Kendini Eskiten Resim IV

MEHMET ÇETİN Kendini Eskiten Resim IV |ÖYKÜ|

MEHMET ÇETİN
Kendini Eskiten Resim IV |ÖYKÜ|
 
Bir süre sonra aramıza giren mesafeyi, bendeki sık olmasa da diklenen, zıtlıkları görmekten ve göstermekten kaçınmayan, kırgınlığımı fark etmesini beklemek yerine fark ettirmeye başlayan değişikliği görmeye ve tedirgin olmaya başladı.
 
Biliyordum içi içini yiyordu ama sorup öğrenmeyi gururuna yediremiyordu. Bu durumlarda yaptığı gibi çok alakasız olup bitenleri bilen ama çok alakasız bir yerden, öfkesiyle ima ederek başlardı konuşmaya ve beni söyletmeye, ya da ben söyleyene kadar beklemeyi tercih ederdi.
Ama bu durum farklıydı. İlk defa bende hiçbir işaretini görmediği, fark etmediği, nedenini bilmediği, yavaş ve istikrarlı bir şekilde gelişen uzaklaşma halini anlamlandırmakta çaresiz kalmıştı. Daha önceleri benim kafasına takılan bir sözümü ya da davranışımı kendisi anlamlandırır ve genellikle asla kastetmediğim bir sonuca ulaşır, ne kadar aksini söylesem kolay kolay kanaatini değiştirmez, vardığı sonucu ya bir öfke anında ya da bir tartışmanın daha doğrusu çoğunlukla didişme şeklinde geçen konuşmalarımızın bir anında bir kanaat olarak ortaya dökerdi ve ondan sonra yeni ve güzel bir başlangıçla bütün olup bitenleri hiç olmamış gibi önemsizleştirir benim de öyle yapmam gerektiğini bekler, başaramayışıma da şaşırır ve kızardı.
 
İşyerimi arayıp birkaç gün gelemeyeceğimi, beni aramamalarını, acil bir şey olursa cep telefonuma bir mesaj bırakmalarını, gerekli görürsem kendilerini arayacağımı bildirip telefonu kapattım.
 
Eve kapandım. Münzevi günlerimdeki sadeliğim yerini yeni ve küçük ama çok sayıda ne olduğunu bildiğim ama nedenini bilmediğim şeylerin toplamından oluşan bir karmaşaya bırakmıştı.
 
Böyle her gün yeni bir olayın, insanın, her gün gazete ve televizyonlardan taşan haber ve görüntülerin, artık nerede, nasıl ne zaman ve ne kadar olumlu başlarsa başlasın gizli açık bir çekişmeye dönüşen ardından beni cevap bulmak zorunluluğuyla karşı karşıya bırakan bir sözün, bir imanın, bir suçlamanın, söylenmiş ve söylenmemiş halde önüme düşen şifrelerin anlamını aramaktan bitap düşmüştüm.
Onunla karşılaşmadan önceki halimi düşündüm. Çok sade, renksiz, sıkıcı, artık değişmeyeceğine inandığım ama kabullendiğim ve kabullenildiğim bir hayatım vardı. Net, yalın ve sade bir insandım. En karmaşık ve dağınık sorunlar, sorular, insanlar olaylar ve ilişkiler karşısında bile bozulmayan, bunları değerlendirmekte, çözmekte en azından ait oldukları yere koymakta çevremdekilerin de takdir ettiği bir duruşum ve yeteneğim vardı. Sorun çıkarmayan ama kendimce önemli ve değerli bulduğum sorunlara duyarsız değildim. Sevdiğim çok az sayıdaki insana karşı bile emek verilmiş, istikrarlı ve gayrete dayalı bir ilgim olmamıştı. Ama hepsi kendilerini son derece önemsediğimi bilir bunlardan bir kırgınlık çıkarmaya gerek duymaz, hep arayan taraf olmaktan incinmezler, zaman zaman onları şaşırtan arayışlarımdan, birlikte olduğumuz zamanlardaki sevinç ve kederlerine, düşünce ve planlarına, soru ve sorunlarına gösterdiğim samimi çaba ve duyarlıktan, sevgimin gerçekliğini, köklülüğünü ve içtenliğini fark ederlerdi.
Hiçbir zaman bilerek, hesaplayarak, bir sonuç uğruna ihanet etmedim. Bu o kadar böyleydi ki, bir gün benden birkaç yaş daha büyük bir arkadaşımın son derece açık ve bütün gerçeği ortaya koyan, yüzündeki hafif bir acımayla anlamı tamamlanan cümlesini haftalarca bir bıçak gibi yüreğimde taşıdım;
– Bu demektir ki dostum, sen hep kendine ihanet etmişsin.
 
Zamanlı zamansız hatırladığım bu cümleyi ilk duyduğumda kendi elimle yapıp binbir özenle bileylediğim bir bıçağın yüreğimin üzerinde kararlı bir gidiş gelişle canımı acıtan yaralar açtığını hissettim. Uzun zaman kendi halinde kanadı yüreğim. Ama ilk kez böylesine acıttı canımı. Yeni açılmış bir yaranın üzerine asit dökülmüş gibi bir acı.
 
Hiç kimse ile görüşmek, konuşmak istemiyordum. Evde beni dinleyen, konuşması gerektiğinde konuşan, özenli ve duyarlı bir ilgiyle bana bakan bir resim vardı. Ne başka bir yüz, ne başka bir surete tahammül edebilirdim.
 
İşten arayanların dışında hiç kimseye açmadım telefonu. Tahmin ettiğim gibi daha iznimin ilk gününün başlangıcında aradı telefonla. İsmini görünce meşgule düşürdüm telefonu. Yarım saat sonra bir daha aradı. Gene aynı şeyi yaptım. Aramaktan vazgeçmiyordu. Karşılaştığımızda aramasını “seni çok merak ettim” gibi bir gerekçeye dayandırmaması için “merak etme, iyiyim” diye bir mesaj çektim. Hemen bir mesaj geldi “nerdesin” diye. Üst üste attığı mesajlara hiç cevap vermedim. Birkaç kez daha aradı ve gece yarısına doğru aramalar kesildi.
 
Bu süre içinde ne kendimi dinleyecek ne de resimle baş başa kalacak bir hale gelemedim. Israrla araması beni kendisiyle meşgul etmek gibi bazen muzip, bazen endişeli bazen de düpedüz huzurumu kaçırmak gibi nedenlere dayanıyordu.
 
Nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum. Ne kadar uyuduğumu da. Uzun uzun çalan telefonun sesiyle uyandım sersem sepelek. Telefonu bulduğumda ekranda adını ve saatin 3.5 olduğunu gördüm. Hınçla telefonu meşgule düşürdüm. Bir az önce bir sarkaç bir duvara bir kulak zarıma çarpan ses kesilince yoğun bir sessizlik yerleşti odaya. Yeniden uyudum. Tam dalmıştım ki yine telefon çaldı. Yine oydu arayan. Bir daha, bir daha, bir daha. Gece boyunca ve gün iyice ağarana kadar uyutmadı beni. İntikam alıyordu. Doğrusu başarmıştı da. Uyuyamamanınkinden çok daha farklı ve yıpratıcı uyuyup uyuyup uyandırılmanın yorgunluğu bitap düşürmüştü beni.
 
Ne zaman ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyandığımda cep telefonumda bir mesaj görünüyordu. Açıp okudum. “iyi bir gece geçirmişsindir umarım.” Arkasından soru, ünlem, nokta, virgül gibi noktalama işaretleri uzayıp gidiyordu. Yaptığına ne kadar kızsam da o kadar hoşuma gittiğini, böylesine ısrarlı sahiplenişi, benden ve sevgisinden asla vazgeçmeyeceğini bu kadar açık bir şekilde göstermesi içimde geniş bir emniyet duygusu uyandırdığını düşünürken evin telefonu çaldı. O’nun olduğunu biliyordum. Telefonu açıp açmamakta tereddüt ettim. Bu kadar ısrarcılığını yok saymak haksızlık ve duyarsızlık olacaktı. Gecenin bütün olumsuzluklarını vücudumun her noktasında ayrı ayrı ağrı, kırıklık ve yorgunluk olarak taşıyan gibi gidip açtım
 
Birkaç dakika süren öfkeli bir solumadan başka bir ses gelmedi telefondan.
Bu tam anlamıyla onun tarzıydı. Öfkesini kelimelere yükleyerek kırıcı ve sınırlandırıcı olmaktansa öfkesinin şiddetini, sınırlarını ve nasıl anlamlandırılabileceğini sizin düşünce ve tasavvurunuza bırakarak ilk karşılaşmada kızgın, affetmiş, sitemkâr ya da muzip son derece geniş ve istediği gibi davranma rahatlığı, imkânı ve inceliği sağlıyordu kendisine.
Kendimi eve kapatma planımı de gerçekleştiremedim tablomla baş başa kalma isteğini de. Evde kahvaltı yapmak içimden gelmiyordu. Yakınlarda bir şeyler atıştırabileceğim bir yer de yoktu. Bulduğum ilk kahvede birkaç bardak çay içip bir iki gazeteye baktıktan sonra kendimi önce bir dolmuşta sonra onu karşımda buldum. İnsan alışkanlıklarından ibarettir düşüncesini haklı çıkaracak şekilde nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde Onunla bir-iki kere gittiğimiz daha çok başka arkadaşlarla buluşup toplandığımız kahvedeydim. Çok geçmeden kapıda göründü.
Aradığını tahmin ettiği yerde bulmanın memnuniyeti ile gülümsedi;
– Var mı öyle benden habersiz kaybolmak…
Masaya yerleşirken öyle memnun ve mütehakkim bir görüntüsü vardı ki, içimde bir şeyin ezilip yamyassı olduğunu hissettim.
“Sana haber verince kaybolmak ne mümkün” cümlesi geldi aklıma. Sadece;
– Ne mümkün! Kısmını söyledim.
Zaferinin kabul ve teslim edilmesinden dolayı artan memnuniyetiyle sordu;
– Ne var ne yok bakalım.
İşte, çift anlamlı dolaylı bir soru daha. Alelade bir karşılaşma ve hal hatır sorma gibi görünen bu söyleyişin içine ustaca gizlenmiş “Neler oluyor bakalım” gibi merak ve hesap sorma tavrı şaşkınlık ve öfkemi daha da arttırdı. Birden aklıma onu şaşırtacak bir cevap geldi.
– Ne var ne de yok!
Beklemediği bir cevabın bocalaması apaçık gösteriyordu sesinde kendisini.
– Nasıl yani?
– Yani ne bir şey var ne de bir şey yok.
Kilitlenip kaldı. Bendeki değişikliği fark ediyor ama anlamlandıramıyordu.
– Neymiş bu olan ve olmayan şey?
Güldüm. Zekasına yakışmayan, kaçak soru sorma temkinini sürdürmekteki aczine güldüm.
– İyilik, güzellik gibi bir cevap yerine daha yeni bir şey söylemek istedim.
Cevabın bunun dışına çıkan bir anlamı olduğunu ikimiz de biliyorduk.
Geri adım attı ve bütün sevimliliği ile gülümsedi.
– Hep iyilik olsun, güzellik olsun hep.
Kokmayan bulaşmayan, havadan sudan konuşmalarla bir süre konuştuktan sonra işine dönmek üzere ayrıldı.
 
Ne yapacağımı bilemediğim koca bir öğleden sonra vardı önümde. Aklımdan geçen sinemaya gitmek, uzun zamandır görüşmediğim birkaç arkadaşı ziyaret etmek, kitapçıları gezmek gibi ihtimallerin hiçbiri cazip gelmedi. Kendimi ayaklarıma bıraktım ve çıktım kahveden. Hava kararana kadar yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… Kalabalık caddelerde, tenha sokaklarda yürüdüm durdum, evime kadar yürüdüm. Her zamankinin aksine hiçbir şey düşünmeden, duygu ve düşünceleri iptal edilmiş gibi sadece ayaklarımı fark ediyordum ve sadece ayak olarak yürüdüm. Hiçbir yeri, hiçbir kimsesi olmayan ve bundan ne bir üzüntü, sevinç, kıvanç, eksiklik, hissetmeden yürüdüm.
 
Evden içeri girerken düşünmeye başladım. Belki de ben hiçbir yeri, hiçbir kimsesi olmayan, bunu doğduğu günden beri kabullenmiş, değiştirmeye teşebbüs etmemiş, değişmeyeceğine inanmış, kaderin kuruttuğu ya da kuru bir kaderin insanıyım. Ben belki de her şeyin uzağına fırlatılmış ve düştüğü ıssızlığı kendisine yurt edinmiş biriydim.
 
Zavallı kızı haksız yere suçluyor ve eleştiriyordum. Onu iç dünyamda en aziz bir yerde tutarken gündelik hayatın, hayatımın içinde onun da hissedildiğini, sevildiğini, değerini ve anlamını hissedebileceği bir yere yerleştiremiyordum.
 
Belki bir türlü akıl erdiremediğim ne olursa olsun vazgeçmeyen ısrarcı ve sürekli ilgisi ile bir türlü değiştirmediği ısrarlı ve sürekli öfkesi, bu öfkeden beslenen kırıcı, incitici küstahlığı da benim bu halimden kaynaklanıyordu.
Yorulmuştum. Yorulmuş olmaktan memnundum. Hiç olmazsa dinlenme ihtiyacı hissediyordum ve ne yapacağını bilmeyen ve sürekli kendini didikleyerek yorgun düşmekten böylesi çok daha iyiydi. Kendimi bir koltuğa bıraktım. Öylece uyuya kaldım. Hayal meyal hatırladığım bir iki telefon sesini önemsemeden uyudum.
 
Gece yarısı uyandım. Vücudum iyiydi ama koltukta uyumanın hafif kırıklığı vardı. Bir süre toparlanmak için oturdum öylece. Ayaklarımı hareket ettirdim, ovuşturdum. Bir sigara yaktım. Ayağa kalktım mutfağa doğru yürüdüm. Atıştıracak bir şeyler aradım, buz dolabında hiçbir şey yoktu. Sonra kendime bir kahve yapmaya karar verdim.
 
Kahveyi içerken resim geldi aklıma. Günlerdir kopmuşum gibi geldi resimden. Karşısına geçtim, önce ayakta sonra oturarak bakmaya çalıştım.
Bir tuhaflık vardı resimde. Bir şeyler resimdeki bir şeyleri eksiltiyordu. Canlılığı, renkleri, ışığı, bendeki karşılığı azalıyordu sanki. Sanki bir el üzerinden geçmiş geçerken resme ait bir şeyleri de alıp götürmüştü. Veya sık sık ıslak bir bezle siline siline yıpranıyordu.
 
Yerimden kalkıp tüylü fırça ile tozunu aldım. Yine de değişen bir şey yoktu.
Tekrar koltuğa oturduğumda bu resim ve tuhaf hikâyesine takıldım.
Bu resim onunla benim aramda bazen bir köprü, bazen ikimizin de iç dünyasına vakıf bir üçüncü kişi bazen de dikenli taraflarından arınmış o oluyordu. Ya da ben resme böyle bakıyordum. Onunla konuşamıyordum ama resimle saatlerce konuşabiliyordum. 15 dakikadan fazla tahammül edemiyorduk birbirimize resimle zamansız ve süresiz baş başa kalabiliyorduk.
 
Yavaş yavaş onunla ilgili endişe ve korkularıma resimle ilgili endişe ve korkular eklenmeye başladı. Bir yandan O’nu kaybetme ihtimaliyle karşı karşıyaydım bir yanda resmi.
 
İçimde tuhaf duygu ve düşünceler geçiyordu. Resmi kaybetme ihtimali ürkütüyordu beni. Bir resmin insanın hayatını bu kadar işgal etmesi, bir ilişkinin ortasında üçüncü bir kişilik gibi bazen arabulucu, bazen ikimizden birinin tarafını tutan ve ikimiz arasında kalan, bu arada kalmışlıktan yüzlerce farklı anlam yaratan resmi kaybetmek….
Bu ihtimalin yarattığı korku yüreğimde bir ateşe dönüştü.
 
Öğleye doğru uyandım. Yüreğim bir ateş halinde olduğu yerde duruyordu. Buzdolabına koştum. Bardak bardak su içtim. Buz gibi suyun serinliği ile kor halinde yüreğim arasında bir duvar vardı sanki. Suyun içimi serinlettiği yerlere rağmen yüreğimdeki ateş aynı anda birbirini etkilemeden duruyordu.
 
| SON |
 
_________________________________
Mehmet Çetin’i Rahmetle ve Özlemle Anıyoruz
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir