Hüznün De Resmini Yapabilir Misin Abidin?

AZİZ SAVAŞ

AZİZ SAVAŞ
Hüznün De Resmini Yapabilir Misin Abidin?
 
Nazım Hikmet, ünlü ressam Abidin Dino'ya;
"sen, mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?" demişti.

Özünde metafizik manalar çağrıştıran bir soru sormuştu. Keşke burada kalsaydı; bu ünlü şiirini sadece bu mısra ile tamamlamış olsaydı, gerisini getirmeseydi ve “Dünya Edebiyatı” tarihinde, bu tek mısralık, bu harikulade şiiriyle eşsiz ve benzersiz bir saltanat kursaydı. Zira her ne kadar şekil itibari ile tek bir mısra gibi görünse de içerisinde bütün çiçeklerin rayihasını barındıran bir parfüm şişesinden ibaret olacaktı. Kapağı açıldığında, kelimelerin hatta harflerin her bir zerresi buğulaşacak, hoş rayihalı ışıltılar saçarak yan yana dizilecek ve yüzlerce mısradan oluşan "mutluluğun şiiri" ortaya çıkacaktı. Belki de Abidin'e ihtiyaç duymayacak, mutluluğun resmini değil, kendisini, canlısını, ruhlarda ve gönüllerde hissettirecekti.

Ama bunu yapmadı:

"işin kolayına kaçmadan ama" diyordu Abidin'e ama kendisi kolayına kaçmıştı, hem de en kolayına; kan kırmızısı bir karpuzu dilimlemiş, özünü çöpe atmış, kabuğunu kemiriyor gibi… Bakın nasıl da, açgözlü ve acımasız avcılar gibi, elinde av tüfeği ile gökyüzünün sonsuz maviliğinde kanat çırparak, süzülerek yükseklerde uçan beyaz bir güvercin gibi pak, masum bir kelimeyi, "mutluluk" kavramını avlamış, onu kanatarak yere indirmiş, ruhunu, canını yok etmiş ve o et, kan ve tüyden ibaret leşini eline alarak "mutluluk" naraları atıyor! Nazım Hikmet'in "mutluluk tablosunda", "gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin" yeri yok. Onun mana dünyasında, "gül", "yanak", "melek", "anne" gibi şiire ait kelimeler ulviyetini yitirmiş, değersizleşmiş ve mutluluk resmine giremeyecek kadar itibarsızlaşmıştır. O, bunun yerine, güç, ihtiras, şehvet ve madde hatta zaman zaman, zülüm, kan ve barut kokan bir "devrimi" tercih ediyordu:

"gül yanaklı bebesini emziren
melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne
mavi yosunlu akvaryumda yüzen kırmızı balığın
ne de
al çeperli elmanın
1961 yaz ortasındaki küba'nın resmini yapabilir misin?"

Evet, böyle diyordu Nazım Hikmet! Ama bilmiyordu ki, hangi ideallerle yapılırsa yapılsın; ister din, ister ideoloji, isterse de başka bir gaye ve amaçla olsun, devrimler mutluluk getirmez. En ideal devrimlerin bile yüzü, tabiatı soğuktur, serttir; çelikten metal gibi. Bencillik, ihtiras, menfaat, adaletsizlik, zülüm ve şehvet kokar; hoş rayihası olmaz. Devrimler önce evlatlarını yemekle başlarlar işe. Nitekim öyle de olmadı mı? Biri Bolşevik ihtilalini, diğeri de İran Devrimi'ni düşünün sadece? Biri ideoloji adına, diğeri din adına yapılmıştı. Mutluluk mu getirdiler? İktidar kavgaları, kirli ayak oyunları, paylaşım ve çıkar çekişmeleri… Bu arada ezilenler yine hep mazlumlar ve güçsüzler oldu. Kimyasal ve nükleer bombaların gölgesine sığınan bir mutluluk nasıl mutluluk olabilir? Böyle sıcak, pak ve gök mavisi tadında bir kavramı, "mutluluk" kavramını, yere indirmek, kirletmek, süfli işlere alet etmek bir şairin kârı olamaz, olmamalıydı. Gerçek şair, yerde yaşasa da, gönlü, muhayyilesi mavi göklerde, ötelerin ötesinde, saf ve berrak ufuklarda kanat çırpana denir; bunu bilmeliydi.

Eğer "yer"-dünyanın bugünkü zemini; insanlığın ahvali- ile ilgili bir resim yapılacaksa, ben derim ki; "sen gel hüznün, acının, gözyaşının ve çocukların gözlerindeki korkunun resmini yap Abidin! -Abidin, buradan itibaren bir semboldür-. Hüznün resmini yapabilir misin Abidin? Bu daha gerçekçi, daha bugünümüze ait bir tablo olacak! Mesela, Suriye'de, varil bombalarının yıktığı yuvasının molozları altında cansız kalmış ciğerparesinin tozlu bedenine sarılmış annenin yüreğindeki ateşin resmini yapabilir misin? Ya da adaletsiz ve zalim bir dünyanın gözleri önünde, kara Afrika'da, açlıktan dermansız kalmış, yerinden kalkamayan bir annenin gözleri önünde, kendisi gibi derisi kemiklerine yapışmış, kurumuş çocuğunun hala can çıkmamış bedenini akbabaların deşmeye çalıştıklarında, o annenin yüreğinde hangi cehennemin kavurucu rüzgârlarının estiğinin resmini, mesela… Bunu çizebilir misin Abidin? Ya da bütün hümanist iddialarına, "insan hakları", "insanlık onuru" palavralarına rağmen, "modern dünyada", "aydınlanmış Batı'nın" göbeğinde, binlerce çocuk, genç insanın porno ve film sektörlerinde kurban edildiklerinde, o yavrucakların, elinize aldığınız bir serçe yavrusu gibi, nasıl da yüreklerinin korkudan pıt pıt attıklarının, gözlerindeki dehşetin fotoğraflarını mesela. Evet, bu filimler "medeni Batı'nın" (!) göbeğinde çekiliyor ve bütün dünyaya buradan servis ediliyor. Utanmadan kölelik kalktı diyorlar. Yalan!  Çocuk, büyük, kadın, erkek yüz binlerce insanın, uyuşturucu, kumar, fuhuş ve gece âlemleri sektörlerinde nasıl köleleştirildikleri, o masum hayatların nasıl hoyratça ve zalimce tüketildiği, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını görmeyen, izlemeyen ve bilmeyen mi var? Hatta bu "medeni devletler(!)", bu işi, milli gelirlerine katkı sağlayan çok önemli bir sektör olarak görmüyorlar mı? Pornografik ürünler, ihraç ürünlerinin arasında önemli bir kalem değil mi?

"1961 Küba'sı…"

Nazım Hikmet'in özlemini duyduğu "mutluluğun resmi"…

O resimde, "gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin" yerini, omuzunda ya da o "gül yanaklı bebesini" emzirmek, bağrına basmak için yaratılan sıcak göğsü üzerinde ateş saçan, barut kokan soğuk ölüm silahlarını taşıyan, şahin bakışlı, cehennem yüzlü militan kadınların askeri geçit törenleri alıyor olmalı. Üstadın kanını kaynatan, damarlarını şişiren, mutluluk hormonlarını harekete geçiren tahayyül ettiği bu manzara olsa gerek. Halbuki bir şairin isyan etmesi gereken, acımasız devrimlerin kadınların omuzlarına yüklediği bu iğreti hal olmalıydı. Bugün dağlarda, o nazenin Kürt kızlarının ellerinde kalaşnikof silah ve sırtlarında askeri teçhizatıyla, bırakın kadınlıktan, insan olmaktan dahi çıkmış hallerini gördüğümde içim cız eder, yüreğim sızlar. Hiç bir ideoloji, hiç bir ideal kadını bu hale getirmemeli, omuzlarına bu yükü yüklememeli; "gül yanaklı bebesinin” yerine, kucağına silah oturtulmamalı… Kadının eli kana bulaşmamalı; yüreğindeki merhamet, sevgi ve acıma duygusu, yerini kin, öfke ve düşmanlığa bırakmamalı… Kadın ve çocuk, hayatın rayihası, ışıltısı, sıcaklığı ve renkleridir; oyunu, eğlencesi, coşkusu, letafeti ve lezzetidir.  "Melek yüzlü" kadınların ve "gül yanaklı" bebelerin olmadığı bir resim nasıl mutluluğun resmi olabilir ki? "Melek" ve "gül" yüzlülük, hayatın en masum, en latif ve en nazenin çehresi değil mi? Bu da en çok kadına ve çocuğa yakışmıyor mu?

Nazım Hikmet'in mezarında ruhu sızlamasın! Zira isteği oldu; artık ne Küba'da, ne de bugünün modern ve medeni(!) dünyasında o özlemini duyduğu "mutluluğun resmi" tablosunda, bugün artık ne "gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin" yeri var, ne de "gül yanaklı bebelerin"… Artık o melek yüzlü annelerin sayısı her geçen gün azalıyor hayatta. Bir fabrika olsa da -civciv üreten fabrikalar gibi, bebek üreten fabrikalar-, kadınlar ihtiyaç duyduklarında, gidip oradan zevklerine göre bebekler alabilseler! Bilim hala bu sorunu tamamıyla çözmüş değil; şimdilik tüp bebek ve taşıyıcı annelerle sorunu gidermeye çalışıyor; hala seri üretime geçemedi. Belki ileride bunu da yapacak ve kadın cinsini bu hamallıktan, bu çile ve sıkıntıdan tamamen kurtaracak! Sadece hamallıktan mı? Hayır! Nasıl bir ürünle karşılaşacaklarını bilememenin huzursuzluğundan da: güzel mi olacak, yoksa çirkin mi? Gözlerinin rengi nasıl olacak? Saçları siyah mı, kumral mı yoksa sarışın mı olacak? Artık bunlar sorun olmayacak! İç mimarlar gibi, ebeveynin (!) zevkine göre, özel tasarım yapan "bebek mimarları", genetik uzmanları olacak belki de. Anlaşılan kârlı ve önü açık bir sektör oluşacak… Gerçek annelik ya da gerçek bebek ise, değirmen unundan yapılmış ve tandırda pişmiş esmer bir ekmek gibi, bir nostalji olarak görülecek belki de.

Nazım Hikmet, huzur içinde yatsın mezarında! Zira artık o natürel manzaralar, o gözleri daha açılmamış kedi yavruları gibi, başını annesinin göğsüne gömen, gözleriyle değil de ağzıyla, bir annenin göğsü üzerine yerleştirilen o iki bengisu pınarı memesini arayan ve bulduğunda da, süt yerine, ruhunu, sevgisini emiyormuş gibi iştahla, tatlı tatlı emen nur yüzlü şanslı bebelerin sayıları da azaldı. Modern dünya, kapitalist bilim ve teknoloji bu işi epey önce çözdü de anneleri bu eziyetten ve bu işin doğurduğu estetik kaygılardan kurtardı. Artık bin bir çeşit mama, çeşit çeşit tat, lezzet ve muhteviyatta terkiplerle annelerin imdadına koştu. Artık daha gürbüz, daha eti kemiği dolgun ama daha sevgisiz, daha sıkıntılı ve huzursuz çocuklar yetişmekte… Olsun! Bu sorunu da psikiyatri çözer elbette! Böylelikle Üstadın özlemini duyduğu mutluluk tablosunda, o iki büklüm olmuş, "gül yanaklı" bebeğini kucağında emziren "melek yüzlü" annelerin yerini, platin vücutlu, somaki mermer düzgünlüğünde parlak yüzlü, şık endamlı kadınlar alıyor. Ya da dün Küba'da, bugün Ortadoğu’da ellerinde ölüm saçan silahlarıyla, dağ keçileri gibi kas ve kemik kesilmiş, yarı vahşi mahlûklar… İşte Üstadın, 1961 yılında gittiği Küba'dan döndüğünde, Paris'te, bir otel odasında, can dostu ressam Abidin Dino'dan istediği "mutluluğun resmi" bu olsa gerek…

Çağdaş Abidinlere sesleniyorum! Üstadınıza -Nazım Hikmet'e- bir vefa borcunuz var; belki Abidin bunu yerine getiremedi ama bari siz yerine getirin!

"çok şükür, çok şükür
bugünleri de gördüm
ölsem gam yemem gayrinin
resmini yapabilir misin üstad?" diye şükürler ediyor ve "ölsem gam yemem gayrinin" bir resmini istiyordu.

"Üstat" yapamadı ama onun adına, bir şükran borcu olarak, ardından bıraktığı dünyanın ve de Küba'nın bir resmini yapın, onu altın yaldızlı bir çerçeveye koyun; sonra da götürüp mezar taşında başucuna yerleştirin!

Bu vasiyeti, boynunuzun borcu olsa gerek…

 

12 Şubat 2015 / Asanatlar

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir