Bir Örümceğin Ağına Yapışmış Sinek

MEHMET-BAŞ

MEHMET BAŞ
Bir Örümceğin Ağına Yapışmış Sinek
 
Kanatları kırılmış bir güvercinin düşünde
Tek beyaz yeri dişleri olan bir zenciydim
Uzayın derinliklerinden bakınca
Masmavi olduğu söylenen bir kürenin içinde
Hüzün enleminin keder boylamına demir atmış koordinatların
İşgale uğramış topraklarında her sabah 
İş bekleyen amelelerin  üşüyen ellerinde
Bir tespihçi gibi günleri boncuk boncuk eklerken
Bu kuzgunlar sofrasında diz çöküp kalmış öylece
Daha dilinde söylenmemiş yüz binlerce kelime
Saat kaç daha kaç dakika var ölüme
 
Sessizce giderken bir kervanın peşinde
Güneşin önünden geçen bir kara buluttum
Yeryüzü maskesini takınmış yürüyen mezarlarda
Kırmızı kart yemiş bir futbolcu gibi dönüp dururken
Hatıraların şemsiyesini açıp yağmuru bekleyen
Bir ağaç kabuğu gibi kalbinin kuruyan dallarında
Her sabah içi tarifsiz acılarla parçalanan
Ödünç alınmış bir hayatın yorgunluğuna karışırken
Direkten dönen bir penaltı misali
Tutulmuştu saçları bir mahşer yeline
 
Bir kuzgun gibi beklerken kâinatın leşinde
Sükûtun kadehinden dökülen bir çığlıktım 
Mecnununu arayan bir çölün ortasında
Postacılar Leyla’dan iadeyi taahhütlü mektuplar taşıyordu
Yumurtalarının üstüne yatmış bir tavuk gibi
Bir körfez ülkesinin petrole boyanmış umursamazlığıyla
Romantik ölümlerin realist haykırışlarında
Dans etmesini bilmediği için balolardan kovulmuştu
Keşke bir smokini bir frakı olsaydı bir de pipo uydururdu
Zaman denen hırsız kalleşçe çalmasaydı yıllarını
Yemin ederim yıldızları yerinden oynatır dünyayı durdururdu
Bir nehrin sayıklamalarına karışan bir rüyadan
Akıp durdu karşılıksız bir aşkın seline
 
Kendini çoğaltarak eşsizliğin eşinde 
Kendi enkazı altında kalmış bir ağaçtım 
Gelip geçen kimsenin fark etmediği bir söğütlükte
Kurban derisi toplayan Türk hava kurumu çalışanının sapsarı dişlerine
Nikotinsiz geçen bir gecenin intikamı gibi yapışıp kalmış 
Körler ülkesinde ayna ticaretine atılmıştı bir kere 
Sağırlara doğru şarkılar söyleyerek durmadan bağırdı 
Çaldığı kapıyı açmamak için kırk kilit taksada haramiler
Bir mendil bulup halayın başına geçmenin telaşındaydı 
Düşmüştü garip bir şarkı yine diline
 
Ette beslenen yamyamların ininde
Bir örümceğin ağına yapışmış bir sinektim 
Çırpınışların nabzını sayan bir akşamın saatinde
Ne yapmalıyım sorusunu bir halterci gibi kaldırdı çelimsiz aklıyla
Aklı yavru bir kedinin mırıltılarına karışmış durmadan soruyordu
Kadınların ellerinden tutup timsahların önüne attıklarını gördü 
İtlerin şehirde boyunlarına altın zincir taktıklarını
İmaj dedikleri yepyeni bir puta taptıklarını gördü
Otoparklar çay bahçeleri ve kumarhaneler bunlardan soruluyordu 
Hattı müdafaa değil sathı müdafaa yapmanın tam zamanıydı
Akıl kendi yükünü taşıyıp durmaktan çok yoruluyordu
Birden yaralı bir güvercin gelip kondu eline
 
Bir kalp ararken yeraltının kalbinde
Bir madencinin grizu patlamasında solan yüzüydüm 
Aynı anda dolmaya başlayan iki havuzun probleminde
Aynı anda farklı şehirlerden çıkan iki aracın peşinde
Kelimelerle bir top gibi oynamalı yüzünde bir cebir sorusu çözmeliydi
İçleri dışlarla çarpmalı sayıları birbirine bağlamalı
Tüfeğin tetiğiyle konuşmalı kurşunları ninnilerle uyutmalıydı 
Libido salatasına karışmış nice mavnaları okumalı
Ağır çekim bir pozda gülümsemeli önemli bir görüntü sergilemeliydi
Münafık kalemlerin zehirli mürekkebiyle
Şizofren bir kalbin ikircikli atışlarına karışmalı
Kendi söylediği yalanlara kendisi inanmalıydı
Bir aynanın karşısına geçip kahkahayla güldü haline
 
Sonsuzluğa adayken faniliğin kininde
Yangında en son kurtarılacak bir demirbaştım 
Süper egosunun ağır baskılarına dayanamayarak
Bir kızılderilinin bilinçaltı gibi su yüzüne çıkan
Kolları ve ayakları bağlanmış bir kölenin uzayan tırnaklarında
Bir vicdan azabının inceden inceye sızılarına alışan
Bürokrasinin demirden masalarının üstünde
İş bu evrakta adı geçen el koyma kararında
Köşe başlarını tutan göbekli adamların dolma kalemi gibi 
İşporta tezgâhını belediyenin kıdemli zabıtasına kaptırmadan önce
Yumurtanın sarısını beyazına karıştırmadan yaşarken
Ve ölüm gibi keskin dönemeçleri geçerken
Kalbine bir çığ gibi düşen bir soruyu sordu kendine 
Bilir misin geri dönüşü olmayan bu hikâyeyi
Bir bardak zehri bir dikişte içip hiçbir şey yokmuş gibi ölmeyi
Ve sessizce donakaldı aşkın bu savrulan külünde
En son söylenmemiş bir türkü kaldı dilinde
 
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir