Dede Yadigârı

FİLİZ-SOYDAŞ

FİLİZ SOYDAŞ
Dede Yadigârı  |ÖYKÜ|
 
Selim, gidip bir banka oturdu. Saatine baktı; arkadaşı ile kararlaştırdıkları zamana daha yarım saat vardı. Yerde sarı, kahve ve bakır rengi yapraklar vardı. Bir grup kuş yere konarken kanatlarını çırpınca yapraklar savruldu. Kuşlara ve uçuşan yapraklara bakarken dalıp gitti.
 
Az sonra yanına oturan Nadir, selam verdi. Selim’deki dalgınlık hemen dikkatini çekti. “Nasılsın?” diye sordu. Selim iyi olduğunu söyledi, ama anılardan düşüncelerini tamamen alabilmiş değildi. “Şartlar biraz zordu o zamanlar, hayat çetin geçiyordu ama ne güzel günlerdi. Yine zorlu günlerden biriydi” dedi. Dönüp bakışlarını arkadaşının gözlerine kilitleyerek devam etti. “Okuldan dönerken ayakkabılarımdan içeri sızan kar suyu ile ıslanmış ayaklarımı, içindeki ateşten kızarmış sobaya doğru uzatmıştım. Sobanın üzerinde fokurdayan çaydanlık içimi huzurla doldurmuştu.”
 
“Sizin oralarda hava çok mu soğuk olurdu?” diye sordu arkadaşı.
 
“Hava soğuk olurdu ama yuvamız sıcacıktı. Babam, haftanın üç günü ilçedeki pazara gider, kuru bakliyat satardı. Annem, abim ve ben, pazar günleri kurulan pazarda babama yardım etmeye giderdik.”
 
“Peki, isteyerek mi giderdiniz?”
 
“Hafta içi nadiren okula gitmediğimiz günler olurdu; babama yalvarırdık o zaman da pazara gitmek için, ama babam kabul etmezdi. Yorulmamızı istemediği için sadece pazar günleri götürürdü.”
 
Selim, kafasını hafifçe sallayıp gülümseyince, arkadaşı merak edip sordu. O da cevaben, “babam anneme, ‘hanım ne hikmetse pazar günleri yaptığımız satışta mallar daha çabuk tükeniyor sayende.’ Demişti bir keresinde. Bana göz kırpıp gülümsemişti. Aslında sebebini çok iyi biliyorduk; annem kul hakkından azami derecede korktuğu için tarttıktan sonra üzerine epeyce eklerdi.” dedi. Arkadaşı da gülümsedi.
 
Selim sustu. Dedesinin rahatsızlığının ilerlemiş olduğu günlerden birine savruldu belleği. Sanki o günü yeniden yaşıyordu o an. Dedesi birden bağırdı. “Hep o aksi muhtarın yüzünden oldu; ben daha on yaşındayım ne var ki bizim ineği onun tarlasına saldıysam. Hemen gidip babama şikayet etti. Demin babamdan şamar yedim onun yüzünden.” Selim’in amcaoğulları yedi yaşındaki Ali ve dokuz yaşındaki Yavuz kıkırdadı. Selim öyle öfkeli bir bakış fırlattı ki çocuklar hemen odadan çıktı. Annesine dönüp, “anne, kaç sefer anlattık onlara. Dedemin Alzheimer oluşunu kabullenemiyorum zaten.” Dedesi rahatsızlandıktan sonra genelde sessizce oturur, masum bir çocuk edasıyla etrafı izler, etrafında gelişen bazı olayları anlamaya çalışırcasına bakar bakar arada anlam verememiş gibi omuz silker ve iç geçirirdi. Arkadaşı Nadir, “Selim, daldın…” demesi üzerine düşüncelerini geçmişten koparıp aldı ve “gidelim mi artık?” diye sordu.
 
“Anlatmaya devam etsen olmaz mı? Dinlemekten keyif alıyorum.” diye yanıtladı Nadir.
 
“Karın lapa lapa yağdığı bir sabah, erken saatte annem telaşla uyandırdı beni. Gözlerini kıpkırmızı görünce, korkuyla yatağın üzerine otururdum.”
 
“Ne olmuştu ki?”
 
Selim, sanki yutmakta zorlandığı bir lokmayla mücadele eder gibi zorlandı. “Dedem vefat etmişti.”
 
“…”
 
“Yatağın üzerinde donup kaldım. Bir saate yakın kıpırdamadan durdum. Bir süre sonra yataktan süzülüp odamdan çıktım. Doğru dedemin odasına gidip, kapı eşiğinde durarak içeriye baktım. Kefene sarılmış dedemi defnetmek üzere evden çıkarmaya hazırlananları biraz izledikten sonra gözüm dedemin seccadesi ve tesbihine takıldı; masanın üzerinde duruyorlardı. Usulca gidip onları aldım ve sımsıkı sarıldım.” Selim bir an titredi.
 
“Üşüdün mü?”
 
“Habere açıp kapanan kapıdan dolayı sobanın gücünün evi ısıtmaya yetmeyişi aklıma geldi de o gün ki gibi üşüdüm bir an.”
 
Güçlü, siyah ve kıvrıl kirpiklerinin koruduğu, koyu kahverengi, badem şeklindeki gözlerinden süzülen ılık gözyaşları, seccadeyi kavrayan kollarına peş peşe damlamıştı o gün.
 
Üç gün boyunca dolup taşan ev gözünün önüne geldi.
 
“Çok uzun sürdü mü bu acı Selim?”
 
“Günler geçtikçe yaşam normal seyrine döndü. Babam, yine haftanın üç günü pazara gitmeye başladı. Annem ve abim ile beraber ben de eskisi gibi pazar günleri babama eşlik ediyordum.”
 
Selim, dedesinin yokluğuyla geçen beşinci gününde pencere kenarındaki divana oturup, dedesinden kalan köstekli saati ilk kez görüyormuşçasına incelediği zamandan da bahsetti. Babası, İki amcası ve amca çocuklarına rağmen dedesi bu saati ona bırakmıştı. Ölümünden bir gün önce dedesinin, ufak bir kâğıda yazdığı notla, köstekli saatini odasındaki çekmeceye koyduğunu görmüştü. Ölümünden sonra annesi, dedesinin odasını toplarken bulmuştu o notu; köstekli saatin tam altındaydı. “Köstekli saatim Selim'ime yadigârdır.”
 
“Sen ne kadar zaman sonra dedenin yokluğuna alıştın Selim?”
 
Selim iç geçirdi. Dedesinin vefatından sonra içine kapanıp, az konuşur, az gezer, az yer olmuştu. Dedesinin vefatından sonra geçen üç ay içinde dedesine olan özlemi büyüdükçe büyümüştü. Selim'in durumuna üzülen anne ve babası okulların açılmasıyla umuda kapılmıştı; böylece Selim derslerine ve arkadaşlarına çokça vakit ayırıp, içine kapandığı sessizlikten sıyrılacaktı.
 
“Bir gün eve sevinçle gelmiştim. Annem beni öyle görünce nasılda mutlu olmuştu. ‘Selim’im için içine sığmıyor. Okulda neler oldu bakayım oğlum?’ diye sorarken gözlerinin ışıyışı halen hatırımda.
 
“Peki, okulda ne olmuştu o gün?”
 
“Türkçe öğretmenimiz bir ödev vermişti. Bizim için çok değerli birine mektup yazacak ve bunu sınıfta okuyacaktık. Annem kime yazacağımı hemen anlamıştı.”
 
Nadir de tahmin etmekte güçlük çekmedi. “Dedene yazıldı o mektup değil mi?”
 
Selim cebinden çıkardığı kâğıdı uzattı. “Oku…” dedi.
 
Nadir, sesli bir şekilde okumaya başladı.
 
“Dedem,
 
Ağzımdan çıkan ilk kelimem… Ne kadar okusam da bitiremediğim, bitirmek istemediğim mis kokulu kitabım.
 
Bana ne güzel öğütler verirdin. Hatta bir gün bana dedin ki “Selim'im, oku… Oku, ama okuyan kara cahillerden olma. Beynini bilgiyle donatırken, yüreğini de erdemle süsle.”
 
Hastalandığını duyduğumda günlerce ağladım. Annem ve babam konuşurlarken duydum hastalığının adını: Alzheimer. Benim tanıdığım en bilgili kişi sendin. Sana, bunun nasıl bir hastalık olduğunu sorduğumda bana demiştin ki ‘oğlum, ben bir zaman sonra çocuk gibi olacağım; o zaman nasıl davranırım bilmem Selim'im. Benim üzüntüm sizlere yük olma endişesi.’ O zaman ben, hemen ellerine sarılıp ağlamıştım. Hıçkırıklarımın arasından demiştim ki sana, ‘dedem, sen benim başımdan eksik olma, ben seni sırtımda taşırım.’
 
Dediğin gibi oldu; masum, sakin, nadiren asabilik yalan bir çocuk gibi oldun zamanla. Vefatından sonra, seni öyle çok özlüyordum ki senin gibi davranırsam belki özlemime faydası olur diye düşündüm. Senin gibi sessizleştim, senin gibi az yer oldum, ama bir faydası olmadı. Seni çok özlüyorum dedem.
 
Ah benim yüreği güzel dedem. Sen ne iyi insandın. Karlı günlerde pazardan dönüşümüzü sobanın üzerinde dumanı tüten çayla beklerdin. Geldiğimizde gözlerin nemli olurdu; biz dışarıda üşürken, sıcak sobanın yanında bizi beklemeyi içine sindiremediğini söylerdin. Şimdi yaz mevsimindeyiz, ama ben sensiz ayazda kaldım dedem.
 
Çayım soğuk ve demsiz kaldı. Ne kadar şeker atarsam atayım tatlanmıyor. Seni çok özlüyorum dedem…”
 
Aradan on sene geçmesine rağmen Selim yazdığı gün ki hislerine kapıldı, gözleri doldu.
 
Üniversiteyi bitirdikten sonra işletme okumasına rağmen kendine ufak bir antikacı dükkânı açan Selim, dedesinden kalan köstekli saati dükkânının başköşesine koymuştu. Köstekli saatine talip olanları iki yüz seksen dörtten sonra saymayı bıraktı. Onlara gururla, “bu köstekli saat, dedemin yadigârı.” demekten hiç usanmadı. Çok kıymetli antikaların satıldığı dükkânında işini şevkle yapıyordu. Sık sık anne ve babasını ziyaret eder, dedesinin kabrinde saatlerce vakit geçirirdi. Her defasında da yadigâr köstekli de mutlaka elinde olurdu.
 
Arkadaşı mektubu itina ile katlayıp Selim'e uzattı. “Demek dükkânına gelen onca insanın talip olduğu köstekli saat dede yadigârı…”
 
Kalkıp yürümeye başladılar. “Evet…” dedi Selim. “Dede yadigârı…”
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir