Gün Işıması

CANER KUT
Gün Işıması |ÖYKÜ|
 
Güneş olmasa her şey tek renkti.
 
Her çekilişinde sahte güneşçikler belirir; her sokak başında, odada, her gözün beyazında…
 
İradenin kırık ampulleri… Ucu cam, içi dokunmakla dokunmamak arası bir yerdir. Meftûn sinekleri saymazsak feda edilecek pek bir şey yoktur uğruna. Her yapmacık güneş, gerçeğini bekler aslında. Ezan sesiyle uyanırlar.
 
Cama vuran sıcak ve sisli ışık kasıntıyla yerinden kaldırıyor. Koltukta iki parça hâlimden kurtulup lavabodan biraz su, çokça yeni gün alıyorum. Belimdeki ağrıyla… Ayaklarımdan çok önce omuzlarımı, sonra da pazularımı hissederek…
 
Uzun merdivenler bir asansör düğmesiyle aşılıyor. Araç kornaları ve insan kalabalıkları arasından… Ara sokaklar ve toprak yollar içinden… Küçük tepeye çıkan dar ve bozuk basamaklardan, hayvan dışkıları, bira şişeleri, dikenli tozlu çalılardan geçip, acı suyu terimin içine katıp, tişörtümün pamuğunda yıkayıveriyorum.
 
Nefesim sık, ama daha bir derinden… Benden, gecenin biriktirdiği yerden geliyor.
 
Tepeye çıkınca aşağısı vardır. Aşağısı varsa, ayrıntısı hayalin elinde demektir.
 
Yeşillikler arasında kırmızı çatılar, arada yüksek yapılar, çanak antenler, beyaz bacalar, kimsecikleri görünmeyen yollar, küçücük otomobiller, otobüsler, trenler… Sessiz, terk edilmiş, içi doldurulmayı bekleyen… Aşağısı hep konuşulmaya muhtaçtır.
 
Benimse takatim kalmadı.
 
Yukarı çıktıkça yoruluyorum.  Dinlenmeden tepenin üzerinde yürümeye devam ediyorum. Rastladığım ilk çeşmeden terimi yıkıyorum, saçlarımı ıslatıyorum. Güneşin yakışını, ateşime katıyorum.
 
Serinlik sadece karşıdan görülebilen bir şeydir. Sürekli akar bir çeşmedir. Yanına gelirseniz serinliği hissedersiniz. Elinize alıp yüzünüze çarparsanız karşıdan da sizin serinliğiniz görülür. Siz gidersiniz, sesi kulaklarınızda bir süre yankılanır, sonra serinliği belleğinize alırsınız.
 
Yanımdan insanlar geçiyor, serin görünüşlü…  İçim yanıyor, yüzümde serin sular süzülüyor.
 
Biraz daha hızlıyım, sıcaklığımla sabahki bel ağrısını da unuttum. Şifa isteyenlerin yanından geçiyorum… Ancak ben şifa istemiyorum. Bağırıp çağırarak aradan geçen ambulansları da sevmiyorum. Yol da vermiyorum.
 
Eski, hep kalan bir mekânsızdır.
 
İlk kez buraya geldiğimde bir sembol olarak tutmuştum… Bir kiliseyi hemen kendime dönüştürdüm.
 
İkonaları kaldırdım, resimleri kapattım, haçları kırdım…
 
Sildim, süpürdüm, temizledim.
 
Bir yarım küre açtım, içine seccademi serdim.
 
Oradan sonsuza girdim. Her ezan sesinde üstünde secde ettim. Yüksek pencereleri arasında esen rüzgârı yüzümde serinliğe kattım. Çocuk seslerini, ses yaptım. Yalvardım. Her vakit, yukarıdan aldım, önüme kattım.
 
Sonsuz kubbeden mihraba yol açtım. Her girişimde terimden (acı ve su) özüme yollar akıttım. Güneşin yaktığı tenimi, gölgesinde sergiledim. Çok yandım, ıslak göründüm.
 
Acılarımı ter eyledim, çeşmeden geçerken su göründüm.
 
Yoruldum, dinç göründüm.
 
Ağladım, gül göründüm.
 
Diken yedim, süt sağdım.
 
Acı sütü içtim, meyve saydım.
 
Çamur içtim, yemiş verdim.
 
Mihraba girdim, çizdim, çizildim; göğsüme dövmeler yazdım.
 
Seccademi topladım, çıkıyorum. Uzunca yürüyorum. Kalenin girişinde, ihtişamlı bir kapıdan geçiyorum. İki yanında nöbetçiler, hareketsizce geçişimi seyrediyorlar. Burası, onlar için bir giriş, benim içinse çıkış oluyor
 
İkisi de sessiz.
 
Sonra aşağı doğru yol alış… Ama daha yavaş bu kez… Hıza engel olmak isteğim, terimi serinletme arzusuyla karışık…
 
Karşıda yükselen yeşil dağlar, ağaçlar arasında gülümseyen pencereler (çatılar görünmüyor), serin insanlar, serin bir yüzle gülümseyenim.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir