Zoraki Hayat

İLKNUR İŞCAN KAYA Zoraki Hayat |ÖYKÜ|

İLKNUR İŞCAN KAYA
Zoraki Hayat |ÖYKÜ|
 
“Bu fırtına da neyin nesi böyle? Hayatımdaki fırtınalar bitmezken şimdi de gel bununla uğraş. Ne çatı bırakır ne de bostan. Bari yağmur yağmasa ardından. Gerçi ektiğim salatalıklar, domatesler yüzümü güldürmemeye yeminli gibi. Hadi güz dedim; soğuk dedim. Zemherinin başı dedim. Bu bahara ne oldu? Derdi ne?”
 
Kadın söylenedursun adam elinde gazetesi, gözleri satırlarda gezinirken buğulu cama çevirdi bakışlarını. Sıkılmıştı oturmaktan. Kadının bahçede uçuşan fistanı, yazması belli belirsiz görünüyordu. Elinin arkası ile camın buğusunu sildi. Nasıl olsa kadın arkasını dönmüş, onu görmüyordu. Nereden bilecekti o çok kıymet verdiği cama el izini bıraktığını. Sonra kendisini ikna edememiş olacak ki, çevresine bakındı. Önündeki sehpada duran bardağın altındaki örtüyü kavradı. Hızlı bir hamleyle camda duran izleri silmeye başladı. Neydi çilesi. Yıllar yılı usanmıştı bu kadının titizlik hastalığından. Allah canını alsa da kurtulsaydı. Cama yaklaşabildiği kadar yaklaştı. Bir ispat kalmadığından emin olmak istiyordu. Kalmamıştı… Camlar onu ele veremezdi artık.
 
Ona baktı; elini yüzüne vermiş, uzaklara dalmıştı. Üzerinde gezinen kara bulutlar yerlerine mıhlanmış, öylece duruyordu. Üzüldü haline. Lastik ayakkabıları toprağa batmış, onu dinliyorlardı sanki. Ayaklarını toprak sığınağına saklamış da olabilirdi. Toprağın, adamdan daha güvenli bir liman olduğu kesindi.
 
Kadın aniden cama baktı. Göz göze geldiler. Bakışları sertti. Adam yakalanmış, bakışlarını gizleyecek bir yer bulamamış, ortada kalmıştı. Ortada kalmışlığın verdiği suçluluk duygusuyla adam camı süzdü. “Anladı mı acaba” diye düşünürken, buğunun yuvarlak görüntüsüne odaklandı. Kesin başı dertteydi… o gün yemek yoktu ona. Küçücük suçunu ortaya döken camı parçalamak istedi. Yumruklamak… Siniri haşere gibi içini yemeye koyulurken, kadının bakışları çözülen bir buz gibi erimeye, yumuşamaya başladı. Şimdi adam, öfkesini koyacak çekmece arar, yeni yollara fikirlerini sokmaya çalışır oldu. Onları tanımamışlıktan gelirken, kötü huylu vesveseler yaşanan durumdan emin olmak istedi. Gerçekten gülüyor muydu kadın? Ona gülüyor muydu? Her gün lânet okuyarak ihtiyaçlarını giderdiği, yarı aç, yarı tok bıraktığı adama gülüyor muydu? İlk kez… Yıllar sonra…
 
Kısa sürdü bu bakışma. Adam hâlâ etkisi altındayken, çekinerek ona baktığı, onun da kaçamak bakışlarla kendisini süzdüğü gün geldi aklına. Apar topar nişanlanmaları, ona -onun tabiriyle- fukara bir yaşam sunuşu, mutluluğu bulduramayışı, bir evde iki yabancıya dönüşen halleri, suskunlukla geçen ömürleri, olmayan çocukları… Kavgaları, kırdığı kalbi, uzaklaşmaları. Ve sonrasında üreyen aşağılamalar, hakaretler, ağlamalar, çözümsüzlükler, nefret…
 
“İstemezdim böyle olmasını” dedi yüreğinin sözcüsü, ele dönüşen yüzü. İstemezdim… Evlatlığımız dâhi bizden gitsin istemezdim. Tutunduğumuz dal kurusun, çiçeklerini meyveye duramadan döksün istemezdim. Seni hayatından bezdirmek, aldatmak, bırakıp bırakıp yıllarca yaban ellerde gün değil ömür doldurup, sonra yolladığım üç beş kuruşa güvenerek kapına dayanmak, bir de hastalığımla seni yormak istemezdim be! Ama oldu tüm bunlar. Eline geçen üç beş kuruşla yaptırdığın şu dama sığındım işte. Gidecek yerim yok; bana açılacak hiçbir kapı yok. Sen de haklısın ama hayatımda olan zelzeleden hiç haberin yok. Önüme koyduğun, sahanda alelacele yapılmış tirit bana ziyafet sofrası, yanık bulgur pilavı şu fani dünyanın en güzel aşı; dupduru ayran kefir mayası.
 
Kadın yabancı otları temizliyordu şimdi. Çektiğini kenara fırlatırken, zaman zaman cama bakışları değiyordu. Adam uzun yıllardır okumaya meyletmediği bakışları adeta milim milim tezgâhta dokuyarak, mesajını beynine işliyordu. Bunu ona yaptıran çaresizlik duygusu mu; sevgi miydi? Her ne kadar kalbini kandırmak istediyse de, bu duygunun -sadece- çaresizlikten doğduğuna karar verdi.
 
Önüne baktı… Utandı. Yüzü kızardı. Fenalaştı… Eline baktı sonra… gittikçe ağırlaşıyordu sanki. Ağırlaştı, ağırlaştı. Dayanamıyordu; ağırlıkla başlayan ağrı dayanılmazdı. Kendine hâkim olamadı. Yüzüne bir tokat oturttu. Sersemledi. Sandalyesinden düşmekten son anda kurtuldu. Diğer eli yardıma yetişecekken yerinde olmayışı, bedenini devreye sokmuş, camın önüne konmuş taş ona insaf etmişti.
 
Eline baktı. Biricik eline. Kırmızı gül rengindeydi. “Hak ettin sen bunu” dedi. “Hak ettim ben bunu” Kadına baktı. Hayatını berbat ettiği kadına. Yeri çapalıyordu. Yaşlanmaya evrilmiş bedenine; terlemiş alnına. Kocası olamamış kendine baktı; cama yansıyan siluetine. Fabrikada çalışanlara bile daha verici olduğu günler geldi aklına. Güldüğü söylediği; demli çaylar ikram ettiği ahbapları. Kimse yoktu şimdilerde. Kimi küçük bir çukurda kıyameti bekliyor, kimi çoktan izini kaybettirmiş, kim bilir neredeydi?
 
Kadını yerde gördü. Doğrulmaya çalışıyor, başaramıyordu. Yardım etmek istedi ancak ne fayda. Yavaş yavaş doğrulan kadın oldu yine. Düştüğünde kalkabilen hep o değil miydi? Üzerini silkelerken o, adam kendisini toz toprak hissetti. “Beni de bir silkelese, kurtulacak” diye geçirdi içinden. Haksızlık mı ediyordu yoksa kendine. Çekilir bir yanı var mıydı? Yoktu… Yoktu. Şu saatten sonra o dediği olur muydu? Ümidi hiç yoktu.
 
Evlatlığı giderken ne laflar etmişti. Ayna tutmuştu hayatına. “Ben seni babam bildim. Ama bir babalığını da görmedim. İki yabancısınız. Benimle birlikte üç olunca, evlenmekten gayrı çarem yok. Keşke beni almasaydınız. Küskün iki dağın arasında yaralı bir geçit oldum; her günüm bununla geçti. Akşam eve gelirken çocuklarına küçük hediyeler alan, onlarla gülüp söyleyen babalar var ya hani. Yüzünde çiçekler açan anneler. Bunlar benim için hayal oldu. Hoşça kal baba. Hoşça kal.” Gitmişti sonra. Zoraki konuşmalarla geçen bayram ziyaretleri, aynı yabancılık, çoğunlukla evde olmayan adam. Mutsuz, duyguları hırpalanmış kadın.
 
Kadın yine güldü. Adam şaşkındı. “Neden benim gibi bir adama güler ki! Hayatını altüst ettim.” Buna rağmen yine de duygularının okşandığını, koltuklarının kabardığını hissetti. Kendini değerli hissetti. Kadın -her şeye rağmen- ona gülüyordu. Evet gülüyordu. Sonra… Sonra dudaklarındaki tebessüm düzleşti. Yoksa onunla dalga mı geçiyordu bu kadın. “Yok canııııım” dedi. Dalga geçmezdi. Aralarında sevgi kırıntısı dahi yoktu ama her daim kocasının arkasında olmuş, önünü ardını toplamış, kimseciklerin diline düşürmemişti onu.
 
Kadın kalktı. Adam camın ardından ona bakıyordu. Gazetesi o sırada yere düştü. Onu yerden almayı hiç düşünmedi. Gülümsüyordu hâlâ kadın. Avucunun içinde nadide bir mücevher taşır gibiydi. Adam da ona gülümsedi. Cama yaklaştıkça, adamın yakınına geldikçe adamın mutluluğu arttıkça arttı. Yüzü daha çok aydınlandı. Kadınla aralarındaki -yılların katmanlaştırdığı, kalınlaşmış- buzların eridiğini görüyordu. Sular altında kaldığını, gırtlağına kadar bu duyguyla kaplandığını, boğulduğunu hissetti.
 
Kadın adamı teğet geçti. Hâlâ gülümsüyordu. Adamın gülüşü solarken, gözleri hâlâ kadındaydı. O sırada anne kaplumbağa, yavrusuna kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Kadın gülümserken…
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir