Sabreden ve Şükreden Âşıklar

MUSTAFA ORAL Sabreden ve Şükreden Âşıklar

MUSTAFA ORAL
Sabreden ve Şükreden Âşıklar
 
Secdede Vefat Eden Âşıklar Hz. Hifa ve Hz. Süheyb
 
Tarih kendisini öne çıkarmaya çalışanları değil, kendisini başkası için feda edenleri yazar.  Her şey unutulur  da karşılıksız sevenler unutulmaz.  Hz. Adem ile Hz. Havva, Hz.  İbrahim ile Hz. Hacer, Hz. Eyüp ile Hz. Leyya Hatun, Hz. Muhammed ile Hz. Hatice, Sevgililer Sevgilisi Habibullah’ın (sav) kızı Hz. Zeynep ile Hz. Ebu’l  As, Hz. Rukiyye ile Hz. Osman, Hz. Fatıma ile Hz. Ali kendilerini sevdiklerine adamış müstesna insanlardı. Bunun için tarihe altın harflerle kaydedilmişlerdi. Asr-ı Saadet, hemen her sahabenin Rabbinin rızasını hayatının merkezine aldığı dönemdi.  Hz. Hifa Sultan ve Hz. Süheyb de bunlardandı.
 
Mekke için Hz. Hatice neyse Medine için de Hz. Hifa oydu. Medine’nin Hatice’si Hz. Hifa  bir kadında aranan bütün özelliklere sahipti. Zengin, soylu, asil ve güzeldi. Üstelik sireti suretinden daha da güzeldi. Ahlaklı, dürüst, kendini Rabbine vermiş, Rabbinin hakkında takdir ettiği her şeye rıza gösteren biriydi. Özetle kullar katında da, Rabbinin katında da özel bir insandı.  
 
Hz. Hifa, sultanların, vezirlerin, tüccarların, hekimlerin, hâkimlerin, zenginlerin, özetle kendini özel hisseden üst tabakadan herkesin evlenmek için can attığı güzide bir kadındı.  Taliplileri  dünyayı ayaklarının altına sermesine, her arzusunu gerçekleştireceğini söylemesine rağmen  dönüp bakmıyordu.   Habeş sultanı Necaşi gibi servet ve merhamet sahibi bir sultan bile gönlüne giremiyor, kapısından boş dönüyordu.
 
Oysa bilmiyorlardı ki Hz. Hifa’nın bütün dünyasını Rabbinin sevgisi, muhabbeti ve rızası kaplamıştı. Her anı, “Rabbimi biraz daha nasıl memnun edebilirim?” duygusuyla geçiriyordu. “Bir kalbe iki sevgi sığmaz.” dercesine kalbine dünya sevgisinin ve eş muhabbetinin girmesine müsaade etmiyordu. Ona eş olacak kişi dünyanın değil olsa olsa ahiretin sultanı olabilirdi.
Sabreden ve Şükreden Âşıklar
Bana cennete götürecek şeyler öğret
 
O, Sevgili’nin (sav) “İki günü eşit olan zarardadır.” sözlerine uygun şekilde günlerini dolu dolu geçiriyordu.  Bir günü bir önceki gününe benzemesin, hep bir adım öteye gitsin, Rabbine bir adım daha yaklaşsın istiyordu. Bir gün bu niyetle Rabbine daha fazla yaklaştıracak halleri sormak için onsekizbin âlemin sultanı, dünya ve ahiretin serveri Hz. Muhammed Mustafa’nın kapısının eşiğine varmıştı.
 
“Ey Allah`ın Resulü, bana cennete götürecek bir şeyler öğret.” diyerek halini arz etmişti.
Hz. Hifa,  daha fazla namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek gibi beklentilerle gelecek cevabı beklemekteydi. 
 
Hz. Hifa genç, güzel, alımlı, zengin, soylu, yüreği Rabbi için çarpıp duran huri-i misal ve melek misal bir hanımdı. Bu halleriyle birçok erkeğin gönlünü meşgul ediyor, ümitle beklemesine neden oluyordu. Ama o bu beklentileri cevaplamaktan ısrarla uzak duruyor, bu da insaflı taliplilerini üzüyordu.  Öte yandan taliplilerinden bazıları hırslarına mağlup olarak ona ve çevresindekilere zarar verebilirlerdi.
 
Habibullah(sav)  ihtimal ki işin bu tarafını düşünüyordu. Onun için Hz. Hifa’nın hiç de beklemediği şekilde cevap vermişti.  
 
“Ey Hifa, önce evlenmen lazım.   Zira bununla dininin yarısını emniyete alırsın!
 
Evet, yalnız insan yarım insandı. Yar’sız insan yarım insandı. İnsan yar’ıyla birleşerek diğer yarısını tamamlar, yarınlara umutla bakardı.
 
Hz. Hifa beklemediği bu cevap karşısında küçük bir şaşkınlık geçirmişti. Ama emir büyük yerdendi, teslim olmak en güzeliydi. O da teslimiyetle boynunu bükmüştü.
 
“Ey Allah’ın Resûlü! Dengim kim olabilir? Bana Habeşistan hükümdarı melik Necâşî evlenme teklifinde bulundu. Fakat ben teklifini kabul etmeyip, geri çevirdim. Hatta yüz deve ile birçok ziynetler veren de oldu. Onu da kabul etmedim. Bu gün ise ahirette kurtuluşun evlenmekte olduğunu söylüyorsunuz. Yâ Resûlallah! Siz kimi beğenip, uygun görürseniz, ben ona razıyım.”
 
Yüreği Allah ve Habibullah (sav) aşkıyla dopdolu birinden de bu beklenirdi.
 
İşin bundan sonrası artık Allah’a ve Habibullah’a (sav) kalmıştı. Habibullah’a (sav) göre bir kadınla soyu, zenginliği, güzelliği ve takvasıyla yani Allah korkusuyla evlenilebilirdi.
 
Evlilikte asıl olan takvaydı; mümin de takvası güzel olanı tercih etmeliydi.  Aynı şey erkek için de geçerliydi. En zengin, en yakışıklı, en makamlı, en soylu değil en dindar olan tercih edilmeliydi. Sevgili (sav) varlığın en seçkin insanı, Rabbinin en çok razı olduğu kuldu. Necaşi gibi dünya sultanını reddeden Hz. Hifa’yı kendisine yani on sekiz bin âlemin sultanı Muhammed Mustafa’ya (sav) istese Hifa seve seve razı olurdu. Ama o da Hz. Hifa gibi dünyadan yüz çevirmiş, Rabbine dönmüştü.
 
Hz. Hifa dünyanın boynuna asılmış gerdan kadar kıymetliydi. Sevgili (sav) o gerdanı çıkarıp bir sahabesinin boynuna taksa ihtimal ki diğerlerinin hatırı kalır, kalbi kırılırdı.  O halde o inci gerdanlığa hak eden kişiyi Rabbi seçmeli, Hz. Hifa kimin nasibiyse ona gitmeliydi.
 
Habibullah (sav) bunun için kolay ve adil bir çözüm yolu bulmuştu.
 
“Ey Hifa!”  demişti, “Yarın sabah mescide ilk gelenle evlen.”
 
Bu teklif hem Hifa’yı hem de ona talip olanları sevindirmişti. Zira bu son derece adildi, kimin nasibi varsa o Hz. Hifa ile dünya evine girecekti.
Sabreden ve Şükreden Âşıklar
Hz. Hifa’nın kalbi: Hz. Süheyb
 
Talipliler yarın sabah mescide gelen ilk insan olmak için bütün tedbirleri almışlar, erkenden kendilerini yatağa bırakmışlardı.
 
Hz. Süheyb, Suffa ashabından, yoksul, kimsesiz, garip, mahzun, masum biriydi. Bütün vaktini Rabbini razı etmeye tahsis etmişti. Gününü ya Suffa ashabının yanında ilimle veya mescitte ibadetle geçirmekteydi. Hz. Hifa, ne gönlünden geçiyordu, ne de Hz. Hifa için yapılan talipliler imtihanından haberi vardı.
 
Habibullah (sav)  o sabah erkenden mescide gelerek Hz. Hifa’nın ahiretlik nasibini beklemeye başlamıştı. Az sonra kapıda Hz. Süheyb görünmüştü. Mescid kuşu Hz. Süheyb sabah rızkını arayan masum bir kuş gibi mescide süzülmüştü.
 
Hz. Süheyb garip, kimsesiz ve yoksuldu. Uzun boylu, zayıf ve çelimsizdi. Hafif rüzgârda yaprak gibi savrulup gidecek kadar güçsüzdü. Üstelik simsiyah bir teni vardı. Fakat bütün eksik ve kusurları gölgede bırakan, simsiyah yüzünü apak eden nurlu bir yüzü ve kalbi vardı. Rıza makamında haller ile hâllenmişti. O Rabbinden, Rabbi de ondan razıydı. 
 
Habibullah (sav) Hatice’sinin sevgisiyle rızıklandığı gibi hemen her gün yarı aç yarı tok gezen Hz. Süheyb de Hz. Hifa ile rızıklanacaktı.
 
Gariptir ki yediği önünde yemediği ardında birçok Hz. Hifa taliplisi o gece yedikleri güzel yiyeceklerden olacak uyuyakalmışlar ve Hz. Hifa’ya eş olma fırsatını kaçırmışlardı.
 
Demek insan dünyayı yenmeye kalkınca dünya onu yiyerek yeniyor, elindekini, avucundakini en çok da kalbindeki alıyordu. Dünyayı yeneceğini zanneden dünyayı andıran gözlerine çöreklenen ağırlığa yeniliyordu. 
 
Habibullah (sav), Hz. Hifa müjdesini verince Hz. Sübeyb şaşırmıştı. Bu ne devlet ya Rabbi! Yoksul, öksüz, yetim, çelimsiz Süheyb nerede; zengin, soylu, güzel Hifa nerede…
 
Habibullah (sav) Hz. Hifa’yı çağırıp durumu arz etmiş, Hz. Süheyb’in nasibi olduğunu söylemişti. Hz. Hifa yine kendi ulvi kişiliğine yakışanı yapmış, Rabbinin kendisi için seçtiğini teslimiyetle kabul etmişti.
 
O gün bir daha anlaşılmıştı ki, bu dünyada gerçekten ulaşmak istenilen dünyalığa ancak onu unutarak erişilebilirdi.
 
O gün cümle gönüllerin efendisi Habibullah (sav), Hz. Süheyb ile Hz. Hifa’nın nikâhını kıyarak gönüllerini birbirine bağlamıştı.  Ardından “Ey Süheyb” demişti. “Şimdi hanımına bir hediye al ve elinden tutup evine götür.”
 
Süheyb için zor dakikalar başlamıştı. Boynunu büküp çaresizce mırıldanarak ses vermişti.
 
“İyi ama benim ne bir dirhem gümüşüm, ne de sığınacak evim var. Benim evim mescittir.”
 
Kocasının boynunun bükülmesine kıyamayan göklerin boynuna inci bir gerdanlık gibi takılan Hz. Hifa hemen devreye girmişti. İçinde on bin dirhem gümüş olan süslü bir heybeyi eşine hediye etmiş, ardından konağını da armağan ettiğini söylemişti.
 
Hz. Hifa,  Rabbinin kendisi için ağır bir sabrı gerektiren nasibi kabul etmiş, yetmemiş bir de sahip olduğu paha biçilmez konağını Rabbinin eş olarak uygun gördüğü kişiye vererek eşinin ve Rabbinin dolayısıyla Habibullah’ın (sav)  hatırını hoş tutup yükseltmişti.  
 
Bu güzelliklere şahit olan sahabeler gibi Sevgili (sav) de Hz. Hifa’nın fedakârlığından çok etkilenmiş, gözleri buğulanmıştı. Bu ruh haliyle dualar eşliğinde onları uğurlamıştı.
 
Sabreden ve şükreden âşıklar
 
Hz. Süheyb eşine düğün hediyesi almak için çarşının yolunu tutmuştu. Hak etmediği halde Hz. Hifa’yı nasip eden Rabbine şükür hisleriyle, öte yandan böyle bir eşe ayak uyduramayacak olmanın tedirginliğiyle akşama kadar çarşıda dolanıp durmuştu. Akşam olunca mecburen çekinerek de olsa eşinin kendisine hediye ettiği konağa gelmişti. 
 
Hz. Hifa sahabe hanımına yakışır şekilde eşini güler yüzle karşılamıştı.  Açlık sınırında dolaşan Hz. Süheyb için muhteşem bir sofra hazırlamıştı. Hz. Süheyb hayatında hiç görmediği çeşit çeşit yemeklerle bezenmiş bu muhteşem sofraya çekinerek oturmuştu.    
 
Görünüşte Hz. Hifa ile Hz. Süheyb arasında hiçbir denklik yoktu. Allah rızasını aradan çıkarsak bu iki insanın isimlerinin bile yan yana gelmesi mümkün değildi. Böyle durumlarda kader birine şükretmeye, diğerine sabretmeye hükmetmiş olmalıydı.  Hz. Hifa her bakımından denksiz olan bu durumu sorun etmemesine rağmen Hz. Süheyb her şeyin farkındaydı. Hz. Hifa kendisini eşliğe kabul ederek Hz. Süheyb’e dünyalara değişilmez bir değer vermişti. Artık Hz. Süheyb için şükür, Hz. Hifa için sabır gerekirdi.
 
Hz. Süheyb muhteşem sofradan bir kaç hurma ya almış ya da almamıştı.
 
“Ey Hifa!” demişti, “Biliyorum sen benim için bulunmaz bir nimetsin. Ben ise senin için sadece mihnetim, sıkıntı veren bir şeyim. Bundan sonra bana şükür, sana sabır gerek. İster  misin bu geceyi taat ve ibadetle geçirelim. Ben şükrediciler sevabına kavuşayım, sen de sabrediciler sevabına kavuş. Zira Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ‘Cennette yüksek bir çardak vardır. Orada yalnız şükredenlerle sabredenler otururlar.’ buyurdular.”
 
Hz. Hifa’nın evlilikten beklediği tam da buydu işte: Rabbine biraz daha yakın olabilmek… Değil mi ki, sevgili, Sevgililer Sevgilisi Rabbe yaklaştırabildiği müddetçe sevilmeye değerdi.
 
Bu sözlerin ardından Hz. Hifa ile Hz. Süheyb birlikte dualara durmuşlar, secdelere varmışlardı. Şükür gözyaşları oluk oluk seccadeleri ıslatmıştı. Nihayet gecenin karanlığını tazarrularla, niyazlarla ağartarak sabaha varmışlardı.
Sabreden ve Şükreden Âşıklar
Aşkın zirvesi secdede vefat
 
Mescid kuşu Hz. Süheyb hazırlanıp sabah namazını kılmak için mescide kanatlanmıştı.
 
O dakikalarda Sevgili’nin (sav) göklerdeki habercisi Cebrail sahne almıştı. Dün gece Hz. Süheyb ve Hz. Hifa arasında yaşanan güzellikleri Sevgili’ye (sav) bir bir anlatmış, Rablerinin onları cennet ve cemaliyle buluşturacağı müjdesini vermişti.
 
Namazdan sonra Sevgili (sav), Hz. Süheyb’in yanına gelmişti. Tatlı bir tebessümle, “Ey Süheyb!” demişti,  “Geceki  halinizi sen mi söylersin ben mi söyleyeyim?”
 
Hz. Süheyb yine mahzun bir hayânın perdesi altındaydı. Saygıyla, “Allah’ın Resulü en iyisini bilir. Siz söyleyiniz.” diye cevap vermişti.
 
Sevgili (sav) “Ne mutlu sizlere!” dercesine Süheyb’in gözlerinin içine bakmıştı. 
 
“Hifa ve sen cennetliksiniz. Allahü teâlâyı göreceksiniz!”
 
Kulluğun derinliğiyle dünyadan el etek çekmiş Hz. Süheyb’in başına yine devlet kuşu konmuştu. Demek, Rabbi hakir, fakir, garip Süheyb kulundan ve cennet hurilerinden daha güzel eşinden razı şekilde cennetine kabul etmişti.
 
Beklemediği bu müjde karşısında kendinden geçmişti. Hemen gözyaşları içinde şükür secdesine kapanmış,  “Ya Rabbi!  Sen ki beni mağfiret ettin, günahlara bulaşmadan canımı al!” diye diye yalvarmıştı.
 
Bu öyle içten bir duaydı ki cennet kapıları gibi kabul kapıları da sonuna kadar açılmıştı. Az sonra kalbini her daim secde kılmış Hz. Süheyb’in kalbi secdede duruvermiş,  tertemiz bir yürekle ruhu cennete kanatlanıvermişti.
 
Her halini şükür secdeleriyle süsleyen mescit kuşu Hz. Süheyb yaşadığı gibi vefat etmiş, mescitte şükür secdesinde öte dünyaya göçüvermişti.
 
Ne güzel bir sondu secdede son nefesi vermek…
 
O gün mescitte bulunan bütün sahabelerin dileği tam da buydu işte: Rablerine en yakın oldukları yerde, secdede son nefeslerini vermek…
 
Hz. Süheyb gıpta edilecek, melekleri ve melek ruhlu insanları alkışlatacak güzel bir sonla dünyasını değiştirmişti. Mescitte bulunanlar gözyaşlarına hâkim olamamışlardı. İçlerinde, yüzü kömür karası ama kalbi elmas gibi biri varmış da nasıl farkına varamamışlardı.
 
Sahabeler şaşkınlıkla gözyaşlarını dindirmeye çalışırken göklerin kapısı açılmıştı. Sevgili’nin (sav) asude sesi mescitle birlikte gökleri de doldurmuştu.
 
“Size daha şaşılacak bir şey söyleyeyim mi? Şu anda Hifa Hatun da ruhunu Hakk’a teslim etti.”
 
Sahabeler bu sefer daha büyük bir şaşkınlık yaşamışlardı.
 
Sevgili’nin (sav)  verdiği haber doğruydu. Hz. Süheyb’in göklere kanatlandığı dakikalarda Hz. Hifa da kuş hafifliğinde ruhunu teslim edip dünyadan geçivermişti.
 
O gün bir defa daha anlaşılmıştı ki, birbirini Allah için sevenlerden birinin kalbi durduğunda öbürününki de durur…  
 
O gün bir defa daha anlaşılmıştı ki, kuşlardan birinin kanadı kırılınca öbürününki de kırılır…
 
O gün bir defa daha anlaşılmıştı ki,  birbirini kuşlar gibi tertemiz duygularla sevenler kuşlar gibi bu dünyadan cennete birlikte göç ederler, cennet kuşlarından birer kuş olurlar…
 
Artık bir çift kumrunun cansız bedenlerinin toprağa emanet edilme vakti gelmişti. Bir gün önce nikâhlarını kıyan Sevgili (sav) bu sefer cenaze namazlarını kıldırmıştı.   
 
Onlar cennetle müjdelenmişlerdi. Elbette Cennet’ül Baki kabristanına defnedilmeyi hak etmişlerdi. Cennet’ül Baki kabristanına bir çift salkım söğüt gibi yan yana iki mezar kazılmıştı. Ömürlerinde bir defa dahi yan yana gelemeyen yeni evlileri yan yana toprağa yatırmışlardı.
 
O gün bir defa daha anlaşılmıştı ki, birbirini Allah rızası için sevenlerin kalpleri gibi kabirleri de yan yana düşer.
 
Sahabeler kabirlerin başlarına küçük birer tahta dikmişlerdi. Birine, “şükredenlerden Süheyb”  diğerine, “sabredenlerden Hifa!” yazmışlardı.
 
O gün bir defa daha anlaşılmıştı ki, kaderde isimleri yan yana yazılanlar kabirde de yan yana yazılır.
 
O gün bir defa daha anlaşılmıştı ki, herkes kabir yazısını kendisi yazar.
 
O gün bir defa daha anlaşılmıştı ki, kabirlerin kimisine şükredenlerden, kimisine sabredenlerden yazılır.
 
Ne güzeldir şükredilecek yerde şükredebilmek!
 
Ne güzeldir sabredilecek yerde sabredebilmek!
 
Ne güzeldir böyle kirli bir çağda şükreden Süheyb, sabreden Hifa olabilmek! …
 
Allah her daim birbirinin varlığıyla şükreden sevenlerden eylesin. Âmin…
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir