Terzi Saniye

İLKNUR İŞCAN KAYA Terzi Saniye |ÖYKÜ|

İLKNUR İŞCAN KAYA
Terzi Saniye |ÖYKÜ|
 
Kalıbı, itina ile serdiği kumaşın üzerine yerleştirdi. Şimdilerde biraz zayıflamış olabilirdi ancak bire bir örneği olarak gördüğü; yıllanmış kalıp üzerine dikeceği elbise, tam oturacaktı ona. Bundan o kadar emindi ki; sabunu etrafında gezdirirken yüzünde en ufak bir kuşku ifadesi yoktu.
 
Yorgun kumaşa dudak bükerek baktı. “Onun da seçim hakkı olmalıydı…” diye geçirdi içinden. “Benimle olmak istemiyordur belki… Bu bir dayatma!” Sonra yabancı biri gibi düşüncesini payladı. “Yok artık! Daha neler… Bir kumaşa seçim hakkı vermediğin kalmıştı Saniye, onu da aklından geçirdin ya…” dedi.
 
Aklı ile mantığı bir türlü anlaşamıyordu zaten. Rahmetli kocasının dediği gibi, dirliksizin biriydi işte.
 
Günde binlerce yolcu taşıyan minibüsler, limanda yük indiren gemiler, yaşlarla dolu bulutlar ondan daha az alıp verme yapıyordu belki de…
 
Sabah -yıllardır birbirinin yüzünü göre göre- akraba olduğu, eski sandığının yanına çökmüş; içinde kalan üç beş şeyden, bu kumaş gözüne ilişmişti. Eline almasıyla zihninde hatıralar canlanmış, kırk beş yıl önceye gitmişti. Siz bakmayın onun kırk beş yıl dediğine. Aslında -o zamanlar için- evde kalmış bile sayılabilirdi. Biz düz hesap kırk iki yıl diyelim.
 
Kayınvalidesinin iki hediyesinden biriydi elindeki kumaş. İçinden gelmediği için, ne bir şey dikebilmiş; ne de kayınvalidesi birinin üzerinde görür de, sonunu kestirebildiği sayısız olay çıkar diye, elden çıkarabilmişti. Unutulup kalmıştı sandığın dibinde o güne kadar ya da yüreğinin bir köşesinde…
 
Sarı kumaşın üzerinde kırmızı çiçekler, ara ara maviler -hakkını yememek lazım- yeşilin en yoğun tonu yapraklar, ara ara siyah noktalar…
 
Modası geçmişti. Kendine benzetti… Kumaşın deseni, renkleri, albenisi üzerine düşünmedi sonra. O güne değin binlerce etek, gömlek, elbise diken elleri, terzi dükkânını kapattıktan sonra ilk kez dokunmuştu makineye.
 
Gözlüğünü burnuna doğru indirdi. Biçtiği, teğellediği kumaşı iğnenin önüne verirken, ne yapacağından emin, yılların verdiği tecrübeyle hareket ediyordu.
 
Babasının evlilik hediyesi, örümcek ayaklı dikiş makinesi takır tukur kumaşı dikerken, yetmiş dört yıllık ömrü önünden geçiyordu sanki…
 
Bir ara perdeden sızan ışığa daldı gözleri. Bu sakarlığı -yarım saatini sökmekle geçirdiği- yanlış dikişe mâl olunca, gözünü kumaştan ayırmamaya karar verdi.
 
Elbiseyi bitirince havaya kaldırarak, kollarına, telalı manşetlerine, yakasına detaylı şekilde, dakikalarca baktı. Uzun kalan ipleri kesti. Makineyi yavaş yavaş ahşap sandığına indirdi. Üzerine örtüsünü serdi. Etrafı temizledi; kanepeye oturdu.
 
Karşı kanepeye serdiği elbiseye baktı uzun uzun. Hazırdı işte… Pek güzel olmuştu. Kendisiyle -bir kez daha- gurur duydu. Yaşama sevinciyle de… Yerinden yavaş yavaş doğruldu.
 
Aynanın karşısındaydı. Yüzüne bakmasa, gencecik bir kız sayılabilirdi. Kollarını boncuklu bileziklerle süsledi. Parmaklarına yüzükler taktı… Gittikçe küçülüyordu sanki. Gülmeye başladı.
 
Bir ara, birkaç ay önce gelen torununun unuttuğu tokayı, saçlarına takmayı düşündü. Vazgeçti… Ayağına kırmızı ayakkabılarını giydi. Şimdi babasını bekleyen, lunaparka ya da bayrama gidecek küçük bir çocuktan farksızdı. Ağlamaya başladı. Gören de elma şekerini çaldırdı sanırdı.
 
Kapı çaldı. Tekrar keyiflendi. Neşeyle kapıya koştu. Gelen babası olmalıydı.
 
Karşısında kızı vardı. Zor hatırladı… Bir şeyler söylüyordu…
 
“Anne ilaçlarını getirdim. Geç kalmadım değil mi?”
 
Üzerine baktı. Ayakkabılarına, boncuklu bileziklerine, sarı zemin üzerine kırmızı çiçekli elbisesine, yeşilin en yoğun tonuna… Hiçbiri yoktu…
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir