Reis Bey Oyunu Devlet Tiyatrolarında

FUNDA GÖKÇEN
Reis Bey Oyunu Devlet Tiyatrolarında
 
Sezonun ilk oyunuyla açılışı yaptım diyorum zira bu benim prömiyerimdi. Devlet Tiyatroları çoktan izleyicisi ile buluşmuştu çünkü. Bundan sonra oyun ve hislerimle alakalı size yaşadığım o muhteşem atmosferi kelimelerim yettiğince anlatmaya çalışacağım.
 
Devlet Tiyatrolarında oyun seyretmenin en güzel yanlarından biri de her olayın naif bir şekilde gerçekleşmesi diyebilirim. Örneğin giriş kapısından içeri girer girmez kapıdaki görevli personelinden tutun da teşrifatçı arkadaşlara varıncaya kadar hepsi bir uyum ve nezaket içerisinde, güler yüzle görevlerini ifa ediyorlar. Hatta Sahne Müdiresi (Ayşe ablacığım ) bizatihi beni kapıda karşılayıp teşrifatçı arkadaşlara bırakmadan oturacağım yere kadar eşlik etmekle beraber, oyun arasında özel odada ağırlayıp çay ikram etmesi ve oyun bitip salondan ayrılıncaya dek kapıya kadar uğurlaması da ayrı bir şıklık olarak kaldı belleğimde. Devlet Tiyatrolarının zarafeti, kültürü ile gönüllerimizdeki tahtı bir kez daha perçinlendi doğrusu.
 
Oyun başladı. Henüz ışıklar yanmamıştı. Köşede üç virtüözden oluşan orkestrayı aydınlatmak için konulan küçük beyaz ışık, aslında seyircilerin ruhunu aydınlatıyordu. Sanatçının çelloya feryat ettirmesiyle girizgâh eden hüzünlü ezgiye klarnet ve ney de uyum içinde yanıt vermeye başladı. Bu esnada diğer kısımları karanlık olan sahnede tıpır tıpır bir koşturmaca vardı. Işıklar yanmadan bir telaşe ile dekoru yerleştiriyordu görevli arkadaşlar. Hemen anladım tabi bunlar sahne ekibiydi.
 
Oraya yalın bir izleyici olarak değil bir tiyatro personeli olarak gitmiştim. Olayın perde arkasını bildiğim için de bütün bunların ayrı bir anlamı vardı aklımda. Benim için orada oyun seyretmek yalnızca oyun, oyuncu ve kurguyu değerlendirmekten çok daha ulvi, çok daha derin bir iklime bürüneceğim bir olaydı. Şöyle izah edeyim ki bir oyunun sahneye taşınıncaya kadar yaşanılan serüvenini bilirseniz o oyun sizin için çok daha anlamlı oluyor. Bu hazzı en derinine kadar hissettim ve bunu sizlerle paylaşmak için bu yazıyı kaleme aldım. Dilim döndüğü, gönlüm yettiği nispette anlatmaya çalışacağım. Bir oyunun sahneye konması için önce dramaturgi ekibi yoğun bir çalışma yapıyor. “Yoğun bir” demekle geçiştiriyorum zira onları tek tek anlatmaya kalksaydım eğer yazı çok uzayacaktı.
 
Nihayetinde oyun seçiliyor. Önce başrejisör rol dağılımı yapıyor. Kostüm tasarımcısı, kostümleri belirliyor. Dekorcular dekor tasarımı yapıyor. Bırakalım sanatçılarımız rollerini ezberleyedursun ben şimdi sizlere perde arkasından bahsedeyim biraz da. Oyunda kullanılacak dekorlar kıyafetler gerek demir, marangoz, bezleme butafor boya, şapka çiçek terzi vs… Liste çok uzayacak iyisi mi sizlere on beş ayrı atölyemizin mevcudiyetini bildirsem kâfi olur sanırım. Gerisini siz tasavvur edin artık.  Bir de bu malzemelerin temin edilmesi gibi ayrı bir meşakkat isteyen alt boyutu var. Bu olayların tahakkuk ettiği birimler ve her birinde ayrı görev yapan personeli ile saymakla bitmeyecek olan büyük bir hizmet zinciri de cabası.
 
Konuyu dağıtmadan tekrar atölyelere geçmek istiyorum. Sanat Teknik müdürlüğü Atölyelerinde ayrı ayrı hazırlanan sahne dekoru ve kostümlerin yanı sıra sahnede perde arkasındaki görünmeyen kahramanlardan da bahsetmek istiyorum. Yönetmen, ışık ve dekor tasarımcısı, sahne amiri, kondüit, ışık kumanda, suflör, dekor sorumlusu, aksesuar sorumlusu vs derken bizim görmediğimiz ama oyunu en mükemmel şekilde sahnede canlandırmak için çalışan bu görünmez kahramanlar perdenin hemen arkasında duruyorlardı biz keyifle izlerken.
 
Oyunla devam edelim yine.
 
Işıklar yandı. Bir otel lobisinde görevli konuşurken iki hayat kadını indi merdivenlerden. Kadınlara bakarken kostümlerini diken terziler, saçlarını hazırlayan perukacılar da katılmıştı oyunun içine. Onları da görüyordum sanki sahnede. Bu allı pullu kıyafetleri kim bilir ne emekler vererek süslemişlerdi ve şimdi bunlar bizim emeğimiz, bunları da görün dermişçesine dolanıyorlardı gözümün önünde desem de aslında muhayyilemde… Arada bir ışıklar sönüyor ve sessizce dekor değişiyordu seyirciye hissettirmeden. Oyuncular hızla değiştirdikleri kostümleri ile yeniden sahneye çıkıyorlardı.
 
İşte Reis Bey girdi kapıdan içeri. Öyle büyük bir hışım ve ihtişam içindeydi ki adeta rolünü ezberlememiş, ruhunun üstüne kat be kat giyinmişti doğrusu. Sanatçıların jest ve mimikleri, kan ter içinde kalmaları… Anladığım kadarıyla rollerini oynamıyor yaşıyorlardı. İzlerken kendimi ben de içinde hissettim.
 
Buraya kadar perde arkası ve hislerime dair şeylerden bahsettim. Bundan sonraki kısımda kurgu ve oyuna dair izleklerimle devam edeceğim.
 
“Necip Fazıl Kısakürek’in 1964 yılında yayımlanan Reis Bey adlı piyesi Yasalara bağlılığı kadar, kararlarında da acımasız, keskin ve ''Gözyaşı suçun rengini soldurmaz'' diyen bir yargıcın, genç bir adam için verdiği idam kararının uygulaması sonrası, kararının yanlış olduğunu öğrenmesi, onun yaşama ve toplumsal değerlere bakışını değiştirir.
Adalet, insanın en güçlü duygularından biridir ve herkesin içinde aynı anda bir avukat, bir savcı ve bir yargıç, bir arada bulunur. Hayatın gösterdikleri karşısında, duruma göre, bunlardan biri oluverir kendiliğinden; suçlar, savunur ya da yargılar… Sonra döner bakar, belki de verdiği karar yanlıştır, hayat akıp gider, yine savunur, suçlar, yeni ahkâmlar keser… Ya bu kişi verdiği kararla hayatın doğal akışını değiştiriyorsa?
Görevinden istifa eden yargıç, kendini yeni bir yaklaşımın ve yaşamın içine bırakır. Artık herkes için acımayı, merhameti, iyiliği ve bağışlayıcı olmayı önerirken; acımasız, değer tanımaz, merhamet yoksunu bir yaşantının içinde kendini en ağır eleştirilerin hedefine yerleştirir. Reis Bey, adalet olgusunun ve kurumunun insani duyguları, yönelişleri göz ardı etmeden karar vermesini isteyen yanıyla yargı-birey ilişkisine eleştirel bir bakış getiriyor.”
 
Oyunun kurgusu: kenar semtte bulunan orta halli bir otel mekânında ve de mahkemede geçiyor.  Mübaşir ve otel kâtibi arasında geçen konuşmalardan, olay örgüsü ve sosyal yaşama vurgu yapılmak istenen temalar anlaşılıyor.
 
Vazife itibarı ile topluma hizmet ettiği halde kendini insanlardan tecrit eden başrol karakteri Reis Bey, iç dünyasında yaşayarak avama tepeden bakarken, yalnızca kanunlarla hükümlerini idame ettiriyor. Merhamet yoksunu mekanik bir tavır sergileyerek baskın karakterin vurgulandığı tipoloji gözler önüne seriliyor.  Aslında topluma verilmek istenen mesajlar da zaman zaman nüksederken derinlere inilerek psikolojik altyapıyı da gün yüzüne çıkarılıyor.  Bir bakıma hayatı, toplumu, olayları, kanunları ve de kavramları sorgulatıyor. Reis Bey izlek bakımından Dostoyevski’nin Suç ve Ceza eserindeki Raskolnikov’a kardeş nitelikte bir psikolojik alt yapı sergiliyor olsa da burada işlenen konu ve kavramlar daha milli bir kisveye bürünmüş vaziyette karşımıza çıkıyor.
 
Namus ve kadına bakış açısı iki ayrı karakter üzerinden işlenmiş. Taşra ve şehirde yaşayan kadınların olaylara bakış açısı, merhamete muhtaç iken merhamet etmesi, aynı zamanda kadın ruhunun ulvi melekelerini gözler önüne seriyor. Burada suçu ve suçluyu, önce toplumun oluşturduğu önyargıların belirlediği vurgulanıyor. Hâkimin kanunlar ve deliller doğrultusundaki mekanik hükümleriyle uygulanan cezai müeyyideler, aslında adalet ekseninde mi yoksa değil mi babında sizi vehme sürüklüyor. Konuyla alakalı Rasim Özdenören hocamızın “Hukukta Nedensellik Bağı” adlı yazısı hatırıma geldi.
 
Oradaki bir kıssayı size doku nakli yaparak yazımı noktalamak istiyorum:
 
“Nedensellik bağı (illiyet rabıtası) genel olarak her olayın bir nedeni bulunduğu fikrini tazammun eder. Her olay bir nedene bağlıdır ve bu neden bir önceki olayın sonucudur.”
 
“Karakuş Kadı’ya izafe edilen ilginç bir kıssa anlatılır:
Bir hırsız etrafı kolaçan ettikten sonra balkondan içeri girmeye karar verir. Biraz tırmandıktan sonra balkonun parmaklığını tutar, fakat parmaklık kopar ve hırsız düşüp ayağını kırar. Bunun üzerine Karakuş’a gider ve
-“Kadı efendi, soymak için bir eve girecektim; ama balkonun parmaklığı koptu ve düşüp bacağımı kırdım, ev sahibinden şikâyetçiyim. Tamam, hırsızlık suç ama cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil” der.
Karakuş da ev sahibini çağırtır ve:
-“Be adam, niçin balkonunun parmaklığını sağlam yaptırmıyorsun. Sağlam yaptırsan bu adam düşüp bacağını kırmazdı” der.
Ev sahibi:
-“Aman efendim; parmaklığı marangoz yapmış, benim günahım ne?” diye karşılık verir. Bu defa marangozu çağırtır ve sorar:
-“Neden sağlam parmaklık yapmıyorsun?”
Marangoz:
-“Efendim, ben balkonun parmaklığını çakarken yeşil başörtülü bir hanım yoldan geçiyordu. Başörtüsü o kadar parlak boyanmıştı ki gözüm ona takıldı. Çiviyi de boşa çakmış olacağım” der.
Karakuş hemen emir verir, yeşil başörtülü kadını huzuruna getirtir. Kadın Karakuş’un karşısında endişeyle:
-“Benim suçum ne, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı.” der. Bu defa boyacı çağırtılır.
Karakuş boyacıya çıkışır:
-“Başörtüleri göz alıcı renge boyuyorsun, sonra marangoz çiviyi boşa çakıyor ve hırsız tırmanırken düşüp bacağını kırıyor”.
Boyacı verecek cevap bulamayınca Karakuş hükmü verir:
-“Asın bunu!”
Biraz sonra cellât gelip:
-“Kadı efendi, bu boyacının boyu kısa geldiği için sehpaya yetiştirip asamıyorum” der. Karakuş:
-“Öyleyse git uzun boylu bir boyacı bul ve onu as.”
 
Bu kıssadan hisse olarak payıma düşen kısmı ben aldım. Herkes istidadı ve de bakış açısı nispetinde mana ile dolduracaktır testisini diyerek, meraklıları için iyi seyirler diliyorum.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir