Mustafa Ölmek İstemiyor

MUSTAFA ORAL
Mustafa Ölmek İstemiyor |ÖYKÜ|
 
Allah’ım artık dayanamayacağım. Zerrin’in yaptıklarını kaldıramıyorum. Mustafa’nı affet. Bu uçurumdan kendimi boşluğa bırakacağım. Kızım ve oğlum önce sana sonra Can’a emanet… Affe.. Aff..
 
Telefon çalıyor. Sırası mı şimdi… Kim gecenin bu saatinde.
 
Açma… Yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin. Başladığın işi bitir. Vazgeçersen bir daha cesaret edemezsin.  Böyle yarım yarım yaşamaya devam edersin.
 
Hayır, hayır, bak telefona. Bu saatte aradığına göre muhakkak önemlidir.
 
Can arıyor. Hayırdır inşallah.
 
“E…Efendim.”
 
“Mustafa… Kardeşim Mustafa… Vefat etti…”
 
“O… Olamaz… Hiçbir şeyi yoktu. Na…, Nasıl oldu?”
 
“Kalp krizi… Yarın öğle namazından sonra Ulu Camiden kaldıracağız.” 
 
“Allah’ın dediği olur. Üzülme. Uludağ’dayım. Hemen yola çıkıyorum.”
 
1
Mustafa damat olmuş, gidiyor
Yalan dünyaya veda ediyor
 
“Başın sağ olsun Can.”
 
“Hoş geldin Mustafa. Dostlar sağ olsun.”
 
“Dün gece Uludağ’a çıkmıştım. Yalnız başıma dolaştım. Aradığında hemen yola çıkmak istedim ama bizim emektar motosiklet arıza yaptı. Gelen giden de olmayınca bütün gece dağda beklemek zorunda kaldım. Sabaha karşı kendimden geçmişim. Uyandığımda bir avcıyı başımda buldum. Onun yardımıyla motoru tamir ettim. Ancak gelebildim. Mustafa’nın namazını kılmak nasip olmadı.”
 
“Nasipten ötesi yok. Bunda da bir hayır vardır. Gelmen yeter. En azından kabristana yetiştin. Mustafa’yı son yolculuğunda yalnız bırakmadın.”
 
Mustafa’m…
Yeşil tabut içre yeşil kundaklar içinde gibi yatan Mustafa’m…
Gümülcineli Mustafa abin geldi.
Ben geldim ama sen gitmişsin.
Tabut içinde annenin kucağında gibisin.
Baban yaşasaydı bu acıya dayanamaz, seni kaldırır kendi yatardı. 
 
“Gümülcineli Mustafa, bizimkiler seksen yıl önce Selanik’ten Bursa’ya göç etmişler. Biraz kurcalasak birkaç kuşak öncesi Hristiyan çıkabiliriz. Bundan mıdır bilmiyorum kardeşim Mustafa, İsa peygamberi peygamberler içinde ayrı bir yere koyardı. Yüzü, saçları ve gözleri de ona benzerdi. Halleri, hareketleriyle de onu hatırlatırdı. Onun gibi münzevi ve mücerretti. Elinden İncili düşürmezdi. Sırlı sözler bunlar, derdi. Kur’an çeşmesinden damlıyor.  Kendi de öyleydi. Harabe bedeni içinde saklı bir hazineydi. Gizemli bir havası vardı. Rüya gibi yaşardı, rüyalarda yaşardı.
 
Dün ikindi namazından sonra beni aradı. ‘Can abi biraz önce namaz tesbihatını yaparken uyuya kalmışım. Rüyamda babamı gördüm.  Biraz dolaşalım, deyip beni kabristana götürdü. Kapıdan adım atar atmaz kabristan bahçeye dönüştü. Daha önce görmediğim rengârenk çiçeklerin arasından yürüye yürüye kabrine vardık. Senin yerin burası diyerek yanını gösterdi. İçim bir hoş oldu. Karanlık basmadan kabrine uğrasak mı?’
 
İş güç derken ben de uzun zamandır babama uğramamıştım. Olur, dedim, yarım saat sonra seni alırım.  
 
Güneş batmaya yakın buraya geldik. Çok farklı bir ruh hâli vardı. Sanki dünyada değildi, başka âlemlerden geçiyordu. Dünya içinden geçiyordu. Bulutların arasında yürüyen güneş gibiydi. Sesi, hâlleri bambaşkaydı.
 
Emir Sultan Hazretlerini çok severdi. Tabutunun olduğu yere geldi. ‘Abi içimde garip bir his var. Bana öyle geliyor ki bu gece Rabbime gideceğim.  Kabrimi Emir Sultana bakan şu tepeciğe kazın. Babamın yanına yatırın.” dedi.
 
Sesi çok derinlerden geliyordu. Öyle hüzünlendim ki ağlamamak için kendimi zor tuttum. Gözyaşlarım geldi geldi geri gitti. Dudaklarım düştü düşecekti. İşi şakaya vurdum. ‘Öyle şey olur mu Mustafa! Ben senin abinim. Sıramı kaptırmam. Senden önce doğdum, senden önce giderim.’  
 
Abi, dedi, dünyadan hevesimi alamadım. Günyüzü göremedim. Bir kadının kalbine giremedim. Bir kadının elini tutamadım. Bir kadının kalbine girsem belki kirlenirdim. Bundan dolayı çoğu kimseye göre temiz kaldım. İsa peygamber gibi yalnız yaşadım.  Cennette herkes otuz üç yaşında olacakmış. Ben de İsa peygamberin göklere yükseldiği, dünyadan göç ettiği otuz üç yaşındayım. Dünyada yaşayacağım kadar yaşadım. Biraz daha yaşarsam haddimi aşmış sayacağım. Kirlendiğimi düşüneceğim. İsa Peygamber gibi artık Rabbime gitmek istiyorum. Yaşayanlarla konuşmak yordu beni. Artık ben konuşmayacağım. Dünyaya sustum. Dünya konuşacaksa konuşsun…
 
Böyle şeyler düşünmek için çok gençsin, dedim. Evleneceksin, çoluğun çocuğun olacak. Daha uzun seneler yaşayacaksın. Sağlamsın, sen beni gömersin. Güneş battı, batacak, haydi kalkalım.
 
Ufukta batmaya yüz tutan güneşe derin derin baktı. Bu güneş, dünya gözüyle bir daha benim üzerime doğmayacak abi,  derken güneş ufuklardan kayboldu.
 
Kabristandan çıktık. Arabaya bindik. İçim rahat etmedi. Bana gidelim, dedim. Bu gece bende kal.
 
Abi ben eve gideyim, dedi. Etrafı toparlamam lazım, akşama ağır mis
firlerim var.
 
Peki, dedim ama bir ihtiyacın olduğunda beni ara.
 
Yorgun, argın eve geldim. İçim sıkıldı. Biliyorsun on yıldır hanımdan ayrı yaşıyorum. Çocukları da alıp Balıkesir’e yerleşti. Çocukları her hafta görmeye gitsem de hasret bazen çekilmez oluyor. Gündüz iş güç derken pek aklıma gelmiyor ama akşam eve gelince hasretli bir hüzün çöküyor üzerime. Babam geliyor bazen aklıma. Anasını,  babasını Yunanistan’da bırakıp Bursa’ya gelmiş. Bursa cennet bahçelerinden bir bahçe ama burada da fazla kalmadı.  Üç oğlunu dünya yurdunda bırakıp ana vatanı Kabristan’a iltica etti. Çok özlemiş olmalı ki bu gün ikindi uykusunda küçük oğlu Mustafa’yı görmeye gelmiş.
 
Babamı ve Mustafa’yı düşündüm. İnsan ahiret yurduna gitse de gözü arkada kalıyor.  Ruhumda bir buğu oluştu. Bulut bulut içimi kapladı. Gözümde bir damla yaş birikti. Dilim çözüldü. Çok şükür her şeyim var ama yalnızlık zor, çocuklardan ayrı kalmak daha da zor, dedim. Ayrılık olmasa ölüm yol bulup gelemeyecek aramıza. Kardeşim Mustafa’nın böyle derdi yok. Tek tüfek. Şarjör boşalınca ardına bakmadan dünyadan göçecek. Bense öyle değilim. Bana bir şey olursa çocukları kime emanet ederim. Gümülcineli Mustafa bakar diyeceğim ama onun da iki sabisi var. Zaten gündüz ovada, gece dağda. Bu gün orada, yarın burada.
 
Ulu Camiden göklere yükselen ezgiyi hissettiren ezan seslerini işitince yatsı namazına durdum. Üstüme bir ağırlık çöktü. Seccade üzerinde sızıp kalmışım. Bir zaman sonra kendimi engin bir rüyada buldum. Mustafa cenneti andıran bir bahçedeydi. İsa peygamberi hatırlatan bir yüzle bana gülümsüyordu. Ben gidiyorum abi, deyip göklere yükseldi. Gök bahçeye döndü. Mustafa gözden kayboldu. Mustafa! Mustafa! diye bağırarak uyandım.
 
Gecenin ikisiydi. İçimi ağır bir hüzün bastı. Huzursuz oldum. Arayayım şunu, dedim namaza kalkmıştır nasıl olsa. Telefonu cevap vermeyince göğsüm biraz daha daraldı. Kalkıp evine gittim. Kapıyı çaldım, çaldım, açmadı. İyice endişelenmeye başladım. Paspasın altında yedek anahtar bulundururdu. Baktım anahtar orda. Aldım. Kapıyı açtım. Mescit ve kütüphane olarak kullandığı odadan zayıf bir ışık yayılıyordu. Öyleydi Mustafa. Dünyada bir seccadesi bir de kitapları vardı. Namaza daldı, kapı sesini duymadı herhalde, dedim. Yavaşça kapıyı araladım. İçeri süzüldüm. Başını seccadeye bir kedi gibi uzatmış, huşu içinde bekliyordu. Sevindim. Tedirgin olmayı gerektirecek durum yoktu. Bir süre öylece o ilahi anları seyrettim. Fakat birden içime garip bir his doğdu. Yaklaştım. Hafifçe sırtına dokundum. ‘Mustafa…’
 
Olduğu yere yığılı verdi. Panikledim. Hastaneye götürmeli, deyip kucakladım. 
 
Merdivenleri nasıl indiğimi hatırlamıyorum. Hastaneye vardığımda iş işten geçmişti. Kalp krizi geçirmiş, dediler. Durumu kabullenmekten başka yapacak bir şey yoktu. Eski saat durmuştu bir kere. Ebediyen susacaktı. Son bir defa yüzüne baktım. İsa peygamberden ve babamdan miras o tebessümü hâlâ dudaklarında duruyordu. Kabristandaki sözleri aklıma geldi. Demek ona malum olmuştu. Ağır misafirlerim var, demişti. Demek onlar şimdi yüzüne misafir olan babam ve İsa peygamberdi. Onu almaya gelmişlerdi.
 
Şaşkın ve üzgün halde bir süre daha yüzüne baktım. Yavaş yavaş yüzü değişmeye başladı. Sonunda senin yüzüne dönüştü. İyice şaşırdım. Seni çok severdi. Kendine yakın hissederdi. “Mustafa abinin bir derdi, gizli bir yarası var sanki. Onu yalnız bırakma. Sık sık ara…” derdi. Mustafa’nın yüzünde seni görünce bu sözleri aklıma geldi. Hemen seni aradım…”   
 
2
Herkesi yıkan ve yapan bir insan vardır
 
“Can, belki şaşıracaksın ama eğer sen beni o an aramamış olsaydın bu gün kan kardeşin Mustafa’yla birlikte can kardeşin bu Mustafa’nın da cenazesini kaldıracaktın.
 
Mustafa evliya adammış. Haklıydı. Beş yıldır kimselere açamadığım bir derdim vardı. Bir iç kanama gibi yavaş yavaş beni eritiyordu. Hayatımda her şey yolunda giderken o kadın çıktı karşıma. İş görüşmelerinin birinde tanıştım. Beni takibe almış. Facebook adresimi ve cep numaramı bulmuş. Bunlardan haberim yoktu. Bir gün telefonum çaldı. Tanımadığım bir numaraydı. Açtım.
 
Ben Zerrin, dedi.
 
Hatırlayamadığımı söyleyince iş yerindeki görüşmemizden bahsetti. Çıkarır gibi oldum; dil ucuyla hatırladığımı söyledim. Keşke söylemeseydim. Bu sefer iş bahanesiyle uzun uzun kendinden bahsetti. Yapı itibariyle hayır diyebilen biri değildim. Kimsenin kalbini kırmak istemezdim.
Karşımdakinin yanlışını kendisinin bulmasını isterdim. O ana kadar da beklerdim. Zerrin’in de böyle yapacağını düşünerek telefonu kapatmadım.
 
Sınırları olan biriydim. Bunları kimsenin aşamayacağını düşünüyordum. Nasıl olduysa oldu o gün beni kendine bağladı. Aylarca ondan uzaklaşmaya çalıştım. Ama hiçbir erkek ona karşı koyamazdı. Benimse hiç mümkün değildi. Ben ne aşkı, ne de kadını tanıyordum. Evden işe, işten eve gidip geliyordum. Bir kadına bağlanmam mümkün değildi. Buza tutulmuş araba gibi yalpalaya yalpalaya kalbim ona doğru kayıyordu. Kalbi bir sel gibi kalbime akıyordu. Duvarlar örmenin faydası yoktu.
 
Bilirsin tesadüfler, rüyalar aşkı besler. Ben Tanpınar kadar olmasa da rüyalara ve tesadüflere inanıyordum. Aşk rüya ve tesadüftür çok zaman, derdim.
 
Onunla tanışmadan önce neşeli şarklar dinlerdim. Dedeler Yunanistan’dan, Gümülcine’den gelmişler. Ondan mıdır bilmiyorum içimde Balkan ateşi vardı. Rumeli türkülerine bayılırdım. Dinlerken gâh güler, gâh ağlardım. Ama mutluydum, huzurluydum.  Biri Rumeli’den, dedelerimin topraklarından bahsetse saatlerce gözyaşları içinde dinlerdim. Bir Rumelili ile karşılaşsam bunu tarihi bir an sayar, hatırasını bağrıma basardım. Oralara gitmenin hasretiyle yanardım. Emir Sultan’ı çok sevmeme rağmen Gümülcine’de dedemin evinde ölmeyi, onun yanına defnedilmeyi isterdim. Balkanları öyle severdim…
 
Zerrin’le o gün konuşurken işin başka noktalara gideceğinden endişe ettiğim için bir an önce telefonu kapatmak istedim. Tam izin isteyip kapatacakken bir ses çalındı kulağıma. “Zerrin, kızım hafta sonu Gümülcine’ye gideceğim. Dedenin mezarını ziyaret edeceğim. Gelmek ister misin?”
 
Benim için filim o gün dönmeye başladı. Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Gümülcine, dede ve Zerrin Bermuda Üçgeni oldu, beni içine çekti. Kalbim çalkalandıkça çalkalandı. En zayıf yerimden yakalanmıştım. Onunla Gümülcine hakkında konuşma hevesi doğdu içime. Kapatmaktan vazgeçtim. Gümülcineli misiniz, deyince uzun uzun geçmişinden bahsetti. Aslen Gümülcinelilermiş. Dedesi genç yaşta vefat etmiş, oraya defnedilmiş. Babası mübadelede Bursa’ya yerleşmiş. Ama aklı hep çocukluğunun geçtiği o yerlerdeymiş. Yıllar sonra kendisi gibi Gümülcine macırı Nezaket ile evlenince samanlık seyran olmuş. Karı koca sıla hasretiyle yanmış. Gümülcine’deki evlerini, bahçelerini, akrabalarını, komşularını anıp durmuş. Hasret dayanılmaz olunca bir gün Gümülcine’yi ziyaret etmişler. Hatıraları yâd etmişler. Ondan sonra her yaz Gümülcine’ye gider olmuşlar.
 
Bunları işitince Zerrin’e bağlanmam kolaylaştı. İçimde met-cezirler yaşıyordum. Bir ileri bir geri gidiyordum. Onun bana ilgisini açıkça hissedebiliyordum. Ama ben açık vermek istemiyordum. İlk zamanlar sadece telefonla görüşüyorduk. Ben onu aramıyordum ama aramasını çok istiyordum. Arayınca bir taraftan seviniyor diğer taraftan üzülüyordum. Zira bu işler böyleydi. İş bahanesiyle başlayan görüşmeler bir zaman sonra aşka dönüşüyordu. Aşk bir gizli buzlanmaydı, kalbin nereye çarpacağı, nereye varacağı belli değildi. Bunu biliyordum. Onun için kadınlardan uzak duruyordum. Buna rağmen Zerrin’den uzak duramıyordum. Her görüşme beni biraz daha ona yaklaştırıyor, biraz daha eşimden uzaklaştırıyordu.
 
Eşim iyi biriydi. Benim istediğim gibi değilse de evlilik dersinden on üzerinden dokuzu hak ediyordu. Geriye kanaat notu kalıyordu. Onu da iki çocuğumuz dolduruyordu. Demek yine de aramızda bir boşluk kalmış ki Zerrin orayı sığmıştı. Ne kadar uğraşsam da onu hayatımdan çıkaramıyordum.
 
Aşk rüyalar ve tesadüfler kadar engellerle de besleniyordu. Büyük bir ikilem yaşıyordum. Kalbim başka, aklım başka diyordu. Kalbim kalk gidelim Zerrin’e diyordu, aklım otur oturduğun yerde.
 
3
Emir Sultan Türbesi evim oldu
 
Zerrin’e âşık olduktan çoluk çocuğu gözüm görmez oldu.  Eve gitmek istemiyordum. Emir Sultan Hazretlerinin türbesi ikinci evim olmuştu. Sık sık Hazreti ziyaret ediyor, rahlesinde diz kırıyordum.  Derinleştikçe derinleşiyordum. Bazen şehirden sıkılıyordum. Bursa dar geliyor, kendimi Uludağ’a vuruyordum. Sabaha kadar dağlarda dolaşıyordum. İçim yanıyordu. Karların üzerine yatıyordum yine de içimdeki yangını söndüremiyordum. Çaresiz Emir Sultan’a dönüyor, harımı aldırmaya çalışıyordum.
 
Emir Sultan da bir zamanlar böyleymiş. İçinde bir çıra yanmış. Sevgiliye (asv) yakın olma isteği içinde doğmuş. Harı arttıkça artmış. Dayanamamış, kendini Ravza-i Mutahhara’ya  vurmuş. Medine tam istediği gibiymiş, kalbine layıkmış.  Yerleşmeye karar vermiş. O gece gizemli bir rüya görmüş. Bursa’ya yerleşmesi söylenmiş. Mesajı almış. Bursa’ya varmış. Buhara’da başlayan, Ravza-i Mutahhara’da büyüyen ateş Bursa’da sönme eğilimi göstermiş.
 
Yıldırım Beyazıt’ın kızı Hundi Hâtuna Kur’an dersi vermeye başlamış. Bir gece Hundi Hâtun, Ravza sakini Hz. Mustafa’yı (sav) rüyasında görmüş. Kendisine Emir Sultan’a eş olacağını söylemiş.
 
Ne güzel… Hz. Hatice ve Hz. Safiyye’ye de rüyalarında peygamberimizle evleneceği işaret edilmiş.
 
Gün gelmiş, rüya gerçekleşmiş. Hundi Hâtun, Emir Sultan’a eş olmuş. Sultanın kalbindeki harı hanımı almış. Gönlünün sultanı olmuş.
 
Bense çok çaresizdim. Kalbimin harı gün geçtikçe artıyordu. Emir Sultan ve Hundi Hâtundan medet istiyordum. O halde çaresizce beklerken telefonum çaldı. Zerrin arıyordu. Şaşkındım. Hüzünlü ve heyecanlı bir sesle soluk soluğa konuşmaya başladı. “Bu gece bir rüya gördüm. Peygamberimiz bana seslendi. Mustafa ile evlenir misin, dedi. Ben de gülümsedim…”
 
Çarpılmışa dönmüştüm. Dünyalar benim olmuştu. Sevinçten ayaklarım yerden kesilecek gibiydi. Emir Sultan ve Hundi Hâtunun türbelerine sarıldım. Gözyaşları içinde dualara daldım. “Ya Rabbi Efendimiz (sav) ve Hz. Zeynep hürmetine, Emir Sultan ve Hundi Hâtun aşkına dualarımı kabul et. Bizi birbirimize eş et. Birbirimizin Hz. Mustafa’sı (sav) ve Hz. Zeynep’i, Emir Sultanı ve Hundi Hâtunu et…”
 
Rüyayla amel edilmezdi, biliyordum ama peygamber rüyaları da sadık rüyalardı. Beni birine ancak böyle bir rüya gerçek anlamda bağlayabilirdi. O gün peygambere, peygamber rüyalarına inandığım gibi Zerrin’in samimiyetine inanmaya başladım.
 
Artık her gece Zerrin’i rüyamda görüyordum. Barla ve Ravza’yla dopdolu rüyalarda Zerrin’le buluşuyordum. Rüyalarla yıkanıyordum. Kanayan yaralarımı temizliyordum. Biz tertemiz bir aşk yaşıyorduk, buna sonuna kadar inanıyordum.  Rüyalardan uyanıyor Emir Sultana koşuyordum. Şadırvanda abdest alıyor, huzurunda namaza duruyordum. Bazı geceler türbede sabahlıyordum. Yana yakıla dualar ediyordum. İçli bir keman gibi kendime ezgiler söylüyordum. İçli bir deniz gibi kendime dökülüyordum. Aşk ne güzel şeymiş Ya Rabbi, diyordum.
 
4
Dünyam Zerrin olmuştu
 
İşi gücü, çoluk çocuğu unutmuştum. Akrabalarla, dostlarla, dünyayla bağımı koparmıştım. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Kimselere görünmek istemiyordum. Etrafımdakiler yavaş yavaş buna alışıyordu. Ben de böyle bir hayata alışıyordum.  Gün geçtikçe içime çekiliyordum. İçime çekildikçe ateşim artıyordu. Ateş buhar yapıyordu, buharlaşıyordum. An be an azalıyordum. Kıyıdan yavaş yavaş uzaklaşıyordum. Sonsuz bir derinliğe açılıyordum. Bir karanfil gibi suda kayboluyordum. Yaram derinleştikçe derinleşiyordu.
 
Günlerim gözyaşı ve duayla geçiyordu. Gözyaşlarım denizi, dualarım kalbimi dolduruyordu. Gâh doluyordum, gâh boşalıyordum. Masa üzerinde sallanan dolu destiydim, yıkıldı yıkılacaktım. Saksıda karanfildim, kurudu kuruyacaktım.
 
Dün güldüren şeyler artık beni ağlatıyordu. Eskisi gibi hüzünlü şarkılar, türküler dinleyemiyordum. Ağlayan birini kaldıramıyordum. Hastanelerin, hapishanelerin, fakirhanelerin yolundan geçemiyordum. Sessizlik istiyordum, kabristanlara sığınıyordum.
 
Nereye gidersem gideyim her şeyde Zerrin’den izler görüyordum. Her şey ona benziyor ama o kimseye benzemiyordu. Her kadında ondan bir şey vardı ama hiçbir kadın o değildi. Annemde, ablamda, halamda, hatta kızımda bile onu görüyordum. Ama sonra görüntü kayboluyordu.
 
Aynalar tek yüzlüydü. Sadece onu gösteriyordu. Aynalara bakamıyordum. Yüzümü unutmuştum. Bir yerde resmimi görsem bu ben miyim, diye yaygarayı basıyordum.
 
İçim Zerrin’le çalkalanıyordu. Her şey beni onun kıyısına bırakıyordu. Her şey bana onu hatırlatıyordu. Hiç beklemediğim bir anda onunla veya onu tanıyan biriyle karşılaşıyordum. Hiç beklemediğim anda birileri ondan bahsediyor, beni bir daha ona bağlıyordu.
 
Kâinat susmuş, ‘Zerrin’ diye haykırıyordu. Güneş ‘Zerrin’ diye diye doğuyor, Zerrin diye diye batıyordu. Ayın birçok hali vardı ama artık her akşam dolunay, hilal falan filan değil de ‘Zerrin’ şeklinde görünüyordu. Fesleğenler ‘Zerrin’ diye diye açıyordu. Sular ‘Zerrin’ diye diye akıyordu. Müezzinler işi gücü bırakmış, Zerrin’e çağırıyordu. Hayyeleszerrin, diye bağırıyordu. Haydi, felaha Mustafa, haydi Zerrin’e Mustafa, diyordu.
 
Her gün içimden cenazeler kalkıyordu. Cenaze namazlarını hiç kaçırmıyordum. Her cenazede sanki benim namazım kılınıyordu. Her giden sanki beni de yanında götürüyordu.
 
Alfabe tükenmişti. Kala kala z harfi kalmıştı. Her kelime z ile başlıyordu, z ile bitiyordu. Kamile değildi o Zamile olacaktı. Seyyid değildi Zeyyid’di.   
 
Sokaklara çıkıyordum. Arabalar vızır vızır yanımdan geçiyordu. Buna rağmen plakalarını çok rahat okuyabiliyordum. 16 ZÇ (Zerrin Çevik) 11, 10 ZM (Zerrin Mustafa) 16 diye diye okuyordum. Tabelalar, reklam panoları, kadın yüzleri, aşk sözleri her şey ama her şey onu anlatıyordu.
 
5
Aşk sevinçle başlar hüzünle sona erer
 
Başlangıçta zevk veren aşk zamanla acı vermeye başlamıştı. Artık hayattan zevk alamıyordum. Türlü türlü yemekler, rengârenk çiçekler, çiçek çiçek kadınlar, cila gibi sular, şırıl sırıl akan şadırvanlar, gürül gürül coşan ezanlar, içli içli söyleyen ezgiler hiçbir şey ama hiçbir şey beni mutlu etmiyordu. Dün zevk veren şeyler bu gün acı veriyordu. Rumeli türküleri daha bir yakıyordu. Balkan ezgileri daha bir kırıyordu. Rodoplu Pakize gelse, Rodop Dağları bre Mustafa’m engindir engin dese ben ‘Zerrin’dir Zerrin’ diye anlıyordum.
 
Annem beni Balkan türküleriyle büyütmüştü. Sık sık arıyordu. Mıstafa’m, ‘iç aramazsın kızanım be ya, merak ederim seni,’ diyordu. O ses beni çocukluğuma götürüyordu. Selanik yapımı eski bir plak çalmaya başlıyordu. Aman bre deryalar, diye diye Balkan türküleri söylediği çocukluk günlerime gidiyor, ağlıyordum. Ağlaya ağlaya çocukluğumdan çocuklarıma geliyordum. Annemin sesinde çocuklarıma gidiyordum. Benim iki çocuğum vardı, diyordum, ne haldedir şimdi.
 
Kimselerin yüzüne bakamıyor, kalbine dokunamıyordum. Oysa herkes halime üzülüyordu. Annem, babam, kardeşlerim, eşim suskunluğuma bir anlam veremiyordu. İyileşeceğim, kendime geleceğim günü sabırsızlıkla bekliyordu. Bense o kadar güçsüzdüm ki girdiğim o vartadan bir daha asla çıkamayacağımı düşünüyordum. Adım adım ölümün kıyısına gidiyordum.  
 
6
Aşk kalbinde sevdiğinin çocuğunu taşımaktır
 
Zerrin cephesinde işler farklı bir boyut kazanmıştı. Beni rüyalarla kendine bağlamış olmasına rağmen yavaş yavaş benden uzaklaştığını hissediyordum. Ben ona gün geçtikçe bağlanırken o benden sanki uzaklaşıyordu. Kendince haklı sebepleri vardı. Arada birçok engel vardı. Eşinden ayrı yaşıyordu ama adam peşini bırakmıyordu. Zerrin’in başkasıyla evlenmesine müsaade edecek gibi de görünmüyordu. Nişanlıyken bir başka erkek hayatına girmiş, buna rağmen bırakmamıştı. Zerrin bunları düşündükçe yollarımızın buluşmasının zor olduğunun farkına varıyordu.  Ne öyle oluyordu ne böyle. Ne bensiz yapabiliyordu ne de bunun bedelini ödemeye yanaşıyordu.
 
Ben adama içten içe kızıyordum. Eğer o gün Zerrin’i bırakmış olsaydı belki Zerrin bu gün benim başıma bela olmayacaktı. O günden sonra bir şey anladım. Bir kadın ayrılmak istiyorsa serbest bırakmalı. Hele başka bir erkek girmişse asla tutmamalı. Çünkü gün gelecek başka birinin başına bela olacaktır. Sen arabayı dikkatli kullansan da sarhoş birinin çarpmasına engel olamazsın. Zerrin sarhoştu, boşluktaydı. Ben ne kadar kendimi korumaya çalışsam da bana çarpmıştı. Artık çok geçti, olanlar olmuştu. Bu kalbi ancak o sarhoş Zerrin tamir edebilirdi. Sarhoşluğundan bana da bulaştırmıştı. Artık ne isterse yapıyordum. Her şeyi göze almıştım, eşimden boşanacaktım.
 
Zerrin kalbime girmiş, eşimi kalbimden sürüp çıkarmıştı. Beni eşimden koparmıştı. Bazı erkekler vardır, kadınları evlenme vaadiyle kandırır, hamile bırakır sonra da ortada bırakır. Yetmez bir de gidip başkasıyla evlenir. Kadın üzülür, kahrolur. İhanet etmiş bir adamın masum çocuğunu rahminde taşımanın çaresizliğiyle kıvranır. Nerelere gideceğini bilemez. Hangi anne çocuğunu kaybetmek ister ama o adamı hatırlatan çocuğu görmektense düşük yapmak ister.
 
Benim halim daha farklıydı. Zerrin’e kimselere inanmadığım kadar inanmıştım. Değil mi ki bu işin içinde güzel rüyalar vardı. O rüyalardan sonra tamamen ona teslim olmuştum. Kalbimde onun çocuğunu taşıyordum. Doğması için gün sayıyordum. Allah ve Peygamberinin huzurunda yemin ederek söz verdik. Artık çocuğum annesiz doğmayacaktı. Zerrin beni hiç bırakmayacaktı.
 
Beş yıl boyunca bir rüyanın peşinden koştum. O rüyayla hayata tutundum. Hiç kimseyi aldatmamıştım. Kimse de beni aldatmamıştı. Mademki o peygamber rüyası vardı, mademki O’nun adına birbirimize söz vermiştik o halde bu rüya bir gün gerçekleşecek, çocuğumuz dünyaya gelecekti.
 
İnsanın başına sadece korktuğu şeyler gelir. Benim de öyle oldu. Bir gün Zerrin hiç bir şey söylemeden hayatımdan çekip gitti. Evlenme vaadiyle hamile bırakılıp ortada bırakılmış kadın gibi hissettim kendimi. Rahimdeki çocuk için hâlâ bir şans vardır.  Belki düşük olur, belki de doğarken ölür.  Ama kalbinden hamile kalan, kalbinde bir vefasızın çocuğunu taşıyan bir erkek için yani benim için durum hiç de o kadar kolay değildi. Zerrin bebek doğmadan beni öldürmüştü. Kalbimde can, derman kalmamıştı. Ot gibi yaşıyordum. Hiçbir şeyden zevk almıyordum. Hiç sebep yokken vara yoğa ağlıyordum. Yaşadığım bir iç darbeydi, anlıyordum.
 
7
Aşk terk etmektir
 
Onu kimseleri sevmediğim kadar seviyordum. Hatta ondan başka hiçbir şeyi sevmiyordum. Sadece onu ve sevdiklerini seviyordum. Aşk terk etmekti. Ben onun sevgisi hürmetine sevdiklerimden vazgeçmiştim. Birçok insanı, birçok zevkimi terk etmiştim. Onun düşmanlarını düşman, dostlarını dost bilmiştim.
 
Artık iş yerine nadir uğruyordum. Bir gün uğradığımda o büyük şokla karşılaştım. Zerrin’le olan ilişkimi biri hissetmiş, herkese yaymış. Bense hiçbir şeyden habersiz kendi dünyama çekilmiş, sonu gelmez güzel bir rüyayı yaşıyordum.
 
Bu işler böyledir. Aşk nezle gibidir. Ne kadar saklarsan sakla nezleyi burun akıntısı, aşkı gözyaşı ele verir. Zerrin zaman zaman bizim işyerine geliyordu. Bir bahaneyle yanıma uğruyordu. Ne kadar çabalarsam çabalayayım ona herhangi biri gibi davranamıyordum. Sürekli açıklar veriyordum. Durduk yere heyecanlanıyordum. Her yerim yaprak gibi titriyordu. Sesim azaldıkça azalıyor, içime kaçıyordu.  Ne söyleyeceğimi, ne edeceğimi bilemiyordum.
 
İşin geleceği son nokta buydu. Ama ben çok acemiydim, olayın bu noktaya geleceğini hiç tahmin etmemiştim.
 
Gerçek şu ki mesai arkadaşlarım hem bana hem de ona güveniyordu. Aramızda duygusal bir ilişki olduğunu bilmekle beraber bunun asla bedensel bir hazza dönüşmeyeceğini de biliyorlardı. Yine de iki insan arasındaki bu ilişkiyi bu aşamada adlandırmakta ve olumlamakta zorlanıyorlardı.
 
Kader ağlarını örmüştü. İradelerimiz elimizden alınmıştı. Allah bizi imtihan edecekti. Bütün dünya toplansa bunu engelleyemeyecekti. Bütün dünya bu ilişkiyi bir gün öğrenecekti. İş yerine geldiğim o gün bu gündü. Bütün dünya değil ama şimdilik bütün mesai arkadaşlarım bunu öğrenmişti.
 
Bu hayatımın en büyük şokuydu. Tek kelimeyle yıkılmıştım. İlk kez böyle bir şey yaşıyordum. Ne edeceğimi, ne diyeceğimi, nereye gideceğimi bilemiyordum.  İnsan kendine yapılanı affeder de sevdiklerine yapılanı affedemez. O gün ilk defa insanların niçin cinayet işlediğini anladım. Bu dedikoduyu yayanı öldürmek istiyordum. Buna çanak tutanların,  arkamızdan önümüzden konuşanların hepsini temizlemek istiyordum. Bağırıp çağırmak, küfretmek, dünyayı başlarına yıkmak, hepsini cayır cayır yakmak istiyordum. Hâlbuki ben hayatım boyunca hiç küfretmemiştim. Kimsenin kalbini kırmamıştım. Kimseyle kavga etmemiştim. Aşkın beni bu kadar uçuruma sürükleyebileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. 
 
Utanç ve öfke karışımı bir duyguyla debeleniyordum. Kimsenin yüzüne bakamıyordum. Birkaç hin dışında herkesin merhametli gözlerle beni süzdüğünü de hissediyordum.  İyice tadım kaçmıştı. Evimden sonra iş yerim de başıma yıkılmıştı. Artık işte de, evde de duramazdım. İşten ayrıldım. Eşimin olmadığı bir saatte eve uğradım. Bir süre şehir dışında olacağımı, beni aramaması gerektiğini belirten bir not yazdıktan sonra birkaç parça kıyafet alıp çıktım.
  
8
Sessiz Gemi
 
Eşim bana güveniyordu. Kendinden yavaş yavaş uzaklaştığımın farkındaydı. Tekrar kazanmak için çok gayret ediyordu ama kalbim artık ona gitmiyordu. Bunu hak etmiyordu. Ona acıyordum. Bu acıyı ona ve çocuklarıma yaşattığım için kendime kızıyordum. Fakat geri de dönemiyordum.
 
Bir çatışma arasında kalmışım. Taraf değildim ama ortada kalırsam ölecektim. O panikle bir tarafa sürüklendim. Eşimden kopmuş, karşı tarafa doğru yol alıyordum. Ruhumda başlayan uzaklaşma boşanmayla sonuçlanacaktı. Üç yaşındaki kızımın, beş yaşındaki oğlumun olanlardan haberi yoktu. Ama ben artık aile yükü taşıyamayacaktım.
 
Zerrin’e elim bile dokunmadı. O bu duruma çok şaşıyordu. Sen nasıl erkeksin, ben sana kendimi teslim ettiğim halde elini bile sürmüyorsun, diyordu. Ben aşkı kirletmem, evlenince dokunurum, deyip geri çekiliyordum. Öte yandan ona sarılmanın, kalbine dokunmanın umuduyla yanıp tutuşuyordum.
 
Kendimi korumaya almıştım. Bu beden onun mülküydü, ondan başkası giremezdi. Ben onundum ve bana ondan başkası dokunamazdı. Vefasızlık ve sadakatsizlik edeceğim korkusuyla kızıma, anneme, halama, teyzeme bile sarılmıyordum. 
 
İnsanlardan hep uzak duruyordum. Zamanla bu durum erkeklere karşı da oluştu. Onlara bile uzaktan merhaba deyip geri çekiliyordum. Bana ne olduğunu bir türlü anlamıyordum.  Vücudum elektrik yayıyordu. Biri bana dokunsa ateş alıyordum.
 
Kızım, annem, ablam, halam, akraba hanımlar bir tarafa en zoru eşimdi. Başkasını severken eşimle yan yana olmayı vicdanıma da, kalbime de yediremiyordum. Yedi yıl aynı yastığa baş koyduğum eşimin yanında başka bir kadının hayaliyle uyumak, rüyalarıyla uyanmak bana ağır geliyordu. Bir eşe yapılacak en büyük zulümdü.
 
Kendime gâh kızıyordum, gâh küsüyordum. Kendimi bazen kızımın yerine koyuyordum. Senin masum kızını eşi bırakıp gitse mutlu olur muydun, diyor,  evime dönmek istiyordum. Sonra oğlum aklıma geliyordu. Eşinden başkasını seven, eşine de, kendine de, çocuklarına da faydası olmayan kocanın evliliğini devam ettirmesi ne kadar doğru, bu zulme ve acılara nereye kadar dayanabilir, diyor Zerrin’e doğru yürüyordum.
 
Ayaklarım bir tarafa ellerim başka tarafa gidiyordu. Kalbim bir tarafa, aklım başka tarafa çekiyordu. Fırtınaya kapılmış gemi gibi kayalara, insanlara çarpa ilerliyordum. Sığınılacak huzur, güven ve aşk dolu liman arıyordum. Bir sessiz gemiydim. Fırtınaya teslim olmuştum. Hemşerilerim Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve annesi Celile Hanım yanımda yalpalıyordu. Dünya üstüme üstüme geliyordu. Yahya Kemal’in Celile Hanımdan ayrılırken söylediği Sessiz Gemi şiiri kalbime kalbime çarpıyordu. Mısralar yerli yersiz alıp başını gidiyordu, ben arkalarından bakakalıyordum.
 
Bir tufandan geçiyordum. Yağmur şiddetini artırıyordu. Gece karardıkça kararıyordu. Ardımda bıraktığım bir kadın ve iki çocuğun gözyaşları denize ve yağmura karışıyordu. Eşimin ve çocuklarımın sesleri mısralara dönüşüyordu. Birçok gidenlerin her biri memnun ki yerinden, birçok seneler geçti dönen yok seferinden, diyordu. Hayır, memnun değildim. Ama birçok seneler geçecek, yine de dönemeyecektim. Tercihimi yapmıştım. Ben artık sadece Zerrin’in olacaktım.
 
Hemşerim Sabahattin Ali aklıma geliyordu. Havran’da zeytin ağaçları arasında çaresizce koşuşturan Kuyucaklı Yusuf’u düşünüyordum. Yusuf sevdiğini bu batık dünyadan kurtarmak için kucaklamış, atına atlamış, dağlara doğru uçarcasına gidiyordu. Ben gâh zindanda Yusuf peygamber gâh Havran ovasında Kuyucaklı Yusuf’tum. Zerrin’i bu yalan dünyadan kurtaracaktım. Gönül sarayıma sultan yapacaktım.
 
Yağmur hızını artırmıştı. Otobüs durağına sığındım. Biraz soluklandım. Zerrin’i aradım. Bu böyle olmayacak, gidelim buralardan, dedim. Kalbimizdeki sevgi kurumadan, yağmur durmadan, deniz durulmadan, daha fazla yıpranmadan ve yıpratmadan gidelim buralardan. Gümülcine’ye, dedelerimizin topraklarına gidelim. Oralarda bizi kimse bulamaz. Kendimize yeni bir hayat kurarız. Kendi halimizde yaşar gideriz. Oralar uzak, ben annemleri özlerim, diyorsan Havran’a gidelim, sık sık Bursa’ya geliriz…
 
Zerrin susuyordu. Evet de, hayır da demiyordu. Çıldırtıcı bir suskunluğu solukluyordu. Bir süre sonra ‘zor…’ dedi. Bu söz buzdağı gibi üstüme çöktü. Yağmur kara dönüştü. Üşümeye başladım. Sesim titredi, ağlamaya başladım. Gözyaşlarım kartopu oldu, yanaklarımdan dudaklarıma yuvarlandı. Sesim kar ve kan karışımı oldu. “Hani bana Sevgili (sav) üzerine yeminle söz vermiştin. Bedeli ne olursa olsun benimle gelecektin…”
 
Dudakları buz tutmuş olmalıydı. Tek bir söz çıkmıyordu.  Hızımı alamadım. Gecenin koynunda haykırdım. “Bir zamanlar seni bırakacağımdan korkuyordun. Bu kadar güzel dualarımız ve rüyalarımız var, beni bırakma diye yalvarıyordun. Ben seni bırakmadım o dualar ve rüyalar hürmetine.  Ama sen bırakıyorsun. Keşke o rüyaları anlatmasaydın. Onlar olmasaydı sana bu kadar bağlanmazdım…” diyordum. Susuyordu. Az sonra da telefonu kapattı. Bir daha da hiç açmadı.
 
9
Yetim çocuklar gibi ortada kalmıştım
 
Balkan Savaşında Gümülcine’de Rum çeteler evlere baskın yapınca dedem şehit olmuş. Babam ateş ortasında kalmış. Babaannem can havliyle babamı kucaklayıp kaçmış. Birlikte Bursa’ya gelmişler. Babam yetim kalmış. Yıllarca o günü unutamamış.  Bende babam gibi yetim kalmıştım. Babamı Rum Çeteleri, beni Zerrin yetim bırakmıştı. Yetim çocuklar gibi ortada kalmıştım. Güzelim yuvam yıkılmıştı. Dünyalar iyisi eşimin kalbini kırmış, geride bırakmıştım. Dünyalar güzeli sevgilim kalbimi kırmış beni yarı yolda bırakmıştı.
 
Bir ateş fırtınası tutmuştu beni. Yüreğim Selanik gibi yanıyordu. Bursa alev alev üzerime yağıyordu. Sesim gecenin içinde kılıç gibi parlıyordu. Başımın içinde davullar çalıyordu. Çalın davulları çaydan aşaya aman aman diyordum.
 
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşaya
Koyun sularımı kazan dolunca aman
 
Aman ölüm, zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür Zerrin’e ver
 
 
Bursa içinde selam okunur
Selamın sedası bre dostlar cana dokunur
 
Gelin olanlara kına yakılır
İhanete uğramışlara ağıt yakılır
 
 
 
Bursa, Bursa viran olasın
Taşını, toprağını seller alsın
Sen de benim gibi yarsız kalasın

Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür Zerrin’e ver…
 
Arda Boylarındaki Halime gibiydim. Bursa Boylarında kendimden geçmiştim. Halime’yi annesi, beni Zerrin yakmıştı. Annemin sesi kulaklarımda bir uğultu gibi dolaşıyor, beni dağlara çağırıyordu. Halime’yi annesi Recep’ten koparıp İsmail’e vermişti. Recep dayanamamış genç yaşta bir serçe gibi kendini Arda Irmağına atmıştı. Zerrin beni yarı yolda bırakmıştı. Genç yaşta ateşlere atmıştı. Dünya uykusuna daha fazla dayanamamıştı. İçimde sonsuz bir uykuya dalmıştı. Uyansın, bana dönsün, istiyordum.
 
Uyan Zerrin’im uyan senin olayım 
Bursalar aldı ya nerde bulayım 
 
 
 
Bursa boylarına ben kendim gittim 
Dalgalar vurdukça can teslim ettim 
 
Ah Zerrin’im, ah Zerrin’im yaktın ya beni 
Şu genç yaşta denizlere attın ya beni… 
 
Ne yapacağımı bilemiyordum. Dünyaya kapılarımı kapatmıştım. Tanıdık numaraları açmıyordum. Bilinmeyen bir numara aradığında kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu,  ‘İşte nihayet Zerrin arıyor’ diyordum.  Ne var ki her seferinde yanlış numara çıkıyordu, umudumu erteliyordu.
 
Bir yıl kadar sonra Zerrin’in Edirne’ye taşındığını duydum.  Artık Bursa benim için iyice çekilmez olmuştu. Bir yandan da seviniyordum. Çünkü artık sokaklarda onu göremeyeceğimden emindim. Onu başka erkeğin yanında görüp de kalpten gitme korkusu kalmamıştı.
 
Kendimi ölüme hazırlıyordum.  Osmanelili Sezai Amcanın da dediği gibi kadere teslim olacak, artık yavaş yavaş ölecektim.  Aşktan ölecek sonra da aşkla dirilecektim. Ölümden medet umduğum doğruydu da dirilmekten umudum kalmamıştı. Umurumda da değildi.
 
Artık gözümde ne cennet sevgisi ne de cehennem korkusu vardı. Allah biliyor, kuldan neye saklayayım, Allah’ı eskisi kadar sevmiyordum. Cennete gidersem de kimseyle görüşmeme kararı almıştım. Orada da yalnız yaşayacaktım. Oğuz Atay oradaysa beni takıma kazandırmaya çalışacaktır ama ben artık Atay’a, rüyalara, insanlara hele kadınlara hiç ama hiç inanmıyordum. Onlar Allah’a inansalar da artık ben onlara inanmıyordum. Ne dünyada, ne de ahirette görmek istemiyordum.
 
Küçükken babam benim için çok endişe edermiş. Bu sabi (çocuk) büyüdığında (büyüdüğünde) ayyaşın, serserinin teki olcak deye korkarım bea, dermiş. Hal ve gidişat öyleydi gerçekten. Kırklareli’ye yatılı okula gidince namaza başladım. Dünün solcusu bu günün namazcısı olmuştu. Yazın Bursa’ya döndüğümde herkes şoktaydı. En çok annem şaşkındı. Mustafa Kemal’e özendiği için adımı ‘Mıstafa’ koymuştu. Paşam, diye diye severdi beni. Mustafa Kemal kadar olmasa da saçlarım küçükken sarıydı. Abim Cevat Prekazi ‘altınbaş Mıstafa’ diye alay ederdi benimle. Ama Mıstafa’ya bir haller olmuştu işte.
 
O günden sonra namazı bırakmadım. Eşim Zarife’yle tanıştıktan sonra da hayatımda çok değişiklik olmadı. Aşk ağrıları çekmedim. Benim olması için dualar falan etmedim. İnsanın yaşı kemale erer, işini gücünü kurar, evlenirdi. İnsan âşık olduğu için değil herkes evlendiği için sırası gelince evlenirdi. İşte o kaaa. Benimkisi böyle bir evlilikti. Anlayacağın sıradan ama mutlu bir evliliğim vardı.
 
Ne nişanlıyken ne de evliyken Zarife aklıma gelmezdi. Onu kadınlarla değil de kitaplarla ve gitarla aldatırdım. Şiirler, romanlar okurdum. Şiirlerimi şarkı yapardım. Otuzüç yaşında yani bizim Mustafa’nın İsa Peygambere yükseldiği yaşta Zerrin’le karşılaşana kadar böyle devam etti. Farkında değildim ama Zerrin, Rabbimin gölgesi olmuştu. Zerrin’in her yanında, her hâlinde Rabbimi görüyordum. Ona olan sevgim çoğaldıkça Allah’a da çoğaldı. Zerrin’in vefasızlığından sonra yavaş yavaş Zerrin’e de, Allah’a da sevgim azaldı.  Zerrin’se bana nasıl bir kötülük yaptığının farkında değildi. Eşimden sonra Rabbimin sevgisini de kalbimde kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydım.
 
10
Mustafa ölmek istiyor
 
Zerrin mutsuzdu. Bataklıktaydı. Ayrılmak istiyor ama eşi bırakmıyordu. Beni görünce çok etkilenmişti. Nihayetinde dedelerinin topraklarındandı tohumum.  Karşıdakine güven ve huzur veriyordum. Yakışıklı değildim belki ama zariftim, kimseyi kırmıyordum. Oysa eşi kaba, saba biriymiş, anlayışsızın tekiymiş. Nişanlılık döneminde hayatına başka bir erkeğin girdiğini bilmesine rağmen Zerrin’i bırakmamış. Ben başkaymışım, melekmişim, çok anlayışlıymışım. Dünyada emsali olmayan birisiymişim. Onun Hz Mustafa’sıymışım (sav), o da benim Hz. Hatice’mmiş falan filan…   
 
Ben bunlara inandım Can. Zerrin eşimden sonra görüştüğüm ikinci kadındı. Ben hayatın da, kadının da acemisiydim. Oysa o bana göre çok tecrübeliymiş, bunu iş işten geçtikten sonra anlayacaktım. 
 
Zerrin huzursuzdu.  Beni kaybetmekten korkuyordu. Defalarca beni bırakma, diye yalvardı. Evime, işyerime telefonlar etti, mesajlar gönderdi. Hediyeler aldı. Şiir defteri aldı. Buna aşkımızı anlatan şiirler yaz, dedi. Yüzük ve toka verdi. Bu yüzükle birbirimize bağlanalım, bu toka gibi birbirimizi toparlayalım, hiç ayrılmayalım…
 
Onu tutup kaldırmam için o kadar yalvardı ki. Ben de elimi uzattım. Onu seviyordum. Onunla mutluydum. Bedeli ne olursa olsun onu bu bataklıktan kurtaracaktım.
 
Güzel kul olursam Rabbimin bana Zerrin’i vereceğini umuyordum. Hemen her gece teheccüd namazı kılıyordum. Zamanla duha ve evvabine de başladım. Saatlerce dualar ediyordum. Pazartesi günleri oruç tutalım, dualarımız çabuk kabul olur, deyince namazlara oruçları da ekledim. Orucu tutunca, kendimi tutamıyordum.  Kar, kış, yağmur, çamur demeden sabah namazına Ulu Camiye koşuyordum.  Son telefon görüşmemize kadar böyle devam etti. O gün “zor” dedi. Ondan sonra her şey bana zor gelmeye başladı.
 
Önce teheccüd namazlarını bıraktım. Arkasından duha ve evvabin geldi. Bir zaman sonra da pazartesi oruçları tedavülden kalktı. Her geçen gün Rabbimden uzaklaşıyordum. Nihayet namazların sünnetlerini terk ettim, farzlarla idare ettim. Cumalara da nadir gidiyordum. Ulu Camiinin yanından bile geçmiyordum. Zerrin aklıma gelir, yollarda dökülür kalırım, diye korkuyordum.
 
Zerrin’den başkasını duymak istemiyordum. Sessizliğe alışmıştım, artık kimseyi kaldıramıyordum. Evden hiç çıkmıyordum.  Sessizlik çıldırtıcı olunca kendimi dağlara vuruyordum.
 
İntihara anlam vermezdim. Değil mi ki Allah ne yazıyorsa o olurdu. Ol deyince olur, öl deyince ölünürdü. Hayatı bu kadar ciddiye almanın anlamı yoktu. Üç günlük dünyada her türlü acıya sabretmeliydik, nasılsa bir gün acı geçecekti, biz de dünyadan geçip gidecektik.
 
Vergi dairesinde çalışan arkadaşımın evli bir hanım olan İlay’la gönül bağı olmuştu. İlişki kadının kocası tarafından öğrenilince boşamıştı. Arkadaşım kadına sahip çıkmadığı gibi evliliğini sürdürmüştü. Kadın çok sarsılmıştı. Yuvasının yıkıldığına mı, çocuğundan ayrı kaldığına mı, uğruna canını vereceği sevdiği adamın vefasızlığına mı üzülsün…  Daha fazla dayanamamış, bir gece ipi boynuna geçirivermişti. Arkadaşım ah almıştı bir kere. Bir süre sonra eşi de onu boşadı. İnsan bazen hayatı kendine zehir ediyordu. Cennet gibi bir hayat yaşayacakken herkese dünyayı cehennem ediyordu. Arkadaşıma kızıyordum. Ama en çok da o kadına kızıyordum. Acısına saygı duyuyordum ama seni yarı yolda bırakan biri için intihar etmeye değer mi hiç, diyordum.  
 
İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar inanırsa inansın bildikleri de, inandıkları da bir yere kadar. Düşenin halinden düşen anlıyor. Öyle bir zaman geliyor,  işin içinden çıkamıyorsun. Ne kadar güçlü olursan ol zayıflıyorsun. İçindeki aciz kadın uyanıyor. Bildiklerin yetmiyor, beklenmedik bir anda, beklenmedik tepkiler veriyorsun.  Zerrin’le son kez görüştüğüm o gün benim için sonun başlangıcı oldu. Vefasızlığı, yeminle verdiği sözü tutmaması beni yıktı.  Vefa ve vefat ikiz kardeştir. Vefa gidince ruh gider, ölüm gelir, vefat edilir. Silah insanı bir anda, vefasızlık yavaş yavaş öldürür. Bu şekilde uzun süre yaşayamayacaktım. Böyle gün gün azalmayı kaldıramayacaktım.  
 
Stefan Zweig ve eşi birbirini çok seviyordu. Öbür dünyada da birlikte olmak için birlikte intihar ettiler. Mudanya’da bizim durumumuzdaki bir kadın ve erkek imkânsız aşktan birlikte yan yana intihar etmişlerdi.  Zerrin’le ben Zweigler ve Mudanyalı çift gibi birbirimizi seviyoruz zannediyordum. Zerrin “zor” dediğinde Wirginia Wolf, Zweingler ve Mudanyalılar gibi o an intihar etmek istedim. Zerrin yanımda yoktu. Üstelik iki çocuğum vardı. Onların gözyaşlarını ve yaşayacakları zorlukları düşününce vazgeçtim. Demek ki intihar eden İlay ve Wirginia kadar cesur değildim. Ne var ki üzerimdeki yük, kalbimdeki ağrı her geçen gün artıyordu. Kendimi de, dünyayı da taşıyamıyordum. Tek kelimeyle sürükleniyordum. Bir zaman sonra kalp spazmları oluştu, teklemeye başladım. Mide ağrıları yerli yersiz yokluyordu, olduğum yere kıvrılıyordum.
 
Hiçbir şeyden zevk alamıyordum.  Zerrin’le de, Zerrin’siz de yapamıyordum. Bu vefasızlığı kaldıramıyordum. Artık intiharı daha çok düşünüyordum. Bazen iyice kafama koyuyordum. Yüksek kayalıklardan kendimi aşağı bırakmak istiyordum. Onlarca metre yüksekten Yusuf’un kuyusuna atlar gibi atlamak istiyordum. Yine çocuklarım aklıma geliyor, vazgeçiyordum. Defalarca denedim ama başaramadım. Her seferinde uçurumdan aşağıya iniyordum.  Her denemeden sonra eve geliyor, secdeye kapanıp yalvarıyordum. “Rabbim ben bu yükü kaldıramıyorum. Bu secdem son secdem olsun, canımı alıver” diyordum…
 
Artık yaşamıyor gibi yaşıyordum. Zerrin candı, canandı. Canım çekiliyordu. Can çekişiyordum.  Her geçen gün yaşam ışığım azalıyordu. Zerrin dünyaydı ve dünya üzerime çökmüştü. Başımı kaldıramıyordum. Zerrin içimde öldükçe ölüyordu. Ben ölüyordum. Zerrin yüzünden yerin merkezi gibi gün gün bütün insanlardan en çok da kadınlardan soğuyordum. Kimseye inanmıyordum, güvenmiyordum. Sezai Karakoç hallerimi görse ‘benden daha ağır aşk acısı çekenler varmış” diye oturup ağlayacaktı, biliyordum.  
 
Beni yaşama bağlayan bir neden kalmamıştı. Fakat yakınlarım çivi çiviyi söker, evlen, yaşama bağlan, çocuklarının sana ihtiyacı var, diyordu. Ama ben ne eşime ne de başka bir kadına inanmıyordum, güvenmiyordum. Kimseleri sevemiyordum. İnsan sevmediğiyle yaşar da güvenmediğiyle yaşayamaz. Ben eşim de dâhil kimseye güvenemiyordum, dolayısıyla sevemiyordum.
 
Aslan yaralanınca daha da saldırganlaşır. O güne kadar anlam veremediğim bir şey daha benim için çözülmüştü. Erkeklerin hele evli erkeklerin neden başka kadınların peşinden koştuğunu anlayamazdım. Eşin neyine yetmiyor be nankör adam, derdim. O günlerde duyduğum bir haber beni tek kelimeyle darmadağın etmişti. Zerrin eski eşiyle tekrar birleşmişti. Beni eşimden koparıp ortada bıraktığı yetmiyormuş gibi bir de eski düzene dönmüştü.  O an neler yaşadığımı bir Allah, bir ben, bir de Seyhan abla bilirdi.
 
Seyhan Abla Sinopluydu. Güzel bir kadındı. Sabri abiyle fırtınalı bir aşktan sonra evlenmişti. Mutlu bir evliliği, beş tane de çocuğu vardı. Nasıl olduysa oldu bir gün Sabri abi Seyhan abladan her bakımdan düşük bir kadına kapıldı. O mu kadına takıldı, kadın mı onu peşine taktı bilmiyorum ama sonuçta Sabri abi Seyhan ablayı bırakıp bu kadınla evlendi. Bir gün Seyhan ablanın gönlündeki kırgınlığı gidermesi, biraz nefes alması için Emir Sultan’a götürdüm. Dualar etti, biraz serinledi, kendine geldi. Dünya yükünü üzerinden atmış gibiydi. Kalbi kıvama ermiş olmalı ki ‘çıkalım’ dedi. Ayaklandık. Sesindeki yük azalmış gibiydi. Herhalde kalbi ayar tuttu, ütü tutar artık bu yürek, dedim kendi kendime. Türbe avlusundan tam çıkmıştık ki hiç de beklemediğimiz bir manzarayla karşılaştık. Sabri abi yeni eşiyle karşımızdaydı. Kucaklarında bir de çocuk vardı. Yıkılsın Bursa, viran olsun dünya… Bu Seyhan abla için sonun başlangıcı olacaktı. Çıldırdı, kendini kahretti. Darmadağın oldu. Yaralı bir güvercin gibi yere çöktü. Bir daha da kalkamadı.
 
Ben Seyhan abla gibi yaralı bir güvercindim artık. Kanımın tükenmesini bekliyordum. Bir gece kanlı bir rüya gördüm. Boş bir kabrin başındaydım. Kundak çağındaki bir bebek kefenlenmiş toprakta yatıyordu. Ben ağlaya ağlaya Cevşen okuyordum. Uyandım. Ağlamaya devam ettim. Çünkü o boş mezarın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum. Sabah öyle bir şeyle karşılaşacaktım ki o boş mezar benim mezarım olacaktı.  Zerrin kundaktan kefen biçecek, canlı canlı beni mezara koyacaktı. 
 
Sabah oldu. Güneşle birlikte içimdeki sıkıntı da yükseliyordu. Zor, dediği o telefon görüşmesinden sonra onu hiç görmemiştim. Bu gün zor olan gerçekleşecek ve görecektim. Rüyamdan kopup gelen bir ses bana bunu haykırıyordu. Kadere teslim olmuştum. İş ölüm ilmühaberimi almaya kalmıştı. Onu da aldıracak kimsem yoktu. Bu duygularla dalgın şekilde yürürü yürüye Emir Sultan Türbesinin avlu kapısına gelmişim. Gayr-i iradi başımı kaldırdığımda üç kişi karşımdaydı. Biri Zerrin’di. Yüzünde ölüm ilmühaberim, kucağında bir bebek ve yanında bir adam vardı.  Ben Seyhan ablaya dönmüştüm. Başım dönüyordu. Beynimde kan, kalbimde can kalmamıştı. Yıkılıp kalmıştım. Gayr-i iradi dudaklarımdan bir çift söz döküldü: Seni sırat köprüsünde bekliyorum…
 
O sözler dünyaya ait son sözlerim oldu. Artık seninle konuşmayacağım dünya, deyip sustum. Dün gece sen arayana kadar bu hâl devam etti.
 
11
İnsan yeniden sevebilir mi
İnsan bir daha ölebilir mi
 
Zerrin’in eski eşiyle tekrar birleştiğini duyunca hayata sıfırdan başlamak istedim. Zerrin’den çok daha güzel, çok daha iyi, çok daha sadık, çok daha Allah’a bağlı (çünkü Zerrin gibi bana ihanet etmesinden korkuyordum. Allah’a sadık olursa belki bana daha da sadık olur, diyordum.) tertemiz bir kız bulup evlenmek istedim. Bir gün böyle bir kızı uzaktan gördüm. İşte bu olabilir, beni dünyada da, ahirette de mutlu edebilir, dedim. O arzuyla biraz yaklaştım. Ne kadar da Zerrin’e benziyordu. Sonra üzerinde Osmaneli yazan bir otobüs önünde durdu. Binip gitti. Kızın Zerrin’e benzediği yetmiyormuş gibi bir de Zerrin’in bir dönem ailesiyle yaşadığı Osmaneli’den olduğu ortaya çıkmıştı. Belki de akrabasıydı. O an bir daha anladım ki ben ne yaparsam yapayım bende bütün yollar Zerrin’e çıkacaktı. Zerrin’i sonsuza kadar unutamayacaktım. O halde başka bir kadının hayatıyla ve aşkıyla oynamamalıydım. Kalbime alamayacağım birini yatağıma da almamalıydım. Yatağıma alarak onun hayatını da, kalbimi de kabre çevirmemeliydim.
 
Evlenmekten vazgeçmiştim ama çok daha ağır yara almıştım. Öfke ve kıskançlık sarmalında gidip geliyordum. Kalbimi iptal edip nefsimle yaşamak istiyordum artık. Nerde akşam, orda sabah; bir gün Leyla, bir gün Mevla. Ama biliyordum ki kalbimin bir yerinde Mevla varken Leylaların bedenlerine dokunamazdım. Mevla’dan korkuyordum ama yine de Leylaların bedenlerini istiyordum. Fakat bir zaman sonra başı haz, sonu hüzün olan bir lezzetin bende büyük bir yıkım oluşturacağını hissediyor, vazgeçiyordum. O gün bir daha anladım ki hiçbir erkek sevdiğini aldatmaz. Sadece vefasızlığa uğrayanlar, aldatılanlar ve değer verilmeyenler aldatır. Etrafımdaki bataklığa batmış erkeklere o gözle baktığımda anladım ki vefasızlığa uğramasalardı, Zerrin gibi biriyle karşılaşmasalardı bunları yapmazlardı. Başka kadınlarla birlikte olmazlardı.
 
Herkesi ayağa kaldıran biri olduğu gibi bataklığa saplayan biri de vardır. Zerrin benim bataklığım oldu. Gün geçtikçe beni içine çekiyordu. Kurtulmak istedikçe daha da batıyordum. Halim Yusuf peygamberin hikâyesine nasıl da benziyordu. Yusuf gibi gâh kuyuda, gâh zindandaydım. Kurtaracak birini bekliyordum.
 
Züleyha’nın sarayındaki hizmetçi Yusuf neyse ben de Zerrin’in gönül sarayında oydum.  Gençtim, yakışıklıydım, kibardım, naziktim. Oturup kalkmasını, sevmesini, saymasını, gitar çalmasını, şarkı söylemesini, düğünde oynamasını, cenazede ağlamasını bilirdim.  Zerrin Züleyha bana göz koymuştu. Benden hevesini almak istiyordu. Yusuf’un Züleyha’ya aktığı gibi benim de kalbim Zerrin’e akmıştı ama çok şükür nefsim yerli yerindeydi.  Beni kendine, nefsine çekmek için çok uğraşmıştı. Bense bir süre kaçmıştım. Yusuf kaçarken Züleyha gömleğini yırtmıştı. Yusuf’un gömleği, benim kalbim yırtılmıştı. Gömlek tekrar dikilirdi ama kalp öyle miydi.
 
Zerrin’le olan ilişkim iş yerinde duyulmuştu. Bir süre sonra da onun akraba çevresinden bazıları da duymuştu. Zerrin gördüğü rüyalara kadar her şeyi inkâr etmiş. Ben güya onun peşinden koşmuşum. Onun bana meyli de, e-maili de yokmuş falan filan. Bunları duyunca daha çok üzüldüm. Son yıllarda onun yüzünden o kadar çok üzülmüştüm ki artık üzülmeye mecalim kalmadı sanıyordum. Hâlbuki bir zamanlar can bildiğin her gün bir canını alıp öldürüyormuş, gün gün yok ediyormuş seni.  Ben o peygamber rüyaları hürmetine onu Hz Hatice (ra) gibi tertemiz hayal ederken, o Züleyha gibi bir de yalan ve iftiraya bulaşmıştı. Dün ‘senin için ölürüm’ dediği Mustafa’yı o gün öldürmeye kalkmıştı. Züleyha, sultan kocası ve saraydaki herkes biliyordu ki Yusuf suçsuzdu ama Züleyha’nın saray oyunlarıyla aklanması gerekiyordu. Yusuf zindana atılırsa olayın üstü örtülecekti. Züleyha ve kocası da öyle yaptı. Elbirliği yapıp Yusuf’u zindana attılar. Herkes biliyordu ki ben Yusuf gibi temizdim. Zerrin iftira atıyordu. Beni hayatına o çekmişti. Sonra da ortada bırakmıştı.
 
Senin yalan söyleyen bir sevgilin oldu mu Cemal Süreya.
Benim oldu, öldüm. Olmadan öldüm. Üzüle üzüle öldüm.
 
Züleyha gibi bir sevdiğin varsa Yusuf olmaya hazırlan. Yusuf’san kuyulara, zindanlara nihayet saraylara hazırlan. Zerrin Züleyha’lık edince bana Yusuf’luk düşmüştü. Aylarca aşkın Yusuf kuyusunda yaşadıktan sonra bu sefer Zerrin’in, sevdiğimin iftirasıyla zindana düşmüştüm. Neye üzüleceğimi bilemiyordum. Zindana düştüğüme mi, Züleyha’mın iftirasına mı, Züleyha’mın sarayda sultanla yaşamaya devam etmesine mi üzülmeliydim bilemiyordum. Zindanda görüş günü yoktu. Rabbimden başka kimsem yoktu. Rüyalar da olmasa kapımı çalan yoktu. Mustafa Yusuf zindanda, Zerrin Züleyha saraydaydı. Ama ben biliyordum, ben zindanda olsam da sarayda gibiydim. Çünkü saray yavrusu yuvamı yıkmak pahasına da olsa aşka ihanet etmemiştim. Zerrin’in bedeni sarayda da olsa ruhu zindandaydı. Kendine bağlayıp da ortada bıraktığı birinin yuvasını yıkmıştı. Üstelik sonsuza kadar o adam bir başka kadını sevemeyecek, evlenemeyecekti.
 
Bir zaman Yusuf Peygamber, babasına “Babacığım! Ben (rüyada) on bir yıldızla, güneşi ve ayı gördüm; bana secde ediyorlardı” demişti. Babası rüyanın anlamını çözmüştü. Yusuf gönüllerin de, sarayın da sultanı olacaktı. Kardeşlerinin kıskançlığından korktuğu için uyarma ihtiyacı duymuştu. “Kardeşlerine rüyanı söyleme, sana zarar verebilirler.” Rüyasını söyleyip söylemediği bilinmez ama kardeşleri kıskançlık kriziyle kuyuya atmaktan geri durmamıştı. O rüya onu kuyuya götürmüştü. Yıllar sonra sarayda Züleyha’nın rüyaları Yusuf’u zindana atacaktı. Çok zaman sonra Mısır Melik’in gördüğü rüya onu zindandan kurtaracak, saraya sultan, kardeşlerine han, Züleyha’ya iki cihanda eş yapacaktı. Rüyalarla kuyuya ve zindana düşen Yusuf yine bir rüya ile dünyaya sultan olacaktı.
 
Zerrin beni zindana atmıştı. Beni kurtaracak bir şeye ihtiyacım vardı. Bana kala kala Rabbim kalmıştı. Zindan evim, Rabbim eşim olmuştu. Rabbimle evlendik. Düğünümüz zindanda oldu. O gece bir kaç arkadaşımla Hz. Mustafa’dan (sav) bahsettik. Mustafa ve Selami abiyle içli içli gözyaşları döktük. Bu beni biraz rahatlatmıştı. Bir köşeye çekildim. Ellerimi açtım, dualar ettim. Allah’ım Hz. Mustafa (sav) ve Mustafa, Selami ve Kenan kulun aşkına bana bir kapı aç, dedim. O gece kapı açıldı. Zindan saraya döndü. Sevgili (sav) rüyalara kadem bastı. Mustafa ve Kenan abiyle hilal şeklini aldık. Sevgiliyi (sav) ayakta karşıladık. Birkaç metre ilerde kadınlar vardı. Ben Sevgilinin (asv) ellerine uzandım. Aşk ve hasretle iki kez öptüm. ‘Ya Resullah, bu akşam bize Selami abi senden bahsetti, bu anı kâinatlara değişmem,’ derken gözyaşları içinde uyandım. Gerçekten de öyleydi, o el öpme anı dünyalara değişilmezdi. 
 
Zerrin’e bir peygamber rüyasıyla bağlanmıştım. O rüya olmasa eşimden başkasına bakmazdım. Zerrin’e duyduğum aşk beni peygamber rüyalarına götürmüştü. Ben peygamber rüyaları görürken o kâbuslar görüyordu. Zerrin attığı iftirayla Züleyha’ya dönmüştü. O benimle peygamber rüyaları görürken başkalarıyla peygamber rüyaları konusunda bile yalan söyleyecek hale gelmişti. Ama Zerrin bunun farkında değildi. İnsanlardan korktuğu kadar Allah ve Hz. Mustafa’dan (sav) korkmuyordu. Allah’a ve Hz. Mustafa’ya (sav) verdiği sözü yerine getirmiyordu.
 
Sevgilinin (sav) elini öpünce hayli rahatladım. O rüyayı hatırladıkça ağladım.  Rabbime biraz daha aşkla bağlandım. Bir nimet vücuda girdikten kırk gün sonra tamamen atılırmış. O rüya kalbime girdikten kırk gün sonra tekrar eski halime dönmeye başladım. Kalbimin tadı kaçmıştı.  Namaz ve duadan eskisi kadar lezzet alamıyordum. Işıklar sönmüştü. Kalbim karardıkça kararıyordu. Göz gözü görmüyordu. Göz gönlü görmüyordu. Kulak kalbi duymuyordu. Zindanın zifiri karanlığı katmerleşiyordu.
 
O gün bu gündür Yusuf zindanındayım. Sen diyeceksin ki, Yusuflar zindana girsin, çile çeksin ki Züleyhalar intibaha gelsin, Yusuf’un çilesini hissetsin, insafa gelsin, suçunu itiraf etsin, Yusuf zindandan kurtulsun. Ben de bunu yıllarca bekledim. Kendim için değil Rabbim için bekledim. Zerrin’i bana vermesi için çok dua etmiştim. Zerrin’in bu halleri beni duadan soğuttu. Rabbimle aramı bozdu. İnancımı azalttı. Hz. Mustafa (sav) dualarının kabul olmamasından Allah’a sığınmış. Değil mi ki dua kabul olmadığında insanın inancı sarsılabilir.  Benim imanın çok zayıftı. Zerrin’in bana dönüşü Rabbimin bana kesin dönüşü gibi olacak, Rabbimle aram düzelecekti.
 
Zerrin bana dönerse ben saraya sultan, Zerrine koca olacaktım. Ne var ki gün geçtikçe Zerrin’den sonra Rabbime inancımı da kaybetmekle karşı karşıya kaldım. Korkmaya başladım. Bu işi bu kadar büyütmemeliydin Mustafa, Leyla ile Mevla bir kalpte aynı olur mu Mustafa, diye kendime ders veriyordum.  Ondan sonra derdim ne Zerrin, ne saray, ne sultanlık oldu. Sadece Rabbimle o eski güzel günlere dönmek istiyordum. Mustafa vefatıyla bana bunu anlattı. Vefatıyla ben yeniden doğdum. Anladım ki asıl olan canı ve sevme hissini veren  Allah’tır. Kundakla geldik, kefenle gideceğiz;  öte dünyaya ne götüreceğiz. Yalnız doğduk, yalnız öleceğiz. Anne rahmindeki gibi kabirde de yalnız olacağız. Dünya zindanından sonra ebedi bir saray var. Dünyada köle de olsak işin sonunda sultanlık var. Sen dün gece beni aradığında ben intihar etmek üzereydim. Artık intihardan da, Zerrinden de vazgeçtim.
 
12
Dünyada bir ağır misafir Mustafa
Dünya misafirliğin bitti Mustafa
Seni ağırlamak ne zordu Mustafa
 
“Mustafa, cemaat Yasinler’i, aşirleri bitirdi. Mevtayı toprağa emanet edecekler, babasına teslim edecekler, kalkalım istersen…”
 
“Kalkalım Can… Kalkabilirsek tabii. Bu günleri de mi görecektik Ya Rabbi. Bak tabutu açıyorlar. Hey bre Mustafa… Kundaktaki halini görmüştüm de bir gün kefenli halini de göreceğim hiç aklıma gelmemişti. Annen bembeyaz kundağa sarmıştı seni. Sonra kalbin bembeyaz bir kundak oldu. Bebekler gibi hep temiz ve masum kaldın. Kefenin de kundağın ve kalbin gibi bembeyaz, tertemiz.  
 
Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm zayi olup gitti. Geride acılar, hüzünler, yorgunluklar,  aldanmışlıklar, aldatılmışlıklar kaldı. Sense kundağını çıkardın, düğüne gider gibi damatlık niyetine kefenini giydin, tabutuna bindin, dostlarına veda eyledin, kabir kapısına vardın.
 
Ben de kabrinin kapısına vardım. Bak dün geceki ağır misafirlerin baban, Emir Sultan ve İsa peygamber avuçlarını açmış seni bekliyor. Han ve Can abin seni babanın kucağına bırakıyor. Şu fıstık ağacın altında annecazın gözyaşları içinde seni babana uğurluyor. Az sonra ağır misafirlerin seni alıp göklere, Hz. Mustafa’ya (sav) ve Hz. Yusuf’a götürecek. Selanik’ten büyük büyük dedelerin, ninelerin seni görmeye gelecek.
 
Yüzün kıbleye çevrildi. Tahtalar üzerine konuldu. Dünyanın tahtası eksildi. Sen dünyanın aklıydın, dünya aklını kaybetti. Dünya Mustafa’sını yitirdi.
 
Can abin küreği aldı. İlk toprağı atıyor. 33 yıllık hatıralarınızın üzerine ölü toprağı serpiyor. Kalbinde kapanmayacak bir yara açılıyor. İçi kan ağlıyor. Gözlerinden zemzem akıyor. Kırk yıldır bir defa gözyaşına şahit olmadığım Can ilk defa ağlıyor. Sen de ağla dünya, ne bakıyorsun aval aval sağa sola.
 
Can’ın gözyaşlarına cisil cisil yağmurlar eşlik ediyor.  Yağmurlu bir bahar sabahı çiğdem tanesi gibi düşmüştün kundağa. Yağmurlu bir sonbahar ikindisinde kuru bir yaprak gibi düştün toprağa.  Baharda geldin sonbaharda gidiyorsun uğurlar ola. Yağmurlarla geldin yağmurlarla gidiyorsun şen ola. Sevinç gözyaşlarıyla geldin hüzün gözyaşlarıyla gidiyorsun rahmet ola.  
 
Mustafa “seçilmiş” demektir. Rabbim, Hz. Mustafa’yı (asm) seçip bu âleme elçi göndermişti. Sen Mustafa’ydın, Hz. Mustafa’ya (sav) layıktın. Onun için Rabbim içimizden en çok seni sevdi. Sevgili olarak seni seçti, yanına aldı. Bu günahkâr Mustafa abin buralarda kaldı. 
 
Bizim çoluğumuz çocuğumuz, evimiz barkımız, malımız mülkümüz, servetimiz saltanatımız vardı. Omuzumuzda bu kadar yumurta küfesi taşıdığımız için elbette bir geçim, onun uzantısı bir de seçim derdimiz vardı.
 
Vermemiz gereken hesaplarımız vardı. Ama hesapları karıştırmıştık. Her zaman işler istediğimiz gibi gitmiyordu. Sağda solda “veremeyeceğimiz hesap yok” diyorduk. Ama biz bile buna inanmıyorduk. Hesapları tutturmak için hesabi davranıyorduk. Yalanlar söylüyor, iftiralar atıyorduk. Hırsızlıkta, yolsuzlukta üzerimize yoktu. Kalpleri çalıyor, yola getirmeye çalıyorduk. Yolumuza taş koymaya kalkarlarsa ahirete yolluyorduk. Şu dünya da hepimiz misafirdik de sadece sen ve senin gibiler ağır misafirdi. Sizin gibileri pek gözümüz tutmuyordu. Yolumuza taş koyacağınızı biliyorduk. Ölseler de kurtulsak, diyorduk.
 
Oysa siz doğruyu söylüyordunuz. Bizse size ve kaderin hükmüne boyun eğmek yerine zoru seçiyorduk. Kusurumuzu itiraf, aczimizi ifade etmiyorduk. Ben seni gönülledim, aldattım, kalbine, bütün varlığına el koydum, sonra da ortada bıraktım, diyemiyorduk. Kusurumuzu itiraf yerine iftirayı seçiyorduk. Değil mi ki dünyaydık, dünyalıydık, Züleyha’ydık, Zerrin’dik, zengindik, güçlüydük, biz hiç kaybetmemiştik.
 
Züleyhaların, Zerrinlerin kol gezdiği dünyada sen Yusuf’tun, İsa’ydın. Senin çoluğun çocuğun, malın mülkün, servetin saltanatın yoktu. Selanik işi seccadeden başka bir şeyin yoktu. Basit bir hayat yaşadın. Dünyadan elini eteğini çektin. Sırtında bizim gibi yumurta küfesi taşımıyordun. Elinde dünyalık niyetine bir sepet, sinende tertemiz bir yürek taşıyordun. Ben aşkı göğsümde bir kurşun gibi taşıyorum; yaşamıyor gibi, yaşamıyor gibi yaşıyorum, diyordun. 
 
Kimselerden korkmuyordun. Çünkü kimseye borcun yoktu. Çünkü kimseye diyet ödemek zorunda değildin. Çünkü kimseyi aldatmamıştın. Çünkü kimseyi umut verip de yarı yolda bırakmamıştın. Çünkü sen Zerrinleri hiç tanımamıştın. Çünkü sen zenginlerle oturup kalkmamıştın. Çünkü sen…
 
Kaybetmekten korkmuyordun.  Çünkü kaybetmekten korkacak kadar kazanmamıştın. Kaybedecek bir dünyalığın yoktu. Rabbinden başka hesap vereceğin kimse yoktu. Onun için hesabi değildin. Hesabi yaşamadın. İnce hesaplar yapmadın. Ne geçim derdin, ne de seçim derdin oldu. Ne Zerrin’in, ne sevdiğin ve ne de eşin oldu. Zerrin gibi vefasız bir eşin olmadığı için “eşsiz” kaldın. Kimseler senin yüce gönlüne erişemedi. Senin de benim gibi bir Zerrin’in olsaydı gönlün bu kadar zengin olamazdı, bunu sen benden daha iyi biliyorsun.
 
Bebek anne rahminde kördür, görmez; sağırdır, işitmez; dilsizdir, konuşmaz. Annesinin göğsü üzerinde örtüdür, görünmez. Ne görür ne de görünür. Kirli bir sudan beslenir. Dünya ile karşılaştırıldığında çöplükte gibidir. Ne gariptir ki yerinden/yaşantısından memnundur. Ayılmak da, ayrılmak da istemez. Rahimden bir pencere açılıp dünya gösterilse dünyanın güzellikleri karşısında hayrete düşecek, bir daha da rahme dönmek istemeyecektir.
 
İnsan âşıkken anne rahminde gibidir. Annenin bebeği örttüğü gibi sevgilisi de onu örter. Sevgili perde olur. İnsan görmez, görünmez; işitmez, işitilmez; konuşmaz, konuşulmaz. Kirli bir su birikintisi içindedir ama kendini deryada sanır. Zindandadır ama kendini sarayda sanır. Çöplüktedir ama kendini cennette sanır. Rahimdedir ama kendini sevdiğinin kalbinde sanır. Bundandır ki bebeğin anne rahminden ayrılmak istemediği gibi aşktan ve sevgiliden ayrılmak istemez. Akla pencere, kalbe kapı, ruha çatı açılsa, dünyayı seyretse işin rengi değişecek, aslına dönecek, kendine gelecek, kendinden geçecektir. Doğadaki sesleri duyacak, renkleri görecek, varlığı hissedecektir. Görecek ve görünecektir. Bir daha eski yerine dönmek istemeyecektir.
 
Senin ölümünde bunları gördüm ben be Mustafa. Ben delicesine dünyaya aşıkmışım. Dilsizmişim, körmüşüm, sağırmışım. Kabirdeymişim de kendimi sevdiğimin kalbinde sanırmışım. Dünyayı kendime kabir yapmışım. Kendimi diri diri toprağa atmışım.  
 
Senin ölümünde kendi ölümümü gördüm. Bir an seni değil de beni gömüyorlar sandım. Topraktan geldik, toprağa gideceğiz. Toprak candır. Ölümün can verdi. Üzerine atılan toprak beni diriltti. Seni örten toprak beni açığa çıkardı. Kalbin toprağın üzerinde kaldı. Senin dünyayla alakan yoktu. Modern zamanlarda organ bağışı diye bir şey çıktı. Ölenin organlarını canlılara bağışlıyorlar. Hâlbuki insan insana sadece canını bağışlayabilir. İnsandan insana sadece kalb kalır.  Senden bana kalbin kaldı. O tertemiz kalbinle bakacağım önüme ve ölüme.  Onunla bakacağım, kurda kuşa, koyuna kuzuya.  
 
Sen İsa peygambere kendini daha yakın hissederdin. Ama Musa diye bir peygamber daha vardı. Bir gün koyuna “Ölüm var, ölüm. Haberin var mı?” deyince hayvancaaz ağzındaki otu bırakmış, bir daha yememiş, içmemiş, açlıktan vefat etmişti. Senin eşin, evladın, koyunun, kuzun yoktu. Gözün arkada kalmadı. Benimse bir koyumum bir kuzum yani iki evladım, yani kalbim var. Senin çoluğun, çocuğun olsaydı Can abin bakardı. Sen gittin, yerini ben aldım. Ben erken ölürsen benim iki kuzuma Can abin bakar, canlarına can katar…”
 
13
Gömün beni Mustafa’nın yanına
 
“Mustafa çok daldın. Herkes gitti. Mustafa’nın üstüne bir kürek toprak da sen atmaz mısın?…”
 
“Atayım Can. Atayım da içimdeki Mustafa’yı dirilteyim.  Geçmişime sünger çekeyim.  Bir Mustafa öldü, başka bir Mustafa dirildi. Kan kardeşin Mustafa gitti, can kardeşin Mustafa geldi.”
 
“Mustafa, kardeşimi toprağa koyarken İsa peygamber geldi aklıma. Bizim Mustafa gibi bekâr yaşamış. Arkasında miras bırakmamış. Benimse iki evladım var, dedim kendi kendime. ‘Bana bir şey olsaydı kardeşim Mustafa evlatlarıma sahip çıkardı. Ama Mustafa benden önce gitti. Artık evlatlarım can kardeşim Mustafa’ya, sana emanet…”
 
“İlahi Can… Aynı şeyleri aynı anda ben de düşünmüştüm. Ben Musa peygamberi düşünüp evlatlarımı sana emanet etmiştim; sen İsa peygamberi düşünüp evlatlarını bana etmişsin. Dostlardan ayrılık olmasa ölüm yol bulup gelemez aramıza. Dostluk da aşka dâhildir. Bu dostluk var oldukça, biz ölmeyeceğiz. İnsanı bir kadın doğurur, ancak bir kadın öldürür. Zerrin beni beş yıl önce öldürmüştü. İnsan topraktan doğmuştur. Herkesi toprağa gömen biri vardır. Zerrin beni toprağa gömdü. Ölmeden önce öldürdü. İnsan dediğin ya olmalı ya da ölmeli. Mustafa ölümüyle bu gün beni diriltti, oldurdu.
 
Zindandaki Yusuf gibi kaderime razı oldum. Artık Zerrin’in iftirasını itiraf etmesini beklemeyeceğim. Son nefesime kadar zindanda kalsam da böyle bir şeyi istemeyeceğim. Hatırlıyor musun? Züleyha suçunu itiraf edince Yusuf zindandan çıkmış, sarayın sultanı ve kendini zindana atan Züleyha’nın kocası olmuştu. Kendini kuyuya atan kardeşlerini de saraya çağırmış, birlikte yaşamaya başlamıştı. Yusuf’u kuyuya atan kardeşler ve zindana atan eş sarayda buluşmuştu. Kuyu ve zindan saray olmuştu. Yusuf için dünya cennete dönmüşken, her istediği olmuşken, her şey yolunda giderken Rabbinden kimsenin beklemediği bir şey istemişti. Rabbim beni huzura al, demişti. Demek asıl olan saray, sultanlık, eş, kardeş değil. Asıl olan insanın kendisi. Ben şimdi kendimi kuyudaki ve zindandaki Yusuf gibi değil, saraydaki Yusuf gibi hissediyorum. Hayata yeniden başlayacağım. Kabristandan çıkar çıkmaz Emir Sultan hazretlerine gideceğim. Emir Sultan ve Sultan anne Hundi Hâtunla yılların özlemini gidereceğim. Zerrin’le ilk tanıştığım günkü gibi dualar edeceğim. Artık evlenmeyeceğim. Kardeşin Mustafa ve İsa Peygamber eşsiz yaşayabilmişse bu kardeşin de eşsiz ve Zerrin’siz yaşayabilir…”  
 
“Mustafa telefonun çalıyor.”
 
“Boş ver. Havamızı bozmayalım.”
 
“Bozmak istemedim ama kaç dakikadır çalıyor. Önemli olmasın…”
 
“Peki bakayım. Tanımadığım bir numara… Hayırdır inşallah… Efendim…”
 
“Benim… Zerrin… Emir Sultan Hazretlerindeyim…”
    
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir