Şiirin Gördüğü Manzara

MEHMET TAŞTAN Şiirin Gördüğü Manzara

MEHMET TAŞTAN
Şiirin Gördüğü Manzara
 
Babasının çalıştığı çiftlikte gözden kaybolan çocuk, bir süre sonra elinde tuttuğu çalıyla çıka gelir.  Kökleriyle birlikte çıkardığı çalıyı babasına göstererek: "Başardım baba başardım" diye haykırır. 
 
Oğlunun heyecanına ortak olmaya çalışan baba: "aferin oğlum, çiftlikteki zararlı bitkileri temizlemeyi sen de öğrendin" diye karşılık verir. Çocuk bu cevabı hiç mi hiç beğenmez; konuşmaya devam eder: "Hayır baba hayır, öyle değil. Yeryüzü bir ucundan tutmuştu bunun, ben öbür ucundan. İkimiz de var gücümüzle asıldık. Sonunda ben kazandım. Mat ettim yeryüzünü. Aldım bunu, onun elinden." 
 
Genç yaşta aramızdan ayrılan şair Nazir Akalın'ın şiirde bakış açısının önemini vurgulamak için anlattığı bu öyküyle, Jim Dornon'ın başarı için stratejide algının önemine işaret etmek için kaleme aldığı hikâyenin ana fikri birebir örtüşür: 
 
İşçilerin yaptıkları iş hakkında ne düşündüklerini öğrenmek için inşaat sahasına giren bir görevli karşılaştığı ilk işçiye sorar:
— Ne yapıyorsun?
— Duvar örüyorum.
 
Onun yanından ayrılan araştırmacı aynı inşaatta çalışan ikinci işçiye yaklaşır:
— Ne yapıyorsun?
— Ekmek parası kazanıyorum.

 
Aldığı cevapları not eden araştırmacının üçüncü işçiye sorduğu soru da aynıdır:
— Ne yapıyorsun?
— Katedral yapıyorum.
 
Evet sorulan soru aynıdır ama verilen cevap yapılan işe kutsal bir derinlik kazandırmıştır. Özdemir İnce'nin 2010 dünya şair günü bildirisinde anlattığı öykü de ana fikri itibariyle aynı ufka işaret eder:  
 
New York'ta, Brooklyn Köprüsü üzerinde dilenen kör bir dilenci bir gün, bir şairin dikkatini çeker. Dilencinin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, dilenciye günlük kazancını sorar. Dilencinin cevabından sekiz dolar olduğunu öğrenir. 
 
Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek bir şeyler yazar; “Şimdi buraya senin kazancını artıracak bir şeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin” der ve oradan ayrılır.   
 
Şair, bir hafta sonra oraya gelip kendini tanıtınca dilenci: “Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?” Bunun üzerine şair gülümser ve "tabelada doğuştan körüm, yardım edin, yazıyordu; bense, bahar gelecek, ama ben yine göremeyeceğim, yazdım" der.   
 
Çocukla babasının, üçüncü işçiyle diğerlerinin, dilenciyle şairin bahsettiği konu aynıdır. Ama bakış açılarındaki farklılık, alelade bir vakayı yalana dolana baş vurmadan sıradanlıktan kurtarıp, zihnimizden silinmeyecek bir öyküye dönüştürmektedir. 
 
Şiir budur işte… Hepimizin o özgün bakış açısının sesini duyduğumuzda "evet öyle ama neden ben bunu daha önce görüp keşfedemedim" diye hayıflandığı, şairin sesiyle açtığımız pencere, yalnızca onun şiiriyle gördüğümüz manzaradır. 
 
Öyle ki o manzara, günlük dilin yalınlığıyla akmakta ama hiç alışılmadık tespit ve tasvirlerle yerleşik kabullerimizin ötesine geçerek bilinç duvarlarımızı sarsmaktadır.  Freud'un "kreatif yazarlık" dediği şeyin şiirsel yansıması da burada çıkar karşımıza… "Her insanın içinde bir şair vardır" sözü burada bulur anlamını… İçimizde saklı duran o hissiyat, o mana okuduğumuz şiirde bürünür ete kemiğe… Montaigne’nin, “Şiirin orta hallisi veya kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir; ama iyisi, yükseği, harikuladesi aklın kurallarını aşar. Onun güzelliğini tam olarak görenler, bir şimşeğin ihtişamına benzer bir pırıltı görmekle kalırlar. Büyük şiir muhakememizi tatmin etmekle kalmaz, allak bullak eder" dediği şey de budur işte.
 
Üstelik böylesi bir eseri ortaya koymak için okuyup yazmış olmaya bile gerek yoktur her zaman. Yeter ki gönül gözü, evrenin sırlarını görmeye açık olsun. Ümmi bir ozan olan Sümmani'nin, "Yarın mahşer günü dava ederim / Siz mahşer yerine gelmez misiniz?" mısralarındaki yalınlık, "mahşer" şuuruyla bir anda katedral yaptığını söyleyen işçinin bilinç düzeyine sıçrar ve şairi faniliğin kıskacından kurtarır. Ümmiliğine ilaveten gözleriyle de dünyayı görmekten mahrum kalan Aşık Veysel'in "Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece" mısraları, ontolojik bir bakışın draje sözü olur. 
 
Özgün bakış açısıyla büyülenmiş mısralar yalnızca tanınmış şairlerde bulunmaz. Yazdıkları anlaşılmamış ya da yeterince tanınmamış şairlerden de yakıcı mısralar okumak mümkündür… Anlık ilhamları şiirsel söyleyişe çevirmesiyle maruf Sunay Akın, "yine bir kömür kütürdedi sobada / kayıp bir madencinin kalbi rast geldi / atıverdi sıcak odada" dizlerinde maden facialarına ağıt olur adeta… Mehmet Emin Alper'in "eski bir dostun dediği gibi / bir kurşunun nedir ki bir kuştan istediği" mısraları, o saf söyleyişin derinliğiyle kalbi olan herkesi titretmeye yetiyordur herhalde. 
 
Aruzu öne çıkarmak için heceyi "köylü vezni" diye küçümseyen Ahmet Haşim'e aldırmadan "Şairim / Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası / Ayak seslerinden tanırım / Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım" mısralarını kaleme alan Bedri Rahmi Eyüboğlu, bu şiirle yalnızca merdiven şairine ağzının payını vermekle kalmaz, kendi şiirinin de zirvesine çıkmış olur. O zirvede, serbest veznin getirdiği biçimsel rahatlık, bakıştaki özgünlük, dildeki saflık öne çıkan başlıklardır. 
 
Kendi gök kubbemizin "en uzak iki yıldızı" olan Nazım Hikmet ve Necip Fazıl için de durum aynı değil mi? Tutku derecesinde bağlıları mebzul olan bu iki şairimizi, "hangi dünyaya kulak kabartmışsak öbür dünyaya sağır kesiliyoruz" ön yargısını aşarak okuduğumuzda, içimize hangi şiirleri işliyor? 
 
Hangi meşrep veya mezhepten olursak olalım Nazım'ın, "gelinler aynada saçını tarar / aynanın içinde birini arar" mısralarını okurken, kendini yavuklusuna hazırlayan taşra gelinlerinin o nahifliği, o mutlu telaşı gelmez mi gözümüzün önüne?.. Ya da Necip Fazıl'ın "Ne hasta bekler sabahı / Ne taze ölüyü mezar / Ne şeytan bir günahı / Seni beklediğim kadar" kıtasında, kimlik katmanlarını aşan bir derinlik bulunmuyor mu? 
 
Bunca öykü, bunca örnekle nereye götürmek istiyorum sizi?
Şuraya: Şiir yazmak, kelimelerle oyun oynamak değildir. Hele hele, dilin mimarisini, melodisini bozarak varılacak bir menzil hiç değildir. Tıpkı Stephen King'in dediği gibi "toprak altında duran bir fosili, bir gerçekliği, bir yaşanmışlığı bulup ortaya çıkarmaktır." Herkesin görüp, yaşadığını, hissettiğini herkesi hayran bırakacak bir lisanla yeniden deşifre edebilme sanatıdır şiir. Yani şiir ihdas edilmez; var olanın ama bakir kalanın içinden her seferinde farklı bir duyuşla yeniden çıkarılır. 
 
Eğer bunu yapmıyorsak bizi bekleyen fanilik, bizden önce şiirimizi bulur.
Ve şairliğimizin, "dünyaya bir kere geldim, mahşere dek buradayım" iddiası viran kalır. 
 
Sizce de öyle değil mi?
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir