Sanatın Arka Yüzü

MEHMET TAŞTAN
Sanatın Arka Yüzü
 
Işığın geceye mihneti olmaz. Çünkü onun varlığını hissettiren güç, kendi varlığında gizlidir. Bir sanat eseri için de durum ışıktan farklı değildir. Onu görünür kılan, zihinlere taşıyan öncelikle kendi varlığıdır, tılsımıdır elbette… Ama işin ehli için, hiçbir eser kendiyle başlayıp kendiyle bitmez. Çünkü her eserin bir de görünmeyen yüzü vardır. Onun yakasına bir gül gibi takılan, diğerlerinden farklılaştıran, özel kılan, zenginleştiren arkaplan öyküleri yani… Ki bu öyküler, eserin anlamını da değerini de değiştirir çoğu zaman…
 
Ahmet Haşim'in, dillere pelesenk olmuş, "Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam!" mısraları böyledir mesela… Kuşkusuz öykü bilinmeden de çok güzeldir bu şiir… Ama kızıl havaları seyretmeye tutkulu şairin, göllerde o dem bir kamış olma isteğinin sırrı, o güzelliği hayal ufkunun ötesine taşır. Malum, kamışlar göl kıyısında yetişir ve "ney" kamıştan yapılır. Ahmet Haşim, her akşam göl kenarına gelip ney üfleyen bir kıza deliler gibi aşıktır o sıralar. Ama bundan ne kızın haberi vardır, ne de Haşim'in bunu söyleyecek mecali… Malum şair, kendini çirkin bulmaktadır. Bir türlü yenemediği o çirkinlik duygusunu, güzelliğin zirvesi olarak gördüğü kızla yüzleştirmesi olacak şey değildir… Yani kelimenin tam anlamıyla platonik bir aşktır onunki…
 
"Bilimi ona ihtiyacı olan üretir" derler ya… Aşk için de bu böyledir… Hayal aleminde bile olsa, her aşık dağları delecek gürzünü kendisi yapar. Şairi, bu mısralara götüren de böyle bir hayaldir işte… Haşim, akşam saatlerinde göllerde kamış olunca, her akşam göl kenarına ney çalmaya gelen sevgiliyi yakından dinleyecek, doyasıya izleyecektir. Belki bir gün şairin dönüştüğü kamıştan ney yapılacak; o neyi çalan sevgilinin parmakları, aşktan delik deşik olmuş şairin vücuduna, dudakları ise dudaklarına dokunacaktır.
 
Şiirin sır perdesini aralayan bu öyküyü yıllar önce idare hukuku hocam Prof. Dr. Yıldızhan Yayla'dan dinlemiştim. Bitirince de o naif üslubuyla, "bu şiirden bu manayı çıkarmak için iri cüsseli şairi katlayıp kitabın arasında saklamak lazım" demeyi ihmal etmemişti. Böyle söylemekte haklıydı. Çünkü metinden bu manayı çıkarmak gerçekten imkânsızdı. Ama öyküyü dinledikten sonra herşey değişiyordu. Zira, yüzyıllar öncesinden Fuzulî, "Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar / Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su" dememiş miydi? "Şayet onun (Peygamber Efendimizin) elini öpme arzusuyla ölürsem dostlar / Öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun" anlamına gelen bu beyitle birlikte okunduğunda, Ahmet Haşim'in kullandığı vuslat metaforu hiç de yabancı görünmüyordu.
 
Şaşırtmak sanatın hamurunda var… Tabiat temalıymış gibi görünen bir şiirin içinden ölümcül bir aşk çıkabildiği gibi bazen de tam tersi olabiliyor… Aşkı anlatıyormuş gibi görünen bir eserin içinden pekâlâ bir başka sır dökülebiliyor. Örneğin, Hacı Arif Bey (1831-1885)'in, nihavent makamında bestelediği şu güfteyi okurken aşktan başka ne gelir ki insanın aklına?
 
Ahter-i düşkün garib ü âşık-ı avareyim
Gün gibi deryayı aşkında gezer biçareyim
Sana kul oldum kapında gayrı kime varayım?
Padişahım sen dururken ben kime yalvarayım?
 
Hele de dört mısrada iki kez aşkla feryat ediliyorsa? Ama işin aslı öyle değil… Müzik dehasıyla küçük yaşlarda saraya girmeyi başaran ve üç padişahın gözdesi olup, saraydan üç kez kız alan Hacı Arif Bey, II. Abdülhamid'in çocukluk hatırlarını anlatırken, boş bulunup, “kucağımdayken altını ıslatmış, her tarafımı berbat etmişti” deyince saray bürokrasisi tutuşur. Bestekârımız, Mızıkay-ı Humayun'da bir odaya kapatılır. İçeride elli gün kalan Hacı Arif Bey, oda hapsindeyken bestelediği bu şarkı gün yüzüne çıkınca kurtulur. Bu muhteşem şarkıyı böyle bir öyküye bağlamak birçok sanatçının hoşuna gitmiyor olmalı ki, “Padişahım sen dururken ben kime yalvarayım?” mısraını, “Şivekârım sen dururken ben kime yalvarayım?” biçiminde okuyorlar.
 
Bazı eserler de, doğuş öykülerinden ziyade, sonradan kazandıkları bir başka hikayeyle unutulmaz olurlar. “Kâinatın Işığı” adlı tabloyu ressamın en ünlü eseri kılan, o eserin seyirciyle buluşmasıyla kazanılan bir öyküdür:
 
18. asrın ünlü ressamlarından William Holman Hunt’un “Kâinat Işığı” adlı tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde seyircinin beğenisine sunulur.
Tabloda, gece vakti bir evin kapısı önünde, elindeki feneri kapıya tutan bilge kılıklı bir adam resmedilmiştir.
Ziyaretçiler, ne anlam ifade ettiğini pek anlamasalar da hayranlık sözleri söyleyerek tablonun önünden geçip gitmektedirler… Ama içlerinden biri öyle yapmaz, sorar:
“Üstat, perspektif ve derinlik güzel ama doğrusu, bir türlü anlamını kavrayamadım bu tablonun. Kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuz. Bu adam ne kadar bekleyecek burada? Bu kapı hiç açılmayacak mı?”
Hunt tebessüm ederek cevaplar adamın sorusunu:
Dostum bu kapı, gönül kapısı… Dışarıdan açılmaz, yalnızca içeriden açılır.”
Renklerden söze akseden bu bilgece cevap, yalnızca tabloyu ünlü kılmakla kalmaz, gönül esrarına da farklı bir ışık tutar.
 
Bazen de eserlerin içinden, uğursuz evler gibi dokunanı çıldırtan ya da yalnızca delilerin dokunabildiği öyküler çıkar karşımıza… Yarım asrı aşkın bir süredir, Bakırköy Akıl Hastanesinin bahçesinde "Düşünen Adam" bir trajedinin sembolü gibi durur orada… Orijinali Paris'te bulunan heykel, kayıtlarda Rodin adını taşır. Ama fısıltı halindeki bir ses, eserin gerçek sahibinin Camille olduğunu söyler. Rodin'in önce öğrencisi, sonra da sevgilisi olan bahtsız Camille… Ne Rodin, ne de "düşünen adam" yâr olmuştur ona. Hocasının, “O'na altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi” diyerek övdüğü talihsiz kadın, hayatının son otuz yılını bir tımarhanede geçirerek ölür. Ölümünden bir süre önce kardeşine yazdığı mektupta:"Bu esaretten çok sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?" der. O eve dönemez ama onun trajik hayatını oynayan sinema sanatçıları 1988'de çekilen "Camille Claudel" adlı filmle ödül üstüne ödül kazanırlar. Bir sanatçının hayatı bir başka sanat eserini doğurur yani…
 
Ne gariptir ki, yalnızca eserin gerçek sahibi olduğu söylenen Camille'nin değil, Bakırköy'deki kopyasını yapan iki sanatçının kaldığı yer de tımarhanedir. Bakırköy akıl hastanesi yani… Bir dergide görüp, bir kopyasını hastanenin bahçesine dikmeye karar verdiğinde yaşayacağı zorlukları bilseydi hastanenin başhekimi Göktulga yine de böyle bir şeye cesaret eder miydi bilinmez. Ama eser bitip hastanenin bahçesinde görücüye çıkınca, "Bu adam ne düşünüyor" diye soranlara başhekimin, "hastanenin dışındakilerin durumu içeridekilerden daha kötü, bu heykel onların durumu ne olacak diye düşünüyor" şeklindeki cevabı bizi bir anda Montesquie'ya taşıyor. Zira o yüzyıllar önce tımarhaneyi, "dışarıdakiler kendilerini akıllı sansın diye içeri tıkılmış zavallılarla dolu yer" olarak tanımlıyor. Ve bu gerçeklik bir başka sırrı ele veriyor: Sanat gibi düşünce de geçmişten besleniyor.
 
Geçmişten beslenmenin evrensel buutları ise İstanbul semalarını süsleyen Süleymaniye'de çıkıyor karşımıza… İs odasından, yüzyıllar sonrasının mimarına yol gösteren mektubuna kadar her yönüyle hayranlık uyandıran mabed, geçmişten beslenmenin evrensel sırrını sütunlarında taşır. Büyük deha, 'hünkârım öyle bir cami yaptım ki insanlar zarar vermezse kıyamete kadar ayakta durur' diyerek padişaha teslim ettiği mabedin dört ana sütununu dört ayrı yerden getirir. Biri, İskenderiye'den ve muhtemelen ünlü kütüphanenin kalıntılarından çıkarılmıştır. İkinci Balbek'in meşhur tapınaklarından birine aittir… Üçüncüsü Bizans zamanında dikilmiş kız taşıdır. Dördüncüsü ise Osmanlı eseri olan Topkapı Sarayından temin edilir. Ve evrensel dinin o muhteşem kubbesi, geçmişin büyük medeniyetlerini temsil eden sütunlar üzerinde yükselir.
 
"Güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez" demiş ya Valery… Gönlümüzde iz bırakan eserlerin arka plan öyküleri için de bu böyle… Ama geçmişle geleceğin, hayalle hakikatin içiçe girdiği Süleymaniye'den söz edince insan şunu sormadan edemiyor: Bilimle sanatın bu muhteşem izdivacında, baskın unsur hangisi acaba? Bu soruya cevap ararken felsefeyi bilimin anası, şiiri sanatların atası olarak gören yaygın görüşü hatırlıyoruz. Tam bu noktada bir filozofla bir şairin manifesto değerindeki replikleri çıkıyor karşımıza:
 
Alfred North Whitehead, "Bütün Batı felsefesi Platon'a düşülmüş dipnotlardan ibarettir" diyerek yüceltiyor, Sokrates'in talebesini… İsmet Özel, bu söze bir şairle meydan okuyor: “İyi de bütün batı felsefesinin dipnot düşmek zorunda kaldığı Platon, şair Homeros'a dipnot düşmekten başka ne yapmıştır?”
 
Sizce hangisi haklı ya da sanat arka planıyla daha mı güzel?
Ne dersiniz?
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir