölge oyunu"nu, bizim de içinde rol aldığımız bir "orta oyunu"nu izliyormuşuz gibi. Zaten her birimizin hayatı -kaderi-, o büyük kaderin içinde oynadığımız rolden başka bir şey midir?

"Sakın kader deme
Kaderin üstünde bir kader vardır"
 

 

23 Ocak 2015 / Asanatlar

 

Bir yorum

  1. Benim cocuklugumun kislarinda da bazen genc bir delikanli cikip geliverirdi sirtinda cantasiyla… O karakisin icine gunes dogardi birden. Sobanin en konforlu yeri ona verilirdi. Kucuk bir james bond cantasinin icinden turlu turlu hikaye kitaplari, cocuk bant tiyatrosu kasetleri cikar kucuk dunyama buyuk bir pencere acilirdi. Bir kalem ve bir not defteriyle “bu kitaplar bitecek bu not defterine ozetleri yazilacak. Bir dahaki gelisimde ozetleri okuyacam”derdi kalem sahibi. Uzun kislar gibi kalmaz kisa bir sure sonra sirtina aldigi cantasina “anne iste bu benim evim ” deyip gidiverirdi. Kalemine saglik canim abim…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir