“Kürk Mantolu Madonna” Hakkında

FUNDA GÖKÇEN

FUNDA GÖKÇEN
“Kürk Mantolu Madonna” Hakkında Bazı Mülahazalar
 
Okuduğum kitaplarda beni en çok cezbeden şey anlatıdan ziyade yazarın iç dünyasına duyduğum tecessüstür. Bu bağlamda biraz Sabahattin Ali'nin hayatına da değineceğim bilahare.

Bir kapı daha aralanıyordu belleğimden içeri. Meçhul bir kuvvet çağırıyordu beni Raif Efendi'nin gizemli dünyasına. Kitabı aldığım günden itibaren okumak için sabırsızlanmış; bilme, tanış olma vaktinin gelmesini beklemiştim heyecanla. Nihayet vade dolmuş ve kapıdan içeri girmiştim bile.

İlk satırlarda kahramanları tanırsınız ve sonra kitap sizi içine çekmeye başlar ya hani, her zaman olduğu gibi.  Hatıra defterinin zuhur etmesinden itibaren emsalsiz bir ahenge kapıldım ben de, zihnimde latif bir gevşeme hâsıl oldu. Çekim gücüne karşı koyamadım ve kapılmaya başladım çünkü çoktan manyetik alana girmiştim bile.. Raif Efendi’nin günlüğünün içine daldıktan sonra içimdeki duygular kıpraşmaya başladı. Olayın vuku bulmaya başladığı ilk zamanlarda biraz soğuk buldum açıkçası. Hani aşkı hakkı ile anlatamamış diye düşündüm çünkü Maria Puder'den aşkın kutsallığına dair her hangi bir iç konuşma ya da bir iz bulamamıştım.

Arıyordum o istediğim hissi daha tam olarak verememişti öykü bana. Ne zaman ki Raif Efendi memlekete döndü işte o zaman içim yavaş yavaş ezilmeye başladı. Sonra düşündüm kendi kendime insan kendine acı vermekten zevk alır mıydı? Bu da başarılı bir romanın sırrından olsa gerek. Her neyse hikâyenin sonunda tersinden akan bir ırmağa döndüm. Beni oldukça şaşırtıp hüzne boğan Maria Puder'in başına gelenler, Raif efendinin iç dünyasına çekilip dışarıdaki şaşalı kalabalığa inat kabuğunun içinde tek başına yaşaması bana -Yalnızlık aslında tek başına mı olmaktır, yoksa tek başına mı kalmaktır? Yalnızlık aslında seni anlamadıklarında…- dedirtti.

Raif Efendi o asil yalnızlığında aşkını yüceltmiş ve kendi dünyasında kaybolmuştu. Ruhunu sefil arzulardan bertaraf ederek, hiç bir şeyden teselli bulmak istemeyişi şahsını ulvi bir iklime taşımıştı. Olayın sonunda muhayyilem dumura uğradı, gerçek romanın başarısı da bunda yatmıyor muydu? Okuyucuyu ters köşe yapıp şaşırtmak… İç konuşmalar bilinç akışı ve duygu tasvirleri muazzamdı. Çok sade bir üslup, sanat kaygısı gütmeden oldukça yalın bir dil ve o gün bugündür okunduğu zaman size estetik haz veren tasvirlerle bezenmiş bir eser… Gerçekten değerdi doğrusu.

Daha önce neden okumadım diye pişman olmuyorum hiç birincisi bilme zamanı yeni gelmiş, ikincisi de tenkit çalışmasını öğrendikten sonra daha bir zevkine varıyor insan. Nasıl değerlendireceğini bilmek okumaya daha da zevk katıyor diyebilirim. Bu bağlamda birçok eseri yineliyorum. Özellikle "Türkçenin Sırları"  kitabını okuduktan sonra daha bir sindirdim zihnimde. Güzel dilimizin sırlarına, o kelimelere musiki katan ahengine vakıf olduktan sonra dimağımda kalan o hoş lezzet beni uçurdu diyebilirim.

Avrupaî yaşam tarzında başlayan münasebetleri hasebiyle ilk başlarda biraz uzak ve itici buldum. Akabinde gelişen olaylar neticesinde yavaş yavaş ısınmaya başladım ve ortalarına doğru iyice sardı ki artık elimden bırakamaz hale geldim. En kısa sürede okuduğum kitaplar arasında. "Bir akşam vakti çerez niyetine, çıtır çıtır atıştırmalık" diye tabir ettiğim "Latif Kitaplar" listeme kolaylıkla yazabileceğim türden bir eser idi. Beni en çok etkileyen şey yaşadıkları aşktan ziyade birbirlerine zıt kişilikler olmalarına rağmen, sevdaları uğruna karşı karaktere indirgenmiş hikâyeleriydi.

 Anlatım dilini ve üslubunu çok beğendim. Yazar beğenilme kaygısı gütmeden, tumturaklı ifadelere, ağdalı cümlelere hiç yer vermeden, yalın bir dille aktarmış hislerini.  Üniversitedeyken Eleştiri Kuramları diye bir dersimiz vardı. Öyle cümleler vardı ki okuyorduk ama hiç bir şey anlayamıyorduk. İşin kolayını birtakım kodlar ile kavramları birbirine bağlamakta bulmuştum. Nihayetinde doğru yanıtlar verdik ve dahi iyi puanlarla o dersi geçtik fakat cümlelerin bugün hâlâ ne anlama geldiğini anlayabilmiş değilim.

Şunu demek istiyorum ki hani bazı eserler vardır ya sayfalar dolusu okursunuz ve geriye dönüp baktığınızda hatırınızda hiç bir şey kalmaz. Tamam amenna okurken sanatlı yüksek söyleyiş zevk veriyor, imgelerle muhayyilenizi doyuruyor fakat ne anladım bundan, bana ne bıraktı diye düşündüğünüzde tek bir cümle kalmıyor aklınızda. Eğer ardında felsefi bir derinlik yok ise, bir mesaj ya da duygu içermiyorsa bağlamdan bağımsız bir metin kalıyor oracıkta. Hoş günümüzde bu tür sanat tarzına daha çok temessül ediyor insanlar. Kral çıplak ben biliyorum ama söyleyemiyorum. Ben bir eserin insana verdiği haz kadar faidesini de önemsiyorum. Okudukça, bildiğim ölçüde, hissettiklerimi aktaracağım sizlere.

-Anlatıda bilinç akışı yöntemini seviyorum.-

Kitabın dipnot kısımlarında günümüzde kullanılmayan sözcüklerin anlamlarını vermesinden anlıyorum ki sadeleştirilmemiş yani günümüz konuşma diline uyarlanmamış zaten okuduğum eserlerde hususiyetle bu noktaya dikkat ediyorum zira ben Türkçemizin kadim kelimelerini seviyorum.  Metnin pervazındaki eski kelimelere yapılan izahların az olmasından anladığım: eser günümüz diline çok yakın. Seçici algıma takılan iki cümle dışında dili oldukça sağlam buldum.

"Ondan ayrılmanın bana güç geleceğini biliyordum. Fakat bunun bu kadar korkunç, bu kadar acı olacağını tasavvur edememiştim."

 İnsanın ruhuyla yaşamaya başlaması, aşk için, aşk yüzünden bir ömrü hebâ etmesi ve aşksızlıktan ölmesi içimi parça pinçik etti.

"Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu."

Bir insanın ruhen böyle kuvvetli hisler besleyebilmesinin sırrını, ezelde yazılan tanış olma cihetine bağlıyorum. Zira adam kadının önce tasvirine sonra varlığına âşık oluyor. Buna benzer bir olaya şahit olmuştum vakti zamanında. Kız radyoda bir şarkı dinliyor ve önce o 'ilk duyduğu ses'e âşık oluyor. Günlerce tasavvur ediyor, besleyip büyütüyor ve nihayetinde sesin sahibiyle tanışıyor. Sonra cismine yeniden âşık oluyor. Bu tür vakıalar olabiliyor. Ben bu hâdiselere aklımızın erişemeyeceği, açıklanamayan bir giz; yaradılışımızdan itibaren  – aşkın ruhumuzun katmanlarında oluşturduğu –  çözülemeyen bir sır olduğu gözüyle bakıyorum.

"Şimdiye kadar kendime bile söylemekten çekindiğim taraflarım, hiç bana haber vermeden, saklandığı yerlerden çıkıyor ve ortaya dökülüyorlardı. Bir insana ilk defa kendimden bahsettiğim için bütün çıplaklığımla, hiçbir şeyi örtbas etmeden görünmek istiyordum."

"İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar etmez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir."

Tek bir kalbe mahsus olup, başka şeye şümulü olmaması mıydı insanın yalnızca ulvî aşka hasrolunması? 

Sabahattin Ali'nin yukarıdaki iç sesleri,"Zihniyet-i inhisâr, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor." (Risale-i Nur / Sözler) sözlerini düşündürttü bana.. Bu mevzu biraz derin şimdilik beri duralım zira konumuz dağılmasın.

Şimdiye kadar hislerimi aktardım bundan sonra şekil ve teknik bakımdan bir kaç kelâm edeceğim: Roman çerçeve ve öz olmak üzere iki ayrı zaman dilimiyle anlatılmış. Yazar diğer eserlerinde olduğu gibi iç içe giydirilmiş hikâyeleri helezonik üslupla son derece başarılı bir şekilde işlemiş.  Birinci katmandaki özne, kurgu bakımından sadece dış kabuk cihetinde ve silik kalmış buna rağmen altyapıyı sağlam buldum.

Hikâyede kozmik zaman dilimleri, ileri geri geçişler olmadığı için akış son derece anlaşılır ve sade. Kurguyu eşzamanlı olarak tasarlamasına binaen, tarihler vererek yaptığı geri dönüşlerde: "Mütareke seneleri" "Sanayi Nefise Mektebi"  Arap harflerinin kullanılması gibi olaylarla pekiştirip sosyal / tarihî unsurları belirginleştirmiş olduğunu düşünüyorum. Sosyal kaygılardan ve siyasetten uzak kalarak merkezine aşkı ve iki insanın hayatını alması bakımından bu eser bana bir dönemi saran klasik aşk romanlarını hatırlattı. Bununla beraber  yazarın ustaca yaptığı ruh tasvirleri, çözümlemeler ve iç seslerin uyumu, roman hakkındaki düşüncelerimi klasiklerden sıyırıp yeni bir çehre kazandırdı ve hislerim farklı bir noktada konumlandı.

Bütün kudretini yalnız kendi olmakta bulan iki kişinin güven anlamında kendilerini tüm insanlardan tecrit etmeleri ve individüalizmlerinden sıyrılarak kısa bir süre de olsa tek ruhta can bulmaları çok sağlam tasvir edilmiş, en çok bunu beğendim.

Katıksız bir aşk hikâyesi diyemeyeceğim çünkü kadının ruh tahlilleri çok zayıf kalmış. Aşkı yücelten bir bakış açısı değil de Avrupaî yaşamdan tasvirleri gördüğüm için içimdeki o ulvi aşk kavramı pekişmedi doğrusu. İnsan özünden, kültüründen bir şeyler bulmak istiyor okuduğu eserde. Hatırlıyorum da  "Hasan Boğuldu" öyküsü bana edebiyatı sevdiren ilk eserlerden birisiydi. Okurken beni Kaz Dağlarının zirvelerine taşıyan o tasvirler ve Yörük kızının gözlerinden gördüğüm manzara beni adeta büyülemişti doğrusu. Samimiyetle söylemeliyim ki aynı tadı, aynı hissiyatı yakalayamadım doğrusu "Kürk Mantolu Madonna"da . Bir şeyler eksik kalmıştı belki daha çok duygu tasviri olmalıydı. Mesela aşk kavramını ve tasvirlerini oldukça zayıf buldum.

Hülasası üst üste bir kaç defa okunduğunda bile her defasında yeni hisler besleyeceğine inandığım bir eser olarak kalacak belleğimde. Son cümle okuduklarımdan aldığım intiba beni "İçimizdeki Şeytan"a doğru sürüklemeye başladı. Ya nasip… Yazımın sonunda aklımda iz bırakan en yalın ve en beğendiğim bir cümle ile veda ediyorum sizlere, hayat felsefenizi oluşturması temennisi ile.

“Ara sıra kendi kendimizden kurtulup cereyana kapılmak hoş bir şey. Ne dersiniz?"

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir