FUNDA GÖKÇEN
Ülfet
“Ülfet belalı şey fakat uzlet sıkıntılı” diyor Yahya Kemal bir dizesinde. Yazarı anlamaya çalışıyorum ilk önce. Acaba ne demek istedi diye. Şöyle bir zihnimi yorduktan sonra içimde yankı bulmaya başlıyor bu cümleler daha doğrusu kelimeler. Kelimeler diyorum çünkü bütünden parçaya doğru yol buluyor düşüncelerim ve önce ülfet kelimesini ele alıyorum.
Nedir ülfet?
Osmanlıca bir kelime olduğundan bir müddet vezinlere takılıyor aklım. if’âl vezninden türemiş, natık harfleri attıktan sonra asli harflerini bulayım derken iyice kafam karışıyor ve merkezden uzaklaştığımı fark edip sözlükten bakmaya karar veriyorum.
Alışma, alışkanlık diyor TDK bana ilk maddede ve tanışma, görüşme diye ekliyor ikinci maddesinde. Ben ilkine takılı kalıyorum şimdilik yorumumu alışkanlık üzerine kuracağım.
Alışkanlıklarımız…
Nelerdir sizce ülfet ettiklerimiz? Herkesin bir alışkanlığı, alıştığı, zamanla varlığını kanıksayıp farkına bile varmadığı birçok şey vardır hayatında.
“Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”
Diyor Hayali bir şiirinde. Bu sıralar kendi içimde sık sık yolculuğa çıkıyorum hiç bilmediğim coğrafyalarımı bulmak için. Her defasında yeni bir keşifle ellerim dolu dönüyorum ama kimse göremiyor onları. Tıpkı Hemingvay' in Yaşlı Adam ve deniz romanındaki yaşlı balıkçının tuttuğu balık gibi. Kıyılarıma gelene kadar bir bir gidiyor elimden ama netice ne olursa olsun, ben bir kâşif olduğum için her defasında kazançlı çıkıyorum. Bu seferki çıktığım yolculukta alışkanlıklarımı buluyorum.
Neydi peki benim alışkanlıklarım daha doğrusu kanıksayıp unuttuklarım?
Tarihi mekân sevdalısı olduğumdan doğup büyüdüğüm topraklardaki birçok kıymetli yapıtın değerinden bihaber yaşadığımı keşfediyorum. Hemen yâdıma geçen yılki memleket ziyaretim esnasında gezdiğim yerler arasından tarihi bir mekân geliyor. Sfenksler, mezar taşları, Osmanlıca yazıtlar… Alışkanlığım olmuş mekânları yeniden nasıl keşfettiğimi düşünürken aman Ya Rabbim ben bu güzellikler arasında büyüdüğüm fakat tıpkı hayalinin şiirindeki "ol mahiler" gibi derya içinde olduğumu bilmeden yaşadığımı keşfediyorum. Neydi beni bu düşüncelere sevk eden şey?
Ve o anda kendime şöyle sesleniyorum:
Gönül gözü ile keşfe çıkmakmış zihnimde taşıdığım bunca yük.
Gönül gözü ile keşfe çıkmakmış zihnimde taşıdığım bunca yük.
Geçenlerde bir resepsiyona katıldım oradaki insanlar çok ilgimi çekti. Uzaktan birbirlerini ismen tanıyanlardan oluşuyordu davetlilerin çoğunluğu. "Aa sen o musun?" diyerek ellerini sıkıyorlardı birbirlerinin ve hemen ardından kendilerini takdim ediyorlardı. Sıra bana geldiğinde tokalaşmak için ellerini uzatıyor ve sonra nasılsınız diyorlardı bana. Tam “teşekkür ederim iyiyim ya siz…” nasılsınız demeye kalmadan uzaklaşıp gidiyorlardı. Ondan fazla kişi aynı şeyi yapmıştı. O gün anlamıştım ki toplumsal ülfetimiz nasılsınız kelimesiydi. Alışıp kanıksadığımız… Ve hatta içini boşaltıp bir yığın nezaket cümlesiyle doldurarak ağzını sıkı sıkıya bağlamıştık bu hatırnaz kelamın. Oysaki iki insan karşılaşınca biri şöyle bir göz kontağı kurarak nasılsınız dediği zaman gözleriyle hatta yüreğiyle cevap vermeliydi diğeri. Ve sonra devamı gelmeliydi. Oysaki şimdi öyle mi?
Tanışmak, tanış olmak neydi? Bir yorum kalmış hatırımda kime ait bilemiyorum ama kısaca şöyle aktarayım. İki insanın tanış olma ciheti ta ezelden yazılırmış Cenab-ı Hakk’ın nezdinde ve tanış olma, bilme zamanı gelince vuku bulurmuş bu kutlu hadise. İki insanın tanışma olasılığı yüksek mi yüksek bir dağın tepesinden bir kum tanesini kumsala atıp da milyonlarca kum arasından yalnızca birine tekabül etmesi gibiymiş bu oran.
Son olarak Atasoy Müftüoğlu; “Tanışmak katlanmak, katılmaktır” diyor “tanışların evreninde”.