Şiirin Neresindesiniz?

MEHMET TAŞTAN
Şiirin Neresindesiniz?
 
Şiirle ilgilenip de, modern Türk şiirinin kurucusu sayılan Yahya Kemal'in, hiç evlenmediğini, çoluk-çocuğa karışmadığını bilmeyen yoktur sanırım. Hayatı boyunca ev-bark sahibi olamayan ve hasta yatağında, bunun acısını, çok dramatik bir şekilde dillendiren şair, ömrünün 16 yılını, İstanbul'da bir otel odasında geçirmiştir. Bunda, Paris'te yaşadığı yıllarda gördüğü sanatçıların, yaşam tarzının etkisi var mıdır, bilmiyorum. Ama o dönemde, Parisli sanatçılar da böyleydi. Butik otellerde yaşayıp, kafelerde yazıyorlardı.
 
Örneğin, Aragon'un şairliğiyle özdeşleşen Elsa, Moskova'da âşık olduğu bir subayın elinden tutup Paris'e geldiği zaman böyle yapmıştı. Kentin büyüsü kocasından daha çok etkilemişti O’nu. İki yıl içinde eşinden boşanan Elsa, dönemin entelektüellerinin yaptığı gibi, butik otellerde yaşamaya, kafelerde yazmaya başlamıştı. Bu yaşam tarzıyla, sanat ve edebiyat çevrelerinde saygın dostlar edinmiş, Mayakovski'yi, Çehov'u Fransa’ya o tanıtmış, “Beyaz At” isimli eseriyle Goncourt Ödülü'nü alan ilk kadın yazar oluvermişti.
 
Mayakovski tanıştırdı, Elsa'yla Aragon'u.. Ve zaman, Elsa’nın gözlerinin güzelliği önünde diz çöktü,.. Bir daha da hiç ayrılmadılar… Aragon, altı hektarlık bir ormanın içindeki, eski bir su değirmenini satın aldı, eşi için. Değirmeni, iç mimar Elsa’nın zevki döşedi ve bir sanat evine dönüştürdü. Sonra, kimler geçmedi ki o evden.. Picasso’dan Nazım Hikmet’e kadar.. İki sevgili, o evde yaşayıp, orada öldüler. Şimdi o değirmenin bahçesinde yan yana uyuyorlar.
 
Şairliği gibi, yaşam tarzı da dönemin Fransız üslubuna benzeyen Yahya Kemal'in kaldığı Park Otel'e, otel deyip de geçmemek lazım. Tıpkı ağır konuğu gibi, Park Otel'in de okurken insanı etkileyen bir trajedisi vardır. İtalyan Büyükelçilik konutu olarak inşa edilen bina, birçok maceradan sonra otele dönüştürülmüş, Atatürk'ten, İngiltere Kralı VIII. Edward'a; güzelliğiyle bir kralı tahtından eden Wallis Simpson'dan, Adnan Menderes'e kadar bir çok ünlü simayı ağırlamış bir mekân… Yaşlandıktan sonra gözden düşen, salonların şuh kadınları gibi, Park Otel de, 1960 yıllarda yeni yetme hem cinsleri karşısında ilgi odağı olmaktan çıkmıştır. 1979'da kapanan otelin binası sonraki yıllarda yıkılmış, arsası üzerine inşa edilen gökdelen, yıllarca süren imar kaynaklı bir hukuk sorununa konu olmuştur.
 
Şair, Celile'yle yaşadığı o fırtınalı aşkın hatırlarını hep bu otelde yad etmiştir. 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10’da vedalaştığı Celile'nin, göğsündeki çiçekten koparıp verdiği, iki yaprağı bir zarfın içinde ölene dek bu otelde saklamıştır. Celile için yazılmış olmasına rağmen, ölüm temasıyla anılan, “Sessiz Gemi” şiirini, kim bilir ne kadar çok terennüm etmiştir, O'nu hayal ederek:
 
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler…
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler…
 
Çağının iki büyük şairinden Yahya Kemal'in sevgilisi, Nazım Hikmet'in annesi olma ayrıcalığını yaşayan Celile hanımın, yıllar önce söylediği sözler, acaba ne sıklıkla kalbinde acıya, genzinde sızıya dönüşüyordu: “Ellerim ve kalbim hep sizinle kalıyor; yokluğunuzda kanadı kırılmış bir kumruya dönüşüyorum. Gelişinizle kanatları kırık kumrunuza can verdiniz efendim”
 
165 numaralı otel odasında yalnız kaldığında hep Celile mi geliyordu şairin aklına? Onunla yaşadıkları, ona söyledikleri.. “Ben meydanda saklıyım, sen tenhada aşikar… Gözleriniz bereketli bir kestane ormanına benziyor, elanın bu kadar yoğun ve korkusuz çeşidini hiç düşünmemiştim… Sen ve şiir muhteşem bir lezzet terkibi oluşturuyorsunuz… Kim bilir, bir uykuya seninle dalmak ne güzeldir.. Hangi mevsimde bakarsam bakayım, senin gözlerinde mevsim hep yaz…”
 
Şiirleri gibi, sevgilisine söylediği sözler de edebiyat tarihine geçen, hatta romanlara konu olan Yahya Kemal'in, başka konularda yazdığı şiirlerde bile Celile'yi bulmak mümkün. Mesela, Üsküp için yazdığı “Kaybolan Şehir” adlı şiir, buram buram Celile kokmaktadır:
 
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.

Elbette ki, usta şairin hayatında yalnızca geçmişin hatıraları yoktur. Orada düşünür, orada yazar, dostlarıyla ve şiir severlerle orada buluşur. O'nu her zaman, otelde görmeye alışık olanlardan biri, ortalarda görünmediği bir günün akşamında sorar:
– Üstat bugün ne ile meşguldünüz, görünmediniz?
– Bir şiir üzerinde çalışıyordum.
– Bitirdiniz mi?
– Hayır! Sabahleyin bir virgül koymuştum. Akşama kadar düşündüm, onu da beğenmedim, sildim.
 
İlk bakışta latifeymiş gibi görünen bu cevap, aslında onun şiire bakışının hulasasıdır. Öyle ki, devrinin bütün liderleri tarafından itibar gören bir şair olmasına rağmen, hayatı boyunca hiç şiir kitabı yayınlamamıştır. Çünkü yazdığı şiirler üzerine sürekli düşünmekte, beğenmediği bir mısra senelerce aklında kalmakta, kusursuz hale geleceği günü beklemektedir.

Üstelik bu mükemmeliyetçilik yalnızca Yahya Kemal'e özgü bir durum da değildir. Cumhurbaşkanları ve başbakanlar yetiştiren şair olarak tarihe geçen Necip Fazıl da, şiir işçiliği konusunda oldukça titizdir. “Şairlik yalnızca kabiliyet meselesi değil, yapılan işin idrakinde olmaktır” der ve sanatı üzerine düşünmeyen şairi, kuyruğuna basılınca inleyen canlıya benzetir. Yayınlanmış olsalar bile, eksik bulduğu şiirler üzerinde düzeltme yapmaktan çekinmez. Hatta çoğu zaman daha ileri gider ve beğenmediklerini imha eder. Kendisiyle olan bağını koparabilmek için tanımadığı, bilmediği bir çöplüğe attığı bu şiirlerin, kitabına aldıklarından çok olduğunu söyler.

“Ben sana mecburum” şiiriyle dillere pelesenk olan Attila İlhan'da da, yazdıkları üzerinde düşünmek, beğenmedikleri üzerinde değişiklikler yapmak vardır. “Tarz-ı Kadim” şiiri, bunun bariz örneklerinden biridir.

Sadi'den Lamartin'e uzanan zengin bir üstatlar kadrosuyla şiirin kapısını aralayan Mehmet Akif ise, yalnız kendi şiirlerindeki hataları düzeltmekle kalmaz; başka şairlerin şiirlerini de hatadan arındırarak okur. Mesela, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirin sonraki baskılarında üç farklı mısrada tashih yapmıştır. Yine Hamid'in, “sahrayı şebih edip mesile” mısraını, okuma kolaylığı sağlamak için, “sahraları döndürüp mesile” şeklinde düzelterek okur.
 
Kuşkusuz, bu ustalardan hiçbiri lalettayin yazmıyordu. Yaşadıkları çağın en ileri seviyesinde entelektüel donanıma sahiplerdi. İyi birer gözlemciydiler. Türkçenin bütün inceliklerine vâkıf olarak çıktıkları şairlik yolculuğunda, şiir yazarken, sahip oldukları bütün müktesebatı kullanıyorlardı. En iyiyi, en güzeli, mükemmeli yakalamak için adeta çırpınıyorlardı. Bir taş ustası sabrıyla ve bir kuyumcu titizliğiyle varıyorlardı bir şiire. Buna rağmen ortaya çıkan eser içlerine sinmemişse safra kesesinde taş olan hasta gibi sancı çekiyorlardı. Ta ki o bozukluğu giderinceye, o taşı düşürünceye kadar…

Bir şairin hayatından esintilerle başlayıp, usta şairlerin varoluş sürecine evrilen bu yazı, sonunda bizi şu soruya götürüyor:
Mücevherle dolu sanat mağarasına giden o tünelde, bu gün itibariyle, Ferhat gibi gürz sallayan kaç şair kaldı acaba? Yoksa bedeli ödenmemiş hayatlarda derinlik mi arıyoruz
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir