Kırık Gramofon

FİLİZ SOYDAŞ Kırık Gramofon |ÖYKÜ|

 FİLİZ SOYDAŞ  
Kırık Gramofon |ÖYKÜ|
 
Camı hınçla döven yağmur, Simay’a o günü hatırlattı. O eski minibüsten, köyün iki kilometre gerisinde indiği gün… Yağmurun altında yürürken aklından neler geçmişti. Bir öfke ile tayinini isteyip, apar topar yola çıktığı için kendine söylene söylene yürüyordu. “Oh olsun sana! Sen misin bir öfke uğruna terki diyar eden, al sana ceza!”
Kırık Gramofon
Simay böyle söylene dururken köyün girişine kadar geldiğinin farkına varınca biraz rahatladığı geldi aklına. Ne gündü ama, diye aklından geçirince ufak bir tebessüm kondu yüzüne. Nedense bugün aklına devamlı, köye geldiği gün geliyordu. Ortalarda onu karşılayan kimse yoktu o an; olmazdı tabii ne zaman geleceğini soran muhtara, haber veririm, deyip geçiştirmişti.
 
Bunları düşünürken aklına demlediği çay geldi. Kendine bir bardak çay doldurup pencere önünde içerken yine dalıp gitti o güne. Köyün tam girişinde durup, şöyle geriden gözlemleyeyim derken, yan bahçenin çitleri büyük bir gürültü ile çatırdamıştı. Önüne atlayan dev siluet karşısında “imdat!” diye bir feryat koparınca, köylü o sayede gelişinden haberdar oldu.
 
Yaşlı, iki büklüm bir kadıncağız mahcup mahcup yaklaşıp, onu yatıştırmaya çalıştı. “Kızım ondan sana zarar gelmez. O benim aklı evvel, gariban oğlum Murtaza. Çocuk gibidir. Bak sen çığlığı basınca korkup kaçtı.”
 
O günden sonra Murtaza’yı ne zaman görse tebessüm etmediği tek an olmadı. Gözünün önüne devamlı, çığlık attığında Murtaza’nın penguen gibi tatlı tatlı kaçışı geldi.
 
Koca kente sığamayan ruhunu bu ufacık dağ köyüne hapsetmeye niyetlendiği günün hemen sonrasında, bu kararından dolayı çok pişman olmasına rağmen vazgeçmemişti. Sonraları iyiki de vazgeçmemişim dediği birçok gün gördü ve bunun için çokça şükretti. Çayını bitirip işlerine koyulmak için kalkarken, yağmurun dindiğinin farkına vardı.
 
Aradan aylar geçti. Okulun eksiklerini giderip eğitime başlayalı epey uzun bir süre olmuştu. O süre içinde, arada bir kalbini kıran adama mektup yazdı. Yazdığı mektupları, Murtaza’nın bir ikindi vakti kucaklayıp getirdiği kırık gramofonun yanındaki ahşap kutunun içinde saklıyordu. Murtaza gramofonu ona iki ay önce bir akşam üstü getirmişti. Hediyesine teşekkür ettikten sonra “bu gramofonu nereden aldın Murtaza Abi?” diye merak edip sorduğunda, Murtaza, rahmetli babasının askerlik yaptığı sırada ona birinin hediye ettiğini söylemişti. Babası devamlı dinler, dertlenirmiş.
 
O günden sonra bazı akşamlar çıkartıp çalarken, bu kırık gramofondan çıkan cızırtılı sesler gibi anıları da kesik kesik geliyordu kalbinin derinliklerinden.
 
O akşam yine gramofonu açtıktan sonra kâğıdı ve kalemi alıp içini dökmeye başladı.
 
“Hayatta en çok korktuğum şey, senin tarafından unutulmaktı. Seni kaybetme düşüncesi, kalbime tarifi imkânsız acılar çektiriyordu. Bir zamanlar senin tarafından seviliyordum ve bunu bilmek, bildiğim en güzel şeydi.”
 
O sırada kapı çaldı. Kâğıdı kalemi bırakıp kapıyı açmaya gitti. Gelen Murtaza idi. Simay’ın gözlerindeki yaşı görünce hiçbir şey demeden ağlamaya başladı. Simay, onun bu hassaslığı karşısında donup kaldı. Bir süre öylece kaldılar. Elindeki çörek dolu tabağı ona uzatırken halen ağlıyordu. Simay onun bu masum haline bakıp, bu köye geldiği ve Murtaza’yı tanıdığı için yine şükretti. Kapıda ayak üstü konuşmaya başladılar.
 
“Murtaza Abi, buraya gelmeden önce öyle ağır yükler taşıdım ki onları taşımaya nasıl gücüm yetti hayret ediyorum şimdi. O günler çok geride kaldı ama omuzlarım halen ağrıyor.
 
Murtaza, "sen hamal mıydın?" diye sordu. Simay onu çok iyi tanıyordu ve bu soruyu sorarken ironi yaptığını anladı.
 
"Evet ama eskiden öyleydim. Artık omuzlarımda o ağır yükleri taşımıyorum ki neden omuzlarımdaki sancı geçmedi?"
 
Murtaza acı acı güldü. "İnsan yükü bu, başka bir şeye benzemez. Omuzların artık onları taşımasa bile zamanında öyle yormuştur ki seni, ağırlığının verdiği hissi kolay kolay atamazsın omuzlarından.” Simay ayak üstü derin düşüncelere daldığı sırada, Murtaza arkasını dönüp gitti.
 
Ertesi sabah erkenden uyandı. Etrafta dolaşmak için okul saatinden biraz erken çıktı evden. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile yürürken Murtaza karşısına çıktı. “Allah iyiliğini versin Murtaza Abi, yine aniden çıkıverdin.” deyince ikisi de güldü. Murtaza’ya abi diyen tek kişi oydu. Köydeki herkes sever ve incitmekten korkardı. Çocuklara, Murtaza’yı küçümseyici hareketler yapmamaları, yaparlarsa Allah’ın onlara bir ceza vereceği söylenirdi.
Hatta bir gün Simay, köydeki çocuklardan birinin Murtaza’nın koşuşuna güldüğünü gören annesinin onu payladığına şahit oldu. “Oğlum gülme, günah! Derler ki aklı evvel biri çocuk gibi olur, sakın ola ki kalbini kırmayın onun gücüne gitmese de Allah’ın gücüne gider.” Murtaza yaşını başını almış, elli iki yaşında bir adam olsa da onlar için bir çocuk gibiydi, bu yüzden kimse abi demezdi. Simay’ın kendisine abi demesi belli ki hoşuna gidiyordu. Arada ona öyle kıymetli laflar ederdi ki Simay bazen duygulanıp ağlardı. Murtaza’nın tertemiz bir kalbi vardı; kim ne iş verse koşan, biri ona kızsa da masum masum bakıp gülümseyen bir adamdı Murtaza.
 
O gün okul çıkışı Murtaza ile yan yana yürürken, “Murtaza Abi, kim ne derse desin sen derin bir adamsın. Şimdi sana bir şey sormak istiyorum. Sence aşk nedir?” diye sordu.
 
Murtaza hiç düşünmeden cevap verdi. “Aşk, dalında sadece tek meyvesi olan bir ağaçtır. Senin gözünden sakındığın o meyve, bir gün olgunlaşıp, dalından süzülerek, ağacın altında olan kişinin kucağına düşer. O kişi meyvenin kıymetini bilip severse ne ala, yok bilmezse çekeceği var kalbinin, geçmiş ola. Derler ya hani bir sefer aşık olunur diye, işte o ağaçta tek meyve olmasındandır bu.”
 
Simay yine hayretle baktı yüzüne. Köylüler arasında içine kapanık, konuşmayan, meczup diye bilinen Murtaza’dan böyle değerli sözleri sadece Simay’ın duyması, Simay için gurur vericiydi.
 
Aradan bir yıl geçti. Bu süre içinde sanki bu köyde doğup büyümüş gibi alıştı ve sevdi. Akşamları bazen köydeki kadınlar ona geliyor bazen o ziyaretlere gidiyordu. Daha çok Murtaza ve annesini ziyarete gidiyordu elbette. Ve böylece Simay, o köyün bir ferdi oldu.
 
O öğlen vakti telefon her zamankinden daha ısrarcı bir halde çaldı. Çoğu zaman açılmayınca, bir süre sonra susardı. Sonunda dayanamayıp açtı. Telefonu kapatır kapatmaz ağlaya ağlaya yola çıkmak için hızlıca hazırlandı. Muhtar onu ilçeye kadar götürmek için geldi. Murtaza ise köyün dışına kadar onlarla gitti.
 
Köyün çıkışında arabadan inip Murtaza ile vedalaştı. Hatta arabaya binmeden önce de koşup boynuna sarıldı. Murtaza’yı o an defnetmeye gittiği abisinin yerine koymuştu.
 
İki hafta sonra geldi. Acısından olsa gerek çok fazla kilo kaybetmişti. İlk gelişinde olduğu gibi yine öğlen vakti eski püskü minibüsten indi. Köyün girişinde inmek istediğini, yürümeye hiç mecalinin olmadığını söyledi ancak şoför “bu araba köyün o engebeli yoluna girerse hurdası çıkar.” diyerek reddetmek zorunda kaldı. Hatta defalarca bunun için özür diledi.
 
Dinlene dinlene yürüyüp köye vardı. Ortalıkta kimseler yoktu. O sırada köyün ahalisi, aklı evvel, gariban Murtaza’yı defnediyordu. Köye yağmaya başlayan yağmur da Murtaza’ya meleklerin yasıydı besbelli. Okulun saçakları altına sığınıp birilerinin gelmesini bekledi. Bulutlar varını yoğunu köyün üzerine döküp duruldu. Yağmurun dinmesi ile köylü de göründü nihayet. Önden gelen Murtaza’nın annesi, başına vura vura ağlıyordu. “Ah Murtaza’m, benim garip oğlum. Yaşlı ananı bırakıp da gittin!”
 
Simay olduğu yere çöküp kaldı. Kalbinin bir tarafında tarifi imkânsız bir sızı hissetti. Bu sızı yüzünden zor nefes alıyordu. Elini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. Hıçkırıkları arasından sadece tek bir söz duyuluyordu. “Murtaza Abi!”
Kırık Gramofon
Kırık Gramofon

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir