Şiir Bir Ölümsüzlük Arayışıdır

MEHMET TAŞTAN Şiir Bir Ölümsüzlük Arayışıdır

MEHMET TAŞTAN
Şiir Bir Ölümsüzlük Arayışıdır
 
Aşil’in topuğu neyse, insanın ölümsüzlük arzusu da odur. En zayıf noktası yani… Öyle ki insan, “size yasak edilen şu ağacın meyvesini yerseniz, ölümsüzlüğe ulaşırsınız” sözüne kanıp, yasak meyveye el uzattığı için cennetten kovulur ve yeryüzüne sürgün edilir. Ama binlerce yıldır yaşadığı dünyada da kendini bu duygudan arındıramaz. O yüzden kutsal metinler dine uygun yaşayanlara, “ölümsüz bir cennet hayatı” vaad eder.
 
Ölümsüzlük arzusu, yalnız kutsal metinlerde değil, kadim destanlarda da çıkar karşımıza… Sümer mitolojisine göre, yakın bir dostunun ölümüyle sarsılan Uruk Kralı Gılgamış, ölümsüzlük iksirini keşfeden bilgeyi bulmak için yollara düşer. Meşakkatli bir yolculuğun sonunda bilgeyi bulur ve iksiri ister. Ama kral, aldığı otu yiyemeden bir yılana kaptırır ve Uruk şehrine eli boş döner.
 
Mahiyetleri birbirinden farklı olan ve sonu hüsranla biten bu öykülerden geriye, abı hayat ve bengisu gibi boynu bükük sözler kalır.
 
“Dünyaya geldim, gitmiyorum” demenin saadetine eremeyen insanın arayışı öğrenilmiş çaresizlikle boyut değiştirir. Topraktan aldığını toprağa, göklerden aldığını göklere iade ettikten sonra hayata kattıklarıyla bu dünyada var olmanın yolunu bulur. O yol, unutulmaz bir hayat sürmek, başka hayatların ışığı olmak ya da kreatif bir eser bırakmaktır. Üstelik bu seyirde, statülerin bir önemi yoktur ve konu serbesttir. Mühim olan, dünyada geçirilen zamanı aşan ve insanlarda saygı uyandıran kalıcı bir değer üretebilmektir. Örneğin, MÖ 1. Yüzyılda köle olarak yaşamış olan Spartaküs, köleleri örgütleyerek Roma’ya karşı verdiği özgürlük mücadelesiyle iki bin yıllık bir destana dönüşür. Akşemseddin, tarihin gördüğü en büyük liderlerden biri olan Fatih’in hocası olmakla bengisu içer.
 
Bundan tam 4300 sene önce Mezopotamya’da yaşamış olan şair Enheduanna ise şiirle ölümsüzleşmeyi fısıldar bize…. O fısıltı, yüzyıllar sonra bir başka şairin, “baki kalan kubbede hoş bir seda imiş” mısraında kristalleşir. Yirminci yüzyılda yaşayan üçüncü bir şair, “yanarım benden evvel can veren eserime” mısraı ile şairlik sebebini ifşa eder. 
 
Cemil Meriç’in ifadesiyle, eser, şairin “içine kafasındaki bütün ışığı doldurup dalgalara fırlattığı şişedir… Denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak… Kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomarı uçurtma mı yapacaklar?”
 
Şairin ölümünden yüzyıllar sonra yaşayacak çocuklarca şiirlerinin uçurulması… Tam da şairce bir hayal…
 
Peki ama buna ulaşmanın yolu ne? Neyi, nasıl yazmalıyız ki, hayatı, dünyadaki bedenimizle sınırlı olmaktan kurtarıp, şiir yoluyla geleceğe taşıyabilelim?
 
Bu yolun ilk adımı, şiir semasının yıldızlarını kana kana içmektir. “Herkes kendi zannınca oldu gönlümün yâri / Aramadı hiç kimse içimdeki esrarı” mısralarıyla 13. yüzyılda bir yanardağ gibi patlayan Mevlana’yı; “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” şeklindeki beyitle Monteigne’nin ömrünü verdiği Denemeler’i 18. yüzyılda hülasa eden Şeyh Galip’i; “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden” dizlerini 19.yüzyılda bir fikrin sembolü kılan  Namık Kemal'i ve onlarla aynı kafilede uçan diğer usta şairleri döne döne okumaktır.
 
İçtiğimiz bu şiirler susuzluğumuzu gidermek yerine yangınımızı daha da artıracak ve bizi başka bir soruya götürecektir: O ihtişama nasıl varılır?
 
Malum, her çiçek kendi tabiatına uygun iklim ve toprakta yetişir. Kalıcı olma iddiasındaki şairin, ihtiyacı olan iklim ve toprağa kavuşabilmek için, düşünsel ve duygusal anlamda taşacak kadar dolması gerekir.  O nedenle şair, okuyarak kendini sürekli yenilemeli; suya atılan taş misali, yerelden evrene doğru halka halka genişlemelidir. Evrenin özü olan insanı bütün katmanlarıyla tanımalı, hayatı hissederek yaşamalıdır. Baktığını, başka bir nazarla gören titiz bir gözlemci olmalıdır. Asaleti, özgürlüğe bağlılıkta bulmalı; savunduğu değerleri şiirinden önce ruhuna işlemelidir. Böylece olgunlaşan şair yazmak istediği şiirin aradığı kıvama kavuşacak; mısralar, istem dışı bir şekilde coşkuyla döküleceği şelaleye varmış olacaktır.
 
Şiir kelimelerle yazılır. Onun için şair, kelimelerin tutkulu aşığı olmalı; sözlüğü ana sütü gibi aziz bilmelidir. Mimaride taşın işlevi neyse, şiirde kelimenin işlevi odur. Çürük taşlarla yapılmış bir binanın uzun ömürlü olmasının mümkün olmadığı gibi ölü ya da özürlü bir dille kalıcı olmak da mümkün değildir. O yüzden şair, yaşayan Türkçeyi esas almalı, zamana dayanıklı kelimeleri tercih etmeli, dilin mimari ve melodisine sahip çıkmalı, mevsimlik rüzgârlara kapılmamalıdır. Esasen, geçmiş yüzyıllarda yazılmış halk şiirlerinin, çağdaşı oldukları divan şiirlerine göre, bugün daha kolay anlaşılması, bu gerekliliği ortaya koymaktadır.
 
Şiir bir gelenek işidir. Ancak geleneği sürdürmek, geçmişi tekrar etmek değildir. Aynı ırmaktan sürekli başka suların aktığı gibi gelenekten beslenen her şair, şiir yatağında kendi özgün sesiyle akabilmelidir.
 
Şiir yolculuğunda genç şairin önündeki engel başkasını taklit etmek, usta şairi bekleyen tehlike ise kendisini tekrar etmektir. Onun için şair, vardığı her menzilde, heybesini açmalı, şiirlerini başkalarından ve kendi geçmişinden ayıklayabilmelidir.
 
Şiir yalnız diliyle değil, ruhuyla da körpeliğini koruyabilmelidir. Ufka dalan bir adamın dudağında terennüm, aynadaki genç kızın bakışlarında cilve, ateşli bir hatibin dilinde söylev, mazluma güç veren bir direnç olmalıdır. Bir mektup onunla başlamalı, sohbet onunla ısınmalı, ayrılık onunla teselli bulmalı, öfke onunla patlamalıdır. “Hayatım alevler içinde / O beni dağlardaki böğürtlen dikenlerinde mecbur etti yürümeye” mısralarında olduğu gibi aradan binlerce yıl geçse de taze kalmalıdır.
 
Bunca meşakkat, faniler dünyasında ölümsüzleşmeyi garanti eder mi? Asla… Yarım asırlık cihan hükümdarı Kanunî bile şair sıfatıyla sadece “Halk içinde muteber nesne yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi” beytiyle hatırlanabildiğine göre, bu yolculuktan Gılgamış gibi eli boş dönmek her zaman mümkün… Ama tarih, aktörlerini vazgeçenlerden değil, ısrar edenlerden seçer.
 
Tıpkı Mecnun gibi…
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir