Benelüks Gezisi

SÜNDÜS ARSLAN AKÇA
Benelüks Gezisi
 
Türk Her Yerde!
 
Gezi yazımıza Montaigne’nin “Seyahat etmek, ruhumun sürekli tatbikatıdır.’’ sözüyle başlamak çok yerinde olacaktır. Tatbikat kelimesiyle Montaigne, seyahati bir çeşit egzersiz olarak görüyor. Yani sadece bedenin değil, ruhun da sürekli alıştırmaya, deneyime ihtiyacı vardır. Seyahat de bunu sağlar. Yolculuk insanı alıştığı çevreden çıkarır. Yeni insanlar, yeni diller, yeni adetler karşısında sabrını, anlayışını ve önyargılarını sınar. İnsan yolculuk sırasında hem dışarıdaki dünyayı görür hem de kendi iç dünyasını fark eder. Bu yüzden seyahat, ruhun kendini tanıması için bir fırsattır.
 
Uzun süre yurt içi seyahatlerim oldu. Ülkemin büyük bir kısmını görme fırsatını yakaladım. Kültürel gezileri, yeni yerler, yeni insanlar görüp tanımayı, çıkarımlarda bulunmayı oldum olası çok severim. İmkân dahilinde de bunu yapmaya çalışırım.
 
Yurt dışına çıkmak için geç kaldığımı düşünsem de demek ki vakti zamanı şimdiymiş. Biliyoruz ki nasipten ötesi olmuyor. İlk yurt dışı seyahatim 2024 temmuz ayında Orta Avrupa turuyla başladı. O geziden sonra farklı ülkeleri görme iştiyakımız arttı. Sıradaki tur BENELÜXS olsun diye karar verdik. Benelüxs turunda isminden de anlaşılacağı gibi Belçika, Hollanda ve Lüksemburg vardı. Bu tura Fransa ve Almanya da dahil edilmişti. Çok koşturmacalı ve yorucu olacağı belliydi. Fakat insanın yarına senedi olmadığından az zamanda çok işler başarmak gerektiğini düşünüyor.
 
Hazırlıklar tamamdı. Turun hareket noktası İstanbul’du. Önce uçakla Brüksel’e orada bizi bekleyen rehberimizle Avrupa’nın içini otobüsümüzle gezecektik. Öyle de oldu. Hiçbir aksilik yaşamadan Brüksel’de bizi bekleyen otobüsümüze geçtik. Tur arkadaşlarımızla aynı uçaktaydık ama otobüsümüze geçene kadar kimse kimseyi bilmiyordu. Birlite yola çıktıklarınızla ilk günler herkes resmi oluyor, tur sonunda da güzel arkadaşlıklar kurmuş bir şekilde ayrılıyorsunuz. Hadi başlayalım o zaman… İlk yolculuk Hollanda’ya…
 
 
Hollanda İzlenimlerim
 
Avrupa’nın kalbinde küçücük bir ülke… Haritaya baktığınızda Konya kadar ama dünyaya bıraktığı iz devasa. Hollanda’yı gezdikçe şunu düşündüm: İnsan doğayla kavga da edebilir, onunla dostluk da kurabilir. Hollandalılar bunu yüzyıllar önce anlamış ve kanallarıyla, değirmenleriyle, sistemli hayatlarıyla kendi kaderlerini yeniden yazmışlar.
 
Amsterdam: Özgürlüklerin ve Kanalların Şehri
 
İlk durağımız Amsterdam’dı. İlk sizi kanallar karşılıyor. Öyle çok ki, şehri “Kuzeyin Venedik’i” diye anmak boşuna değil. Tam 1.546 köprü varmış; her biri başka bir hikâye anlatıyor. Kanalların kıyısına dizilmiş evlerin cepheleri özenle korunmuş. Bazıları eğilip bükülmüş; bu yüzden onlara “Dans eden evler” diyorlar.
 
Amsterdam bisikletin şehri. Sabahın erken saatlerinde kadınlı erkekli, genci yaşlısı herkes işine bisikletle gidiyor. Korna sesi duymak imkânsız; çünkü burada ayıp sayılıyor. Kurallara uymak, insanlara saygı göstermek, sistemin bir parçası olmak… Hollandalıların hayatına sinmiş bir alışkanlık bu.
 
 
Evlerin bir başka ilginç yanı da en üstlerinde asılı duran kancalar. Daracık kapılardan eşya taşımak zor olunca, mobilyaları iplerle pencerelerden içeri çekiyorlar. Kapılar küçük, tavanlar alçak; ama bu evler Hollanda’nın karakteriyle bütünleşmiş.
 
Amsterdam aynı zamanda elmasın şehri. Royal Coster Diamonds’a girdiğimizde parıltısıyla göz kamaştıran taşların hikâyesini dinledik. Dünyanın en iyi ustaları burada yetişmiş. Elması ancak elmasla kesebilirsiniz; bu incelik, sabır ve ustalık isteyen işçilik Amsterdam’ı kraliyet ailelerinin tercih ettiği bir merkez hâline getirmiş.
 
Bizimle ilgilenen genç, Bakü doğumlu bir Azerbaycan Türk’üydü. Anar Bey’in Türkçe konuşması içimizi ısıttı; gurbet elde Türklük damarlarımız kabardı.
 
Hollanda’nın tarihi, doğayla verdiği mücadeleyle yazılmış. Çünkü ülkenin büyük kısmı deniz seviyesinin altında. Ataları denizci olan bu insanlar, bataklıkları kurutmak için kavaklar ve okaliptüsler dikmiş, toprağı kazıkların üzerine oturtmuş, yel değirmenleriyle suları boşaltmışlar. Bir zamanlar 10 bin yel değirmeni varmış, bugün yalnızca 900’ü kalmış. Geriye kalan işi dev pompalar üstleniyor.
 
 
Bilim insanları, iklim değişikliği nedeniyle 2100’lerde Hollanda’nın üçte birinin sular altında kalabileceğini söylüyor. Ama bu halkın azmine bakınca, “onlar yine bir yol bulur” diye düşünmeden edemiyorsunuz.
 
Hollandalılar uzun boylu, sarışın ve iri yapılı. Çocuklarına ana sınıfından itibaren sistemli yaşamı ve sorumluluk bilincini öğretiyorlar. Birkaç dili konuşmak olağan; Felemenkçe zaten anadil, ama çoğu insan İngilizce ve Almancayı da su gibi biliyor.
 
Ülkede yaklaşık 450 cami bulunuyor. Ezan sesli okunmuyor; sadece içeride duyuluyor. Cuma ve bayram günleri Müslümanlar bir araya geliyor. Nüfusun %52’si kendini inançsız olarak tanımlarken, %38’i Hıristiyan, %5’i Müslüman, geri kalanı Yahudi ve diğer inançlardan.
 
 
Maaşlar Avrupa standartlarına göre yüksek ama vergiler de ağır. Asgari ücret yaklaşık 2000 euro. Bir öğretmen 4000, mühendisler 7–10 bin, doktorlar ise 10 bin eurodan fazla kazanabiliyor. Yine de orta sınıf arabalar tercih ediliyor; çünkü lüks, gösteriş değil sistem ve düzen değerli burada.
 
Köylere doğru gittiğinizde Hollanda’nın gerçek yüzü çıkıyor karşınıza: inek sürüleri, peynir mandıraları, çiçek bahçeleri… Siyah-beyaz alacalı Holstein inekleri günlük 9 litre süt veriyor. Peynirler koyun şirdeniyle mayalanıyor, balmumuyla kaplanarak aylarca bozulmadan saklanıyor.
 
Geleneksel ağaç ayakkabılar yapan bir atölyeye uğradık. Ayakkabıyı bize tanıtan beyin tiyatral yeteneği oldukça iyiydi. İzlerken çok keyif aldık. Söğüt ve kavak ağaçları tercih ediliyor. Bu ağaçlar hem hafif hem de kolay işlenebiliyormuş. Keski ile dış hatlar verilip kaba formu ortaya çıkarılıyor. Daha sonra içi oyularak ayağın yerleşeceği boşluk ortaya çıkarılıyor. Ve ardından ayakkabı kurumaya bırakılıyor. Kuruyunca törpülenip, cilalanıp ve süslenirmiş. Çeşitleri de vardı. Her birini tanıtırken akrobasi hareketler yapmaktan da geri durmadı.
 
 
Marken köyü yarımada gibi suyun ortasında. Kartpostal güzelliğinde evleri var. Volendam ise klasik Hollanda evleriyle ünlü. Evlerin kapıları farklı renklere boyanmış; çünkü denizciler fazla rom içince dönüşte evlerini karıştırırlarmış. Çözüm basit: kapıları ayırt edici renklere boyamak. Bugün hâlâ rengârenk kapılar çiçeklerle süslü.
 
Burada geleneksel yemekler yedik: tereyağında kızarmış küçük patatesler, somon balığı ve sebzeli yöresel çorba. Üzerine dondurma ile günü tatlıya bağladık. Deniz kenarında yürürken hafif rüzgâr yüzümüze çarptı; Hollanda’nın dinginliği ruhumuza işledi.
 
 
Rotterdam: Modern Yüz
 
Rotterdam, savaşta yerle bir olmuş, sonra yeniden doğmuş bir şehir. 1940–45 arasında bombalanan şehir, 1980 sonrası modern mimariyle ayağa kaldırılmış. Bugün Avrupa’nın en büyük, dünyanın da Singapur’dan sonra ikinci büyük limanı. Yılda 180 bin gemi buradan geçiyor.
 
Şehrin simgesi Erasmus Köprüsü beyaz bir kuğu gibi yükseliyor; bu yüzden “ak kuğu” diyorlar. Bir de 1980’lerde yapılan meşhur küp evler var; şehre bambaşka bir çehre katıyor.
 
Rotterdam’ın belediye başkanı Fas kökenli bir Müslüman. Bu da şehrin çok kültürlü yapısını gösteriyor.
 
 
Lahey: Adaletin Başkenti
 
Lahey (Den Haag), devletin merkezi. Kraliyet sarayı, bakanlıklar, elçilikler ve parlamentonun bulunduğu Binnenhof burada. Kraliçe ve kral her yıl eylülde buraya gelip meclisi açıyor.
 
Uluslararası Adalet Divanı ve Barış Sarayı da burada. Bahçesinde “Dünya Barış Ateşi” yanıyor; çevresinde barış mesajları yazılı taşlar. Bosna Savaşı’ndaki katliamları işleyenlerin burada yargılandığını bilmek insanın içine umut serpiyor.
 
Ayrıca Johannes Vermeer’in ünlü tablosu “İnci Küpeli Kız” da Lahey’deki Mauritshuis Müzesi’nde sergileniyormuş.
 
Hollanda’da sokaklarda başıboş kedi, köpek göremezsiniz; çünkü hepsi sahiplidir. Çiftçiler bazen alışverişe botlarla gider; kanallar onların yoludur. İnsanlar güneşi bulduklarında hemen parklara koşar, piknik yapar, hatta mayosuyla güneşlenenleri bile görürsünüz.
 
Yolların iki yanına ses ve gaz duvarları yapılmış; çocuklar zehirlenmesin, aileler huzurla yaşasın diye. Küçük ayrıntılar gibi görünse de aslında büyük bir insanlık hassasiyeti.
 
Hollanda bana şunu düşündürdü: Bir ülkeyi büyüten, yüzölçümü değil; aklı, emeği ve düzenidir. Doğayla savaşmış ama sonunda onunla uyum içinde yaşamayı öğrenmişler. Yel değirmenleri, peynirleri, kanalları, bisikletleri, sanat müzeleriyle dikkat çekici.
 
Amsterdam’ın özgür ruhunu, Volendam’ın kartpostal evlerini, Rotterdam’ın modern gökdelenlerini, Lahey’in adalet sarayını gördükten sonra bu ülkeye dair içimde tek bir cümle kaldı:
 
Hollanda, küçücük toprağına büyük bir dünya sığdırmış.
 
 
ALMANYA
Köln
 
Köln’e adım attığınızda sizi ilk karşılayan şey Ren Nehri’nin dinginliği oluyor. Şehrin tam ortasından geçen bu büyük nehir, Köln’ü ikiye ayırıyor ve üzerinde uzanan tam sekiz köprü, adeta iki yakayı birbirine sıkı sıkıya bağlıyor. Ren boyunca yürürken tarihin, sanatın ve modern yaşamın aynı potada eridiğini hissediyorsunuz.
 
Şehrin kalbi, hiç şüphesiz Dom Katedrali. 1248’de yapımına başlanmış ve tam altı yüzyıl boyunca süren bir emekle 1880’de tamamlanmış bu görkemli yapı, 157 metrelik boyuyla dünyanın en büyük katedrallerinden biri. Gotik mimarinin zirvesi kabul edilen bu yapı, sadece Almanya’nın değil, tüm Hristiyan âleminin göz bebeği. Orta çağ boyunca krallar ve kraliçeler burada taç giymiş, burada ayinlerle anılmış, öldüklerinde de buraya gömülmüşler. Hatta katedralin içinde altın bir lahit içerisinde Üç Müneccim Kralın –Gaspar, Melkior ve Baltazar’ın– kemikleri olduğuna inanılıyor. Bu üç kral, Hz. İsa’nın doğumunu yıldızlardan okuyup Beytüllahim’e gelen, Hristiyan inancında çok özel yere sahip kişiler.
 
İçeriye adım attığınızda ise göğe yükselen devasa sütunlar, vitraylardan süzülen ışıklarla karşılaşıyorsunuz. UNESCO tarafından koruma altına alınan Dom, sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda insanlığın kültürel mirasının da bir simgesi.
 
Köln aynı zamanda kolonyanın doğduğu şehir. 18. yüzyılda çiçek özlerinden üretilen bu ferahlatıcı esans, tüm dünyaya buradan yayılmış. Hâlâ ayakta olan ve 4711 numarasıyla anılan marka, kolonyanın atası kabul ediliyor. “Köln suyu” adıyla biliniyor bizde. Almak için uğradık ama bize biraz tuzlu geldi.
 
 
Şehrin savaşlarla da yoğrulmuş bir tarihi var. Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında Köln neredeyse yerle bir olmuş. Bombalamalar sonucunda şehir dümdüz edilirken, ayakta kalan tek yapı yine Dom Katedrali olmuş. Bugün hâlâ, savaşın izlerini taşıyan fotoğraflar ve anılar, şehri gezerken karşınıza çıkıyor.
 
Almanya’nın yakın tarihi de burada daha iyi anlaşılıyor. I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan, II. Dünya Savaşı’nda ise Adolf Hitler’in başrolde olduğu bir yıkıma sürüklenen ülke, tarihe kara bir sayfa bıraktı. Hitler’in üstün ırk saplantısıyla başlattığı savaş, bir dönem başarıyla ilerlese de Rusya cephesinde donan yakıtlar ve Kızıl Ordu’nun ilerleyişiyle geri püskürtülmüş.
Sonunda Berlin’e kadar giren Sovyetler ve Amerika’nın baskısıyla Nazi Almanya’sı çöktü. Hitler intihar etti, ama ardında büyük bir yıkım bırakarak.
 
Bildiğiniz gibi 1949’da Almanya ikiye bölündü. Doğu Almanya Sovyetler’in, Batı Almanya ise Federal sistemin kontrolüne geçti. Berlin’i ayıran Utanç Duvarı, tam 29 yıl boyunca aileleri, dostları ve bir milleti böldü. 1989’da duvar yıkıldı. Günümüzde Almanya, Federal Cumhuriyet olarak yoluna devam ediyor.
 
Köln gezimizde katedralin ardından çarşıya yöneldik. Elektronik eşyalarıyla ünlü olsa da fiyatlar bize pek cazip gelmedi. Ancak Türk nüfusunun yoğunluğuyla burada kendinizi yabancı hissetmiyorsunuz. Sokaklarda Türkçe tabelalar görmek, dönercilerde mola vermek, Köln’ü bir bakıma “bizden” kılıyor.
 
 
Cochem
 
Akşam üzeri otobüsümüze binip Ren’in kıyısında yer alan küçük ve masalsı bir kasabaya, Cochem’e doğru yola çıktık. Yaklaşık 13 kilometre kala uzaktan gözüken çan kuleleri ve üzüm bağları, bize buranın şaraplarıyla meşhur olduğunu anlatıyordu. Gerçekten de Cochem, Almanya’nın bağcılık merkezlerinden biri. Yeşilin bin bir tonu arasında Karadeniz’i andıran ormanlık manzaralar eşliğinde ilerledik. Ünlü Rizburg (Reichsburg) Kalesi, şehre yukarıdan bakan bir tacı andırıyor. Burada elmalı turta ve kahve tatmak gelenek olmuş. Biz kahve içmekle yetindik.
 
LÜKSEMBURG
Schengen
 
Moselle Nehri kıyısında yer alıyor. Buranın önemi üç ülkenin birleştiği nokta burasıdır. Nüfusu azdır fakat Shengen anlaşması sayesinde adı bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Bu anlaşma nehirde bir teknede imzalanmıştır. Burada nehir kenarında bir anıt ve de Schengen ülkelerinin bayrakları yer alıyor.
 
Sonraki durağımız, Avrupa’nın en küçük ama en zengin ülkelerinden biri olan Lüksemburg. Yüzölçümü yalnızca 2.586 kilometrekare olsa da 650 bin nüfuslu bu ülke kişi başı gelirde Avrupa’nın zirvesinde. Asgari ücret 2500 euro civarında. Çelik sanayisi, güçlü bankacılık sistemi ve tarım-hayvancılıkla ekonomisi sağlam bir temel üzerine oturmuş.
 
 
Lüksemburg, monarşik bir sistemle yönetiliyor; ancak bu monarşi demokratik bir çerçevede işliyor. Başında Dük Henri bulunuyor ve sembolik bir figür değil; kararların altında onun imzası yer alıyor. 60 kişilik meclis ve başbakanla birlikte ülkenin işleyişinde önemli rol oynuyor.
 
Ülkenin neredeyse %90’ı ormanlarla kaplı. Üç plato üzerine kurulmuş olan başkent Lüksemburg, sakinliği, düzeni ve huzurlu insanlarıyla dikkat çekiyor. Üstelik toplu taşıma ücretsiz! Kentin en önemli yapılarından biri Notre-Dame Katedrali. Ayrıca II. Dünya Savaşı’nda öldürülen Yahudiler anısına yapılan anıt da dikkatten kaçmıyor.
 
Lüksemburg’un bir diğer özelliği çok dilli bir ülke olması. Lüksemburgca, Fransızca ve Almanca resmi diller. Halk aynı zamanda İngilizceyi de rahatlıkla konuşuyor. Eğitim sistemi çok güçlü; çocuklar birden fazla dili öğrenerek yetişiyor.
 
 
Otelimize gitmeden önce rehberimiz nerede yemek yiyebileceğimiz hakkında bizi bilgilendirdi. “Aranızda Elazığlı var mı?” diye sorunca hemen atladım. Ve devamında yemek yiyeceğimiz restorandın adının “Sultan23” olduğunu ve sahiplerinin Elazığlı olduğunu söyleyince akrabamı bulmuş gibi sevindim. Genç delikanlılarla tanıştım. Büyükler Elazığ’da tatildelermiş. Palulu olduklarını da belirtmeden geçmeyeyim.
 
Lüksemburg, mülteci ve yabancı yerleşimini kabul etmeyen bir ülke. Burada iş yerleri olanlar, çalışanlar Fransa’ya bağlı yakın yerleşim yerlerinde kalıyorlar.
 
Bir sonraki gün, bu huzurlu ülkenin ardından Paris’e doğru yolculuğumuz devam edecek. Ancak Köln’ün görkemli Dom’u, Cochem’in bağ kokulu sokakları ve Lüksemburg’un düzenli yaşamı aklımızda uzun süre kalacak gibi…
 
FRANSA
Reims
 
Fransa’nın kuzeydoğusunda yer alan Reims, sadece şampanyasıyla değil, tarihî katedraliyle de dünyaca ünlü. Şehrin kalbinde yükselen Notre-Dame de Reims Katedrali, Gotik mimarinin en görkemli örneklerinden biri. Yapımına 1211’de başlanmış, 13. yüzyıl boyunca inşası sürmüş. Taş işlemeleri, kabartmaları, devasa vitraylarıyla dikkatimizi çekiyor.
 
 
Bu katedrali özel kılan, sadece mimarisi değil: tam 33 Fransız kralı burada taç giymiş. İlk olarak Clovis, 496 yılında burada vaftiz edilmiş. Daha sonra gelen krallar, meşruiyetlerini bu katedralin kutsal havasında, başlarına takılan taçla pekiştirmişler. O yüzden Reims, Fransa tarihinde “kutsal şehir” sayılıyor.
 
Katedralin dış cephesinde ve kemerlerindeki heykeller dikkatimizi çekiyor. Rehberimizin söylediğine göre, kullanılan toplam heykel sayısı yaklaşık 2.302’dir; bunların yaklaşık 788’i hayvan figürleridir. İçeride ise 191 insan ve 50 hayvan heykeli bulunmaktadır.
Hayvan heykelleri neden yapılmış sorusuna aldığımız cevap ise,
Orta Çağ’da hayvanlar, Hristiyan sembolizminde erdem, günah, ahlaki nitelikler veya kutsal kavramları temsil etmek için kullanılırdı. Örneğin aslan güç ve cesaret, pelikan fedakârlık ve şefkat, turna diriliş gibi kavramların simgeleri olabilirdi.
 
Katedralde hayvan figürleri hem süsleme amacıyla hem de mimari detayları vurgulamak için kullanılırdı. Dış cepheye yerleştirilen figürler bazen yağmur sularını yönlendirmek içindi.
 
Bir de katedralin dışında bir heykel vardı. Rehberimizden onun hikayesini dinledik. Başka yerlerde de karşımıza çıkacaktı bu heykel. İşte Jan Dark’ın hikayesi:
 
1412’de Fransa'nın Domrémy adlı köyünde dünyaya gelmiş ve 19 yaşına kadar yaşayıp 1431’de idam edilmiş.
 
 
1428–1429 yıllarında Fransa’nın İngiliz işgali altındayken, tanrısal sesler duyduğunu söyleyerek Fransa Kralı VII. Charles’a ulaşmış ve onun izin ve desteğiyle Fransız ordusunu yönlendirmiş. Kuşatmayı başarıyla kaldırmış, ardından Reims’e ilerleyerek VII. Charles’ın taç giymesini sağlamış; bu Fransız halkı için moral ve birlik sağlamış. Jan dark aslında bir kadınmış. Kadın olarak kabul görmeyince saçlarını kesip erkek kılığına girerek bu başarıları sağlamış. Daha sonra bir kadının erkek kılığına girmesi uygun bulunmayıp engizisyon mahkemesinde yargılanmış. Yargılanma sonucu yakılarak idam edilmiş.
 
Daha sonraki yıllarda kilise hatalı karar nedeniyle yargılamayı bozmuş; Katolik Kilisesi tarafından Azize (Saint) ilan etmiş.
 
II. Dünya Savaşı sırasında bu katedral ağır bombardıman görmüş, vitrayları parçalanmış. Ancak savaş sonrası titizlikle restore edilmiş. Bugün hâlâ dimdik ayakta. Ön cephesindeki melek heykeli — “Gülen Melek” — Reims’in simgesi olmuş.
 
Verilen serbest zamanda biraz çarşısında dolaştık. Bu seyahatte en çok çayı özlüyor insan…
 
Paris
 
Paris’e adım atar atmaz ilk selam veren, şehrin girişinde dimdik duran Zafer Takı. Napolyon, 1806’da Austerlitz zaferinden sonra askerlerine bir armağan olarak yapılmasını istemiş. 1836’da tamamlanmış. Üzerindeki kabartmalar, Fransız ordusunun zaferlerini anlatıyor.
 
Modern Paris’in bir başka yüzü ise Şanzelize Caddesi. Adını Yunan mitolojisindeki “Cennet Tarlaları”ndan alıyor. Kraliçelerin yürüyüş yaptığı, sarayların sıralandığı bu cadde, bugün modanın ve lüksün merkezi. Louis Vuitton, Dior, Chanel gibi markaların vitrinleri burada göz kamaştırıyor. Boydan boya caddeyi gezdik. Kulağımıza bir müzik sesi geliyor. Oldukça tanıdık. Paris’in göbeğinde erik dalını dinlemek de ne bileyim “Türkler her yerde” dedirtiyor insana. Paris Caddeleri insana güven vermiyor. 72 millet burada gibi. Siyahiler de oldukça fazla. Dünyanın en fazla turist alan şehriymiş. Dünyanın en güzel şehri bence İstanbul.
 
 
Bildiğiniz gibi Fransa, vakti zamanının en büyük sömürgesidir. Sömürge sayesinde zenginleşmiş. Birçok insan ölümüne, katliamlara da sebep olmuştur. Oralardan eli yüzü düzgün olanları Fransa’ya getirip hizmet sektöründe, ara işlerde kullanmışlardır. Bürokrat ve üst düzey görevlere gelemezler.
 
Birçok ülkeyi sömürge yaptıkları için oradaki kültürleri buralara taşımışlar. Gastronomisi çeşitlilik gösteriyor.
 
Şehrin daha renkli yüzünü görmek isteyenler için Pigalle Caddesi var. Paris’in gece hayatının kalbinin attığı yer. Barları, müzikli mekânları ve rengârenk ışıklarıyla bambaşka bir Paris sergiliyor. Bu caddeyi paranomik gezdik elbette. Yolculuk, günün yorgunluğu derken acıktık. Ve yine sağ olsun rehberimiz kültürümüzün yemeklerinin yapıldığı restorant buluyor bize. Elazığlılara benzettim ama çok uzak değil, Maraşlılarmış.
 
Paris’e üç gün ayrılmıştı. Ertesi gün Montmartre Tepesi’ne çıktık. Paris’in tamamına hâkim bu tepeye merdivenlerle çıkacağımı nereden bilebilirdim. Eşimin ısrarla çıkmayalım demesine rağmen, inatla çıktım o merdivenleri. Yoruldum ama değdi. Örümcek ağına benzeyen yerleşimiyle Paris ayaklarınızın altında.
 
 
Öğlen yemeğimizi de burada yiyecektik. Bu sefer Türkler değildi. Hintlilere benzettim. Mönüye baktım. En güvenilir ne yiyebilirim diye. Peynirli makarnayı seçtim. Bir peynirli makarna geldi ki, yanlış getirdi sandım baştan. Bol sütlü, üzerine hafif maydanoz serpiştirilmiş, makarnalar nerede bilemedim. Tadına baktım fena değil. Açlık da var ekmek bandıra bandıra yedik mecbur.
 
Yemekten sonra biraz dolaştık. Burada şehrin bohem ruhu karşınıza çıkıyor. Ressamların tablolarını sergilediği meydan, küçük kafeler, dar sokaklar… Ve zirvede yükselen Sacré-Cœur Bazilikası. 1875’te yapımına başlanmış, 1914’te tamamlanmış. Beyaz traverten taşından yapıldığı için zamanla kirlenmek yerine daha da beyazlaşıyor. İçerideki dev mozaikler, Paris’in ruhuna yakışan bir ihtişam sergiliyor.
 
Paris’in kalbinden geçen Sen Nehri, şehri ikiye bölüyor. Nehir üzerindeki köprüler de birer tarih hazinesi. En eskisi olan Pont Neuf, 1607’de tamamlanmış. Adı “Yeni Köprü” olsa da aslında Paris’in en eski köprüsü. Nehir turu da yaptık elbette. Yaklaşık bir saat süren turla Paris’in tarihi mekânlarının büyük çoğunluğunu görebiliyorsunuz.
 
Bu turumuzda bol bol Notre – Dame Katedralleri gördük.  Fransızca’da “Bizim Hanımımız” demekmiş; Meryem Ana’ya adanmıştır. Şimdi de Paris’tekini uzaktan görüyoruz. Seine Nehri üzerinde bir adada. Yine Fransız gotik mimarisi. İhtilal döneminde yağmalanmış, heykeller tahrip edilmiş ve depo olarak kullanılmış bir süre. Viktor Hugo’nun” Notre Dame’ın Kamburu” romanı halkın ilgisini çekince tekrar restore edilmiş. 2019’da çıkan yangınla büyük bir kısmı yanmış. Uzun süredir restorasyon çalışmasının sürdüğünü öğrendik.
 
Şehrin merkezinde yer alan dikilitaş, 3.200 yıllık bir misafir. Aslen Mısır’daki Luxor Tapınağı’ndan getirilen bu taş, Ramses II dönemine ait. 1830’larda Fransızlara hediye edilmiş ve bugünkü Concorde Meydanı’na dikilmiş. Taşın hiyeroglifleri hâlâ okunabiliyor.
 
Şehrin en bilinen sembolü ise elbette Eyfel Kulesi. 1889 Dünya Fuarı için inşa edilen bu demir kule, o dönem Parisliler tarafından “çirkin bir yığın” diye eleştirilmiş. Ama zamanla şehrin simgesine dönüşmüş. 324 metre yüksekliğinde. Akşamları üzerindeki 20 bin ışık yanıp sönünce, Paris adeta yıldızlarla süslenmiş gibi parlıyor.
 
Kuleye asansörle çıktık. Bir demir yığını olsa da müthiş ilgi görüyor. Eyfel’den Paris’i izlemek güzeldi. En çok planlı oluşu, yüksek binaların olmayışı hoşuma gitti. Daha sonra rehberimiz aracımızla akşam ışıklı halini görebilmemiz için uygun bir yere getirdi. Ve yine Türkler her yerdeydi. Türkçe konuşulunca gayrı ihtiyari dönüp bakıyor insan. Saatler akşam 10’u gösterince 20 bin ışık yanıp sönmeye başladı. Harika bir görsel şölendi.
 
Paris’te 3. gün
Alışveriş ve Disneyland
 
Paris, aynı zamanda alışverişin de cazibe merkezi. Şehir dışındaki outlet merkezleri, Armani’den Gucci’ye, Boss’tan Lacoste’a pek çok markayı barındırıyor. Fiyatları karşılaştırınca bazen Türkiye’den uygun, bazen ise aynı. Dolaşmaktan ayaklarımıza kara sular indi. Her yerde paranızın değersizliği ile yüzleşiyorsunuz.   Çocukları olan arkadaşlar Disneyland’ı tercih ettiler. Onlar bizden daha fazla yorulmuşlardı.
 
Kruvasandan bahsetmeden Fransa’dan ayrılmayalım. Nereye gittiysek kahvaltıda muhakkak vardı. Fransız lezzeti olarak bilinse de anavatanı Avusturya imiş. Bizimle ilgili de hikayesi var. Ne kadar doğru bilemeyeceğim.
 
Viyana Osmanlılar zamanında kuşatıldığında, fırıncılar sabaha karşı hamur yoğururken tünel kazıldığını fark ediyorlar. Osmanlıların şehre girmesini haber verip ve kuşatmanın başarısız olmasında pay sahibi olmuşlar. Zaferin ardından Viyanalı fırıncılar, Osmanlı hilalini çörek yapmışlar. İşte bu çörek bütün Avrupa’ya yayılan Kruvasan.
 
BELÇİKA
Brugge
 
Brugge “Kuzeyin Venedik’i” diye anılan çok özel bir şehir. Orta Çağ’dan günümüze çok iyi korunmuş mimarisiyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Kent kanalları, taş köprüleri, sivri çatılı evleri, tarihi meydanları ve saat kuleleriyle ünlü. Gezerken kendinizi bir orta çağa gidip gelmiş gibi hissediyorsunuz.
 
9. yüzyılda Viking istilalarına karşı savunma amaçlı kurulmuş. 12. yüzyılda deniz ticareti sayesinde Avrupa’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri olmuş. 15. yüzyıl, Brugge’nin altın çağı imiş.: İpek, dantel, baharat ve değerli taş ticareti ile zenginleşmiş.
 
Burg Meydanı’na geçiyoruz. Brugge Belediye Sarayı’nı görüyoruz.1376’dan beri şehir yönetiminin merkezi. Gotik belediye saraylarının en eski ve etkileyicilerinden biri olduğu söyleniyor. Belediye sarayının yanında altın yaldızlı heykellerle süslü daha küçük ama çok dikkat çekici bina ise Kutsal Kan Bazilikası. Rivayete göre İsa’nın çarmıha gerildikten sonra kanını taşıyan bez parçası bu bazilikada saklanıyor. İçine merdivenle giriliyor. Girdik görmek için ama sırada çok insan olunca verilen serbest zamanımızın yetmeyeceğini düşünüp geri çıkmak zorunda kaldık. Ve yine aynı meydanda zarif klasik bir binanın Eski Adalet Sarayı olduğunu öğreniyoruz.
 
Şehrin içinden geçen kanallarda tekne turlarıyla şehri farklı bir açıdan görmek de mümkün. Harika bir görsel şölen sunuyor.
 
Brugge, Belçika çikolatası ve birası ile ünlüdür. Şehirde çok sayıda el yapımı çikolata dükkânı var. Dantel işçiliği, Brugge’nin simgesel sanatlarından biri. Belçika waffle ve patates kızartması burada da çok yaygındır. Tabii ki waffle yemeden ayrılmadık bu Orta Çağ şehrinden.
 
Günümüzde Brugge, her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği bir şehir. Tarihi atmosferiyle romantik geziler için tercih edilen popüler yerlerden biridir. Buralara yolunuz düşerse görmeden geçmeyin derim. Bol bol fotoğraf çekimlerinden sonra rotayı yol güzergahımızda olan Gent’te çevirdik.
 
Gent
 
Gent, Belçika’nın kuzeyinde; tarihiyle Brugge kadar büyüleyici ama daha canlı ve genç ruhlu bir şehir.  Belçika’nın en büyük üçüncü şehridir. Üniversite şehri olduğu için genç, enerjik ve kültürel açıdan oldukça aktif görünüyor. Brugge gibi kanalları var ama daha az turistik ve daha çok yerel hayatın aktığı bir merkez olduğunu öğreniyoruz rehberimizden. Burada da gotik tarzı eserler görüyorsunuz bolca. Benelüxs turunda tarihi eserleri koruyuşlarına hayran kaldım. Eserler ilk başta hayranlık uyandırsa da zamanla aynı şeyleri görüyorum hissi veriyor. Belki de inanç ve kültür olarak yabancı kaldığımızdandır.
 
Korenmarkt Meydanı, şehrin kalbi, kafeler ve tarihi binalarla çevrili canlı bir meydan. Bir kafede oturup kendimizi kahve ile ödüllendiriyoruz.
 
Brugge ile Gent’i karşılaştırdığımda; Brugge bana daha turistik, masalsı ve romantik geldi. Gent ise daha canlı, yerel halkın yaşadığı, üniversite ve sanatla dolu bir şehir izlenimi verdi.
 
Brüksel
 
Sonunda yolcuğumuza başladığımız noktaya geri döndük. Daha otobüsteyken anlatmaya başladı Özer Bey: “Brüksel, Belçika’nın başkenti olmasının yanında Avrupa Birliği’nin de fiilî başkentidir. Hem tarihi hem de modern yüzüyle öne çıkan kozmopolit bir şehirdir. Nüfusu yaklaşık 1,2 milyon (metropol bölgesiyle 2 milyonu geçer). Belçika’nın üç resmi dil bölgesinden biridir: Fransızca ve Felemenkçe (Flamanca) yaygın; ayrıca İngilizce de çok kullanılır. Avrupa Birliği ve NATO merkezleri burada bulunduğu için “Avrupa’nın Kalbi” olarak anılır.
 
Burası 10. yüzyılda Senne Nehri kıyısında küçük bir yerleşim yeri olarak kuruldu. Orta Çağ’da yün ve tekstil ticaretiyle gelişti. 19. yüzyılda Belçika Krallığı’nın başkenti oldu. 20. yüzyılda, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası, Avrupa’nın siyasi merkezi hâline geldi.”
 
Aracımızla Kraliyet Sarayı’nın önünden geçiyoruz. Kraliyet ailesinin resmi ikametgahı. Yaz aylarında ziyaretçiye açıkmış.
 
Aracımızdan inip Grand Place(Büyük Meydan) a yürüyoruz. UNESCO Dünya Mirası. Altın yaldızlı lonca evleri, Belediye Sarayı ve Kral’ın Evi burada bulunuyormuş. Avrupa’nın en güzel meydanlarından biri bence. Bu meydanda bizi bekleyen güzel bir insan vardı. Otelimize gidene kadar olan süreçte Salih Çalışkan ağabey bize mihmandarlık etti. Yürürken ilk karşımıza çıkan Manneken Pis heykeli oldu. Şehri simgeleyen esprili bir figür. İlginçte bir hikayesi var. Brüksel kuşatma altındayken düşmanlar şehri havaya uçurmak için surların altına barut fıçısı yerleştirmiştir. Bir çocuk bunu fark eder ve üzerine idrarını yaparak fitili söndürür. Böylece şehir kurtulur.
 
Bir yandan yürüyoruz bir yandan da Salih ağabey waffle yapan yer arıyor. Aramızda espri konusu olmuştu. Sosyal medyada waffle paylaşımlarıma “Waffle Belçika’da yenir” yazardı. O waffle Brüksel’de ısmarlandı. Belçika çikolatasını bilmeyen yoktur herhalde. Hediyelik çikolatalarımızı da alıyoruz bu arada.
 
Çok kültürlü yapısıyla farklı mutfakların ve sanat etkinliklerinin buluşma noktası olmuş. Salih ağabey Emirdağlı. Türk Mahallelerinin olduğunu söylüyor. Kasabımızdan tutun da marketimiz, berberimiz …Herkes Türk. Burada yaşayan yoğun Türk nüfusuna jest olsun diye bir sokağın adını da “Türk Sokağı” koymuş belediye.
 
Belçika’nın 3 şehrini görme fırsatımız oldu. Brüksel için de şunu söyleyebilirim. Modern, kozmopolit ve Avrupa’nın siyasi ve ekonomik merkezi.
 
Yazıma başlarken “Türkler her yerde.” demiştim. Şimdi de “Elazığlılar her yerde” diyeceğim. Brüksel’de yaşadığım bunu dedirtti. Yemek yiyebileceğimiz mekân ararken epey yorulduk. Sonunda tabelasında “kebap” yazan yeri görünce hemen önündeki masaya oturuverdim. Eşim ve Salih ağabey siparişi vermek için içeri girdiler. Geldiklerinde gülümseyerek “Bunlar da Elazığlı” demezler mi? Yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Yorgunluk uçtu gitti. Daha sonra masamıza geldiler. Aynı gülümsemeyi onların yüzlerinde de görmek güzeldi.
 
Tanıştık Palulu İlyas Şeker ve Karakoçanlı Ahmet Gürgöze bir araya gelip restoran açmışlar. Uzun yıllardır birlikte çalışıyorlarmış. Bitişiğindeki kafe de onlara aitmiş.
 
Ahmet Gürgöze “Buraya ilk geldiğimiz yıllarda çok zorluklar yaşadık. Sokakta kaldım, aç kaldım. Bugünümüze şükür. Şu anda otuzdan fazla insanın ekmek kapısıyım. Her yıl fırsat buldukça Elazığ’a gidiyorum. Memleketime de ev yaptırdım.”
 
Neden memleketten ayrıldınız, diye sorduğumda İlyas Şeker; “Bölgenin geri kalmışlığı, sosyolojik sebepler bizleri buralara getirdi. Sorun sadece ekonomik değildi. Birimiz gelince diğer kardeşleri de tek tek getirdik. Memlekette kalan az, çoğunluk buradayız artık.” dedi.
 
Özlüyor musunuz sorusuna “Özlenmez mi, 92 yaşında anam var. Doğup büyüdüğümüz topraklar” diye cevap verdi İlyas Bey.
 
Doydukları şehirdeydiler fakat doğdukları şehre özlemi gözlerinden anlamamak mümkün değildi. Birlikte kahvelerimizi içtikten sonra bir hatıra fotoğrafı çektirip vedalaştık.
 
Bize ayrılan sürenin de sonuna gelmiştik. Salih ağabeyle de vedalaştıktan sonra aracımıza bindik. “Allah’ım beni güzel insanlarla tanış kıl” diye dua ederim hep. Nice güzelliklerle, yoğun duygularla dönüyoruz otelimize. Bir Benelüks masalının sonuna geldik. Farklı ülkeler, bambaşka kültürler, muhteşem doğa manzaraları, müthiş bir tarihi doku ve en önemlisi birbirine bakınca tebessüm eden insanlar…Daha ne olsun!
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir