MUSTAFA ORAL
Burgaz Adasından Kalbime Dönerken
Yuşa Lahikası |ÖYKÜ|
Bir aşk kıssasının sırrını çözmek için Burgaz Adasındayım. Gökler kitabının şirazesi denizin kamçılarında duruyorum. Nasırlı yüreğime çarpan rüzgâr, bana bir Gelincik Dağları serinliği veriyor. Dalgalar, Nuh’un gemisi gibi beni aşk tufanlarından kurtarmak için uzun yolculuklara çağırıyor. Bense öylece kumların üzerine oturmuş, ne yapmam gerektiğini, nereye gitmem gerektiğini düşünüyorum.
Uzun yolculuklara çıkacak gücüm yok. Yedeğime alacağım ekmeğim, suyum, tuzum yok. Elmam, armudum yok. Bir tüfek gibi omzuma asacağım şiirlerim, bir hançer gibi belimde taşıyacağım şarkılarım yok. Onun için düşlerimin yankısını kuma çizmeye çalışıyorum. Hayalimi kuma getirip, ruhuma kuma getiriyorum. Buradan, aşkın kum saatinden toprak aşırmaya çalışıyorum. Kalbim eleğe dönmüş, güneşi eliyor, eliyor. Zaman eriyip gidiyor köpük köpük, duman duman. Ardından anılarımın tozundan o saate kum koyuyorum. Sanki ruhum buharlaşıyor. Ruh göçü yaparak, bir anda iki bedende yaşamanın hayalini kuruyorum.
Güneş acı kırmızı rengiyle kendini örten ufukların ardına doğru toynağa kalkmış bir at misali ufuklara doğru koşuyor.
Denizin ufkunda, yalnızlığın kıyısında çırılçıplağım. Gecenin, ilerleyen bir düşün salıncağı olacağı umuduyla, ikindinin akşama devrini sabırsızlıkla bekliyorum. Güneşe yalnızlığımdan bir saat yapıyor, ikide bir, bir ikindi kadar yorgun ve soluk olan göğsüme, yüreğimin oralara bakıyorum.
Hiçbir at güneşin arabasını çekemiyor. Hiçbir yürek gerçek aşkın yükünü kaldıramıyor. Sanki ikindi, uzun bir koşudan dönen at gibi ufuklarda güneş diye duruyor. Şu ömrün sonbaharında, vaktin ikindisinde şu yüreğim kışa, akşama dönmek istiyor.
Arzuladığım şeye ulaşamazsam akşam bir ölüm meleği olup, beni örtecektir. Bunu bilerek tedbirli davranıyorum. Kumların üzerine şiirler yazıyor, onları şarkılarla bileyliyorum. Ölüm meleği ve aşk bir bela gibi gelince kendimi güzel şekilde savunmak istiyorum.
Bazen susuveriyorum; bazen susayıveriyorum. Sustukça şiirlere koşuyor, susadıkça denize dayanıp, içiyorum. Deniz beni emziriyor. Ağzım bir süt denizi oluyor.
Susadıkça ibrikteki suyun emilerek azalması gibi, zamanı kemire kemire hatıraların dudaklarından sızan köpüklerle vakti eritmeye çalışıyorum. Dalgaları ayağıma kadar çağırıyorum. Zaman buralarda bir bayrak gibi dalga dalga dalgalansın istiyorum. Dalgalar içimdeki açık denizde tutuldukları fırtınadan mıdır, bağ bıçağı misali bedenimi ve sersemliğimi biçiyor. Kesiliyor, kırılıyor, yarılıyor, yarılıyorum. Ama ikindiyi bir türlü yarılayamıyorum.
Aniden aklıma bir şey geliyor. Kumları bir bağ, ellerimi bir bıçak yapıp, kumsalda düşümdeki dünyayı, evimi kuruyorum. Kumlardan saraylar, denizanalarından sultanlar, denizkızlarından çocuklar, deniz kabuklarından padişahlar yapıyorum. Sonra deniz taşlarından Ferhat gibi dağlar, Mecnun gibi cinnetten cennete çıkılan bahçeler yapıyorum.
Gökyüzüne güneş yapmak gibi bir şey bunlar; biliyorum. Biraz sonra bir bulut gelip, güneşin önünü kapatabilir. Ya da güneş akşam olunca çekip gidebilir. Zaten “İşte tamam.”, derken sele serpe bir dalga ufacık ümidimi denizin dibine çekiyor; ben de kendimi içime çekiyorum.
Gece için ayırdığım azıcık azığı, umudumu Hasan Basrinin seccadesi gibi denizin sofrasına seriyorum. Belki Rabia gibi seccade üstünde uçabilirim, diyorum.
Yeniden kumların üzerinde yeni bir dünya kurmanın heyecanına kapılıyorum. Defalarca aşka kapılan birisi için pek de zor olmuyor bu heyecana kapılmak.
Heyecanım artıkça artıyor. Düşlerim bir çığ, bir çığlık oluyor. Zamansa bir çığlık oluyor da, bir çığ olmuyor. Şöyle güneşten kendine bir kartopu yapıp, göklerde yuvarlana yuvarlana ufukların ardına doğru bir çığ misali akıp gitmiyor.
Yine de ben, düşlerimin yankısı olan dünyamı kurmaya devam ediyorum. Oysa hayal kurmak ne kadar kolaymış. Bir dünya kurmak ne kadar zor. Sevdiklerimizle bir bağ kurmak, onlara bir bağ, bir bahçe kurmak ne kadar zor. Şimdi güller deviniyor bir yerlerimde. Bağ bir bahçeye dönüyor. Bir bahçe oluyor her yanım. Güller açıyorum. Kendime denizde güllerden yollar açıyor, yürüyorum, yüzüyorum.
Aşk kıssamın kahramanı olan sen de dünyanı kurmak isterdin Eğirdir Denizi kıyısında. Kitaplardan kaleler kurardın kumların üzerine. Her kum tanesi bir harf, her harf bir kitap, her kitap bir mesnevi olurdu. Mesnevi mesnevi dökülürdün denize.
Sen sık sık aşka gelir, Çam Dağına giderdin. Aşka geldikçe kendine gelirdin. Senin kuşlardan, ağaçlardan, çocuklardan dostların vardı. Görüyorsun ya ben yapayalnızım. Ben nasıl kurarım kendime yepyeni bir dünya, nasıl çıkarım sonu sana çıkan yollara…
Ben sana ulaşmak istemiştim. Sense benden de öte bir şeye ulaşmak istemiştin. Ben denizde zamanı vurmak istemiştim. Sense zamanda beni ve ötesini.
Sızım sızım zamana dağılmışsın. Sana ulaşmak o kadar zor ki.
Sızım sızım ağlıyorum. Bana ulaşman o kadar kolay ki.
İşte, yine bende gözyaşları sürgün verecek bir dalga daha kum kalelerime doğru geliyor. Kumsalda kurduğum evler bir bir yıkılırken, içimde kaç dünya yıkılıyor bir bilsen.
Her ikindi vakti buraya, bu kıyıya geliyorum. Her yeni ikindiye elifle başlıyor, bitiremiyorum. Elif gibi dimdik ayakta durabilmek o kadar zor ki. Dimdik başlasam da, aynı şekilde bitiremiyorum. Kumdan temel, aşktan emel olmaz; biliyorum.
Ufuklar kanlanıyor. Rengini gecenin rengine devirmek üzere denizin hayal çizgilerinde. Akşam oluyor. Yıldızlar gökte duaya başlarken sana ulaşmalıyım. Dünyamı gemilerle taşımalıyım bir süt denizi olan göklerine.
“Yıldızlar gece büyürler. Yapayalnız kişilerin vefalı dostlarıdır onlar. Onlara ulaşmak zor olsa da, yıldızların aynasında insanın kendini seyretmesi mümkündür. Sen de yıldızların içinde ruhunu görene dek onların içinde kendini aramalısın..’ diyecek sesin akıntısına bırakıyorum kendimi.
Eskiden güneşli günlerden çok korkardım. Seni ararken gölgeler oluşacağını ve seni kaybedeceğimi zannederdim.
Akşam olunca güneşin emzirdiği yıldızların ışığıyla beraber Yuşa’daki evinin resmini kalbime asar, karşılıksız ve saf sevginin er-geç hedefine ulaşacağını umardım. Denizle karanın kesiştiği kum dağlarında, sanki ateşle oynadığım o anlarda, o anı durdurmak için yüreğimin alazını kumlardan denizlere doğru sürüklerdim.
Mavi bir geceye, sarı bir sonsuzluğu giden yolların yol ayrımı olan bu sahillerin ebedi bir dünyaya açılan kırma kapılar olduğu kesindi. Şimdi akşamın kapısını deniz tutmuş; ne de zor açılıyor.
Hatıraların kullanılmış eşya gibi atıldığı yer olan deniz yine de yeni hayatların çekirdeklerini taşıyor. Şimdi ise gelin arabasının önündeki bir çocuk gibi nazlı nazlı, bir gelin arabası kadar güzel güneşin önünde durmuş, ‘dur gitme yâr’ deyip duruyor.
Ama hayır. Artık güneş gidiyor elveda diyerek bütün renklere, bütün denizlere. Akşam oluyor. Artık ben gideceğim. Güneşin atına eğer vuruyorlar. Artık ben gideceğim.
İşte kayığımı hazırlıyorum. Yuşa’ya gidiyorum. Zamanı damla damla içmek, denizleri yara yara varmak istiyorum sana.
Zamanı denizle birlikte içime sığdırmanın bir yolunu arıyorum. Gözyaşlarımı çiçeklere boşaltıyorum. Hiçbir şey kalmıyor içimde. Her şeyimi terk ediyorum.
Dünyayı süregelen uykusundan uyandırıyorum. Kendimi kainâta, kainâtı kendime ayna yapıyorum. Bütün varlığın sırrını gözlerimde açığa çıkıyorum. Sırlarımı ifşa ediyorum. Dünyayı gözlerime, gözlerimi dünyama, dünyamı kalbime taşıyor, evimi yüreğime kuruyorum. Yuşa’yı ev, kalbimi kapı, gönlümü pencere yapıp, ‘bu ev senin, senin’ diyorum.
Aynaları evime çeviriyorum. Biliyorum ki sen içimde engin aşktan gizlenmişsin. Gizlerini yine yeniden tekrar be tekrar ifşa ediyorum.
…
İçinde yalnızlık taşıyan bir yolculukta insan sırlarını ifşa eder.
Şimdi insanı olgun kılan bir yalnızlık seferindeyim. Dalgaların “Çek git, Çek git…” diyen tespihlerini işitiyorum.
Kumsaldaki dünyamın son kalıntılarını da dalgalarla yıkıyorum, yakıyorum, eritiyorum.
Dünyam buharlaşıp evime dönüyor.
Burgaz adasından kalbime, Yuşa Tepesine dönüyorum.