Küreselleşme ve Türkiye

MEHMET ÇETİN Küreselleşme ve Türkiye

MEHMET ÇETİN
Küreselleşme ve Türkiye
 
21. Yüzyıl ve Doğmadan Ölen Umutlar
 
1999 yılının bitiminden hemen sonra dünyada bir milenyum heyecanı esiyor ve 21. yüzyılın dünyası üzerine yeni umutlar, beklentiler ve fikirler üretiliyordu.
 
Yeni bir bin yıla girilmesinin gerek insanlarda gerek 20 yüzyılın iki cihan harbiyle, başta Sovyet devrimi dahil çok sayıda irili ufaklı devrimlerle, bu devrimleri doğuran bağımsızlık savaşlarıyla, çöken imparatorlukların yerine kurulan çok sayıda devletle, çok sayıda iç savaşla yorulan, umutları pörsüyen 20 yüzyıl insanının 21. yüzyıla bütün bu sorunları geride bırakarak girmek istemesi, yeni bir bin yılla daha iyi, daha güzel, daha aydınlık, daha adil ve özgürlükçü bir dünya talebinde bulunması kadar taleplerine ilişkin umutlar üretmesi de son derece doğal bir istekti.
 
Belli ki, sıradan insanlar kadar aydınları ve bilim adamlarını da yeni bin yıl için umutlar üretmek etkilemişti.
 
Çok uzun sürmeyen bu umut ve beklentiler ne yazık ki, çok kısa sürede umutsuzluğa, çaresizliğe ve bütün bunlardan beslenen bir her şeyi oluruna bırakan yıpratıcı bir umarsızlığa dönüştü.
 
21. yüzyıl 20. yüzyılın kanlı, zalim ve sömürgen gücünün mirasçısı bir veliaht gibi kuruldu ondan boşalan yere.
 
ABD’nin Irak’tan başlayarak Ortadoğu’yu, Orta Asya’yı, Balkanlar ve Afrika ile Güney Amerika’yı kendi çıkarlarına göre şekillendirme politikası oluk oluk kanın aktığı ürkütücü bir tablo çıkardı ortaya ve 21. yüzyıla ilişkin umut ve beklentilerin üzerine karabulut gibi çöktü.
 
Daha birkaç yıl önceki düşünce ve umutlar sanki binlerce yıl önce ortaya atılmış gibi uzak bir geçmişe savruldu ve hafızalarımızdaki yerini bile kaybetti.
 
2000’li yıllarda insanlık adına daha fazla özgürlük, daha fazla refah, daha fazla bütünleşme bekleniyordu.
 
21. Yüzyılda, toplumların NASTA gibi, Şahghay üçlüsü gibi, AB gibi birlikler oluşturacağı, ulus devletlerin gücünü kaybedeceği, mikro-milliyetçiliklerin öne çıkacağı, dini duyguların güçleneceği gibi gelişmeler bekleniyordu.
 
Yerel ve ulusal kültürlerin kendisini daha fazla ifade imkânı bulacağı, küreselleşmenin insanlar ve toplumlar arasında daha fazla etkileşim sağlayacağı, düşünce, bilgi, sermaye ve emeğin serbest dolaşım imkanlarının artacağı da tahmin ediliyordu.
 
Dünya bir köy haline gelmişti.
 
Ama kanın oluk oluk aktığı ve sömürünün en zalim şekilde devam ettiği, çıkar uğruna her şeyin mubah olduğu bir köy.
 
Dışındaki pırıltıları içindeki cehennem alevlerine borçlu bir köy.
 
Ama taşların bağlandığı itlerin başıboş kaldığı bir köy.
 
Saldırgan Bir Küreselleşme Kültürü
 
Takvimler 21. yüzyılın daha ilk yıllarını gösterdiğinde sona ermişti umutlar.
 
20. yüzyılın son yıllarında başlayan planlı gerginlik 21. yüzyılı da esir aldı.
 
ABD’deki bir iç çatışmanın eseri olan ikiz kulelerin vurulması bir milat gibi takdim edildi dünya kamuoyuna. Binlerce masum insanın ölmesiyle sonuçlanan, dünyadaki hiçbir terör örgütünün başaramayacağı çaptaki bu eylem Neo-conların “medeniyetler çatışması” projesine zemin hazırladı.
 
Sovyetlerin çöküşüyle başlayan tek kutuplu dünyanın yegâne gücü ABD, bu iç çatışmanın şokunu çatışmayı başka ülkelere taşıyarak atlatmaya çalıştı ve ikiz kulelere yapılan saldırıyı uzun süredir hazırladığı bir projeyi yürürlüğe koymak için bir gerekçe olarak kullanan bir politikayı uygulamaya koydu. 
 
ABD’nin Büyük Ortadoğu projesi çerçevesinde başlattığı Irak savaşı bu projenin bir eseri idi ve bütün umutların üzerine kanlı bir gölge gibi düştü.
 
Doğu ve İslam toplumları kökten dinci ithamı ile hedef haline getirildi.
 
Çatışmaların azalması beklenirken AB’nin kendi içine dönük, kendi önceliklerine dayanan kibirli, küt, tarihi ve ahlaki derinlikten yoksun, vurdumduymaz ve bencil politikaları ile sahip olduğu teknik ve ekonomik güçten başı dönen ABD’nin bir dünya gücünde olması gereken evrensel adalet ve sorumluluk niteliklerinden uzak çıkarcı ve çatışmacı tutumu yeni ve daha riskli çatışma alanları yarattı.
 
Temel hak ve özgürlükler, azınlık ve marjinal gruplara daha fazla alan açılması gibi konular insani duyarlıklara ilişkin ilkelilik görüntüsü altında batılı olmayan toplumlar üzerinde siyasi ve ekonomik baskı kurmaya yönelik araçlar haline getirildi. Başta AB olmak üzere gelişmiş ülkeler kendi içlerindeki ırk, dil, din ve cinsiyet ayrımcılığı içeren uygulamalara örtülü destekler verirlerken batılı olmayan ülkelerdeki benzer sorunları dayatmacı kriterler olarak ortaya süren ikiyüzlü bir politikayı büyük bir pişkinlikle sürdürmekten geri durmadılar.
 
Sonun Başlangıcı ve Kendini Tüketen Batı
 
Bütün bunlar Ortadoğu, Asya, Afrika ve Güney Amerika toplumlarının ABD ve Batılı ülkelerle ilgili zaten yüksek olan güvensizliğini daha da arttırdı.
 
Batılı ülkeler ve ABD bütün dünyaya dayatmak istedikleri kendilerine ait değerlere göre bile sınıfta kaldılar. Bugün bu ülkeler, öncüsü ve temsilcisi oldukları batı uygarlığını kendi elleriyle insanlık için bir gelişme ölçütü olmaktan çıkaran ve onu tüketen bir çjzgiyi ısrarla savunuyorlar.
 
Ama sonun başlangıcına gelindi.
 
Batı uygarlığı için en büyük tehdit batılı ülkelerin kendisidir artık.
 
Küreselleşme Batının ruhen ve ahlaken hazır olmadan elde ettiği kontrolsüz gücün ilkesiz, kuralsız, insafsız, adaletsiz, en küçük bir engele bile tahammül edemeyen tatminsizliğinin yeryüzünde serbestçe cirit atması şeklinde algılanmaktadır artık. 
 
Küreselleşme rakiplerini meşru ve gayrimeşru her yolu deneyerek yenen bir ordunun evrensel yağmacılığını bile gizleme imkanından mahrumdur.
 
Bugün devletler devletleri, toplumlar toplumları, inançlar inançları, şirketler şirketleri tehdit eden bir çılgınlığa kaptırmış görünüyor kendisini.
 
Hatta daha da vahimi ulusötesi şirketlerin, devletleri, milletleri, inançları, toplumsal ve bireysel değerlerle özgürlükleri tehdit edecek bir güce ulaşmasıdır.,
 
Bu geçmişte de büyük ölçüde böyleydi denebilir. Ama unutulmamalıdır ki, geçmişte para ve güç siyasetin elindeydi ve kendi başına buyruk, kendi kurallarını dayatan, sınırsız bir dolaşım gücüne sahip değildi.
 
Bugün dünya bir kriz gezegenine dönüştü.
 
Dünya nüfusunun çok önemli bir kısmının açlıktan ve salgın hastalıklardan kitlesel ölümlere, savaşlara, işsizlik ve yoksulluğa mahkûm edildiği cehenneme bitişik bir gezegene.
 
Küreselleşmenin Anlamı ve Muhtevası
 
Küreselleşme bugünkü haliyle evrensel ve ortak değerler, yaygın ve adil fırsatlar, sevgi ve dayanışma yerine yapay özlemler ve samimi olmayan kriterlerle nitelenen uluslararası bir illüzyondur. Gücünü üstünlük olarak algılayan batının, batılı olmayan toplumlara karşı, önyargılı, küçümseyici bir tutumla sürdürmek istediği sömürgeci politikalara elverişli bir küresel zemin oluşturmak, bütün insanlığı sürüleştirmek amacını gerçekleştirmenin argümanı ve aracıdır.
 
Direnenlerin, uyum sağlayamayanların üzerine kahredici bir kâbus olarak çöken bu süreç, doğal bir seyrin ulaştığı bir sonuç değil, kurgulanmış ve tasarlanmış bir stratejinin uygulanmasının eseridir.
 
Bütün ilkeli ve demokratik görüntüsüne rağmen büyük ahlaki ve insani zaaflar taşıyan, hırsa, rekabete, ne pahasına olursa olsun kazanmaya, teknolojik ve ekonomik gücü kutsamaya dayalı küreselleşme, arkasındaki belirleyici gücün niteliğini yeryüzüne hâkim kılma amacına dayanıyor.
 
Dolayısıyla milli devletler, toplumların inanç ve gelenekleri, kendi kültür ve uygarlıkları küreselleşme ile uyumu ölçüsünde olumlu ya da olumsuz kabul edilmektedir.
 
Batılı ülkelerdeki devletle bütünleşmiş uluslarüstü şirketler küreselleşme sayesinde dünyanın dört bir yanında hiçbir engelle karşılaşmadan sömürülerini sürdürebilecek bir noktaya doğru ilerliyor.
 
Bugün uluslarüstü şirketler devletlerin yerini almaya, orduları finanse etmeye, milli kimlik yerine şirket kimliğini, dayanışmacı yapılar yerine bireyciliği yaygınlaştırarak, toplumu ve toplumsal yapıları atomize ederek insanı yalnızlaştırmaya, toplumları devletsiz, devletleri toplumsuz bırakarak bağımlılaştırmaya, direncini kırmaya, zaaflarını kışkırtarak iradesini felç etmeye çalışmaktadır.
 
Devletler savaşla, borçla, uluslararası kurum ve kuruluşlarla, ekonomik krizlerle, ekonomik ve siyasi ambargolarla baskı altına alınmakta, mikro milliyetçiliklerle iç dengeleri bozulmaktadır.
 
Bugün bütün dünyada batılı ve kuzeyli ülkelerdeki uluslarüstü şirketlerin kârı birkaç kat artarken dünyadaki yoksullaşma, işsizleşme oranı her geçen yıl yükselmektedir.
 
İşin ilginç yanı gelişmiş ülkelerde de çalışan kesimlerin ücretleri düşmekte, sosyal güvenlik harcamalarından tasarruf etme adına devletlerin sosyal nitelikleriyle ilgili harcamaları azaltılmaktadır.
 
Bir başka önemli nokta ise sivil toplum kuruluşlarının, toplumsal örgütlenmenin önü kesilerek, zayıflatılarak, sendika, dernek ve vakıfların etkisizleştirilmesidir. Buna karşılık uluslarüstü şirketlerin kurduğu, doğrudan ya da dolaylı destek verdiği sözüm ona uluslararası sivil toplum örgütlerinin etki alanı genişletilmektedir.
 
Bütün bunlar kaçınılmaz bir gidişat hatta aşama gibi sunuluyor bütün insanlığa.
 
Ne yazık ki, ülkemizde de aynı süreç yaşanmaktadır.
 
Küreselleşmenin İmtiyazlı Suçlusu İsrail
 
Küreselleşme ABD’yi dünyada tek güç haline getirdi. ABD ise yarım yüzyılı aşkın bir süredir Ortadoğu’yu kana bulayan İsrail’in haklı haksız her politikasının kayıtsız şartsız destekçisi oldu.
 
Kurulduğu günden bu yana bölgeye terör, savaş ve şiddet getiren, her kanlı eylemine, yayılmacı politikasına göz yumulan, devlet olma sorumluluk ve ciddiyetinden uzak İsrail isimli bu siyasi organizasyonunun kendi toplumu dahil herkese yaydığı korku, endişe ve yılgınlık duygusu üreten politikalarının gerisinde başta suç ortağı ABD’nin verdiği açık ve kayıtsız şartsız destek olmak üzere batılı ülkelerin sonuç alıcı adımlar atmamasının yarattığı şımarıklık yatmaktadır.
 
İsrail yıllardır bütün evrensel ve insani değerleri, hukuku çiğneyerek Filistin halkına karşı uyguladığı, işkence, kuşatma, tecrit ve keyfi tutuklamalarla, terörle mücadele sınırlarını çok aşan, kimin üstüne düşeceğini umursamadan fırlattığı serseri bomba ve füzelerle suç üstüne suç işlerken hiçbir uluslararası müdahale ve yaptırımla karşılaşmamanın cesaretiyle bölgeyi yaşanmaz hale getiriyor.
 
Ve hepimizin vicdanı şu sorularla kanıyor:
İsrail’in uluslararası camia ve kuruluşlar nezdinde suç işleme, uluslararası hukuk kurallarını çiğneme hakkı, özgürlüğü ve imtiyazı mı bulunmaktadır?
İsrail’in şiddete dayalı yayılmacılığının, ayrımcılığının karşısında cılız tepkiler dışında bütün insanlık teslim mi olacak?
Bütün olup bitenler karşısında bu cılız tepkiler İsrail’e örtülü bir destek midir?
Yoksa birtakım güçler, İsrail ve Filistin’in ilelebet çatıştırmalarına dayalı bir hesap peşinde midirler?
 
Sözünü ettiğim saldırganlığın bu yılki gerekçesi İsrail’in iki askerinin kaçırılmasını bahane ederek günlerdir Filistin ve Lübnan’a bomba yağdırmasıdır. İsrail Yönetiminin saldırganlığını onaylamamak mevcut durumun vahameti karşısında yeterli değildir. Saldırının arkasındaki bu vahşi, şımarık, hiçbir insani ve ahlaki ölçü tanımayan zihniyeti lanetlemek de yetmez. Eğer üzerinde ittifak edilen evrensel insani değerler varsa ve henüz yaşıyorsa, AB, Birleşmiş Milletler, İslam Konferansı gibi ismi ve cismi gösterişli uluslararası kuruluşlar, uluslararası hukuk, dünya barışı gibi yaldızlı kavramları sadece dilinde ve resmi yazışmalarında gösteren iki yüzlü bir politikanın yürütücüsü değil iseler bu canavarlığın önüne geçmek için bir an önce ve bütün imkanları seferber ederek harekete geçmelidir.
Eğer Batı toplumları Asya, Afrika ve Güney Amerika halklarını üzerlerinde her türlü vahşetin ve zulmün uygulanabileceği ikinci sınıf insanlar olarak gören ayrımcı bir anlayışı bugün de sürdürmüyorlar ise bu kısık sesli itirazla yetinemezler.
 
Bunun anlamı saldırgana dilediğini yapma serbestisi sağlayan bir alan bırakmaktır ki, bu suçlunun sebep olduğu sonuçlardan örtülü bir memnuniyet duymaya kadar varan bir yığın ihtimal ve yorumlara kapı aralayan bir tutumdur.
 
Bu ortak suskunluk batılı olmayan toplumlarda bir haçlı zihniyeti ve davranışı olarak algılanmaktadır ki, bunun aksini görmek isteyen Müslüman ülke ve toplumların sabırla beklemekten yorulduğu, benzeri her olayda, her seferinde hayal kırıklığına uğradığı, artık görülmelidir.
 
İsrail Kendi Geleceğini İmha Ediyor
 
İsrail’in kana doymayan savaş politikalarının bedelini yıllardır masum Filistinliler ve bölgedeki Arap ülkeleri ve halkları en ağır ve kanlı biçimde ödemektedir.
 
İsrail şimdilik avantajlı durumda göründüğü bu oyunda üstlendiği rol ile kendi geleceğini tüketmektedir. Esasen Araplarla aynı soydan gelen Yahudilerin attıkları her kurşun kendi kalplerine saplanmaktadır.
Bu politikasını sürdürdükçe bugün Filistin’de patlayan, Filistinlinin başında patlayan İsrail’in fırlattığı her bomba yarının İsrail vatandaşlarının ve geleceğinin üzerine düşecektir.
 
Küreselleşmenin Diğer Kurbanları: Afganistan ve Irak
 
Küreselleşmenin belki de en büyük bedelini Irak ödemiştir ve ödemeye de devam etmektedir. Dünyanın en önemli petrol yataklarından birine sahip olan bu topraklarda Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte felaketler ardı ardına geldi. İran’a savaş açan Saddam Hüseyin her iki ülkenin ağır kayıplarına yol açan bu maceranın ardından Kuveyt’i işgal sevdasına kapılınca bugüne kadar devam eden yeni bir kanlı sürecin kapısını da aralamış oldu.
 
Önce Amerikan müdahalesi geldi ardından işgal.
 
Şimdi önümüzde her geçen gün büyüyen bir yıkım ve yokoluş bilançosu duruyor.
 
ABD öncülüğünde dünya egemenlerinin Irak’taki işgali sert bir direnişle karşılaştı. Her gün binlerce insan göz göre göre ölüyor.
 
ABD bu kanlı ve petrol uğruna girişilmiş savaşı sürdürmek için ne kendi kamuoyunu ne de dünyayı ikna edecek inandırıcı bir gerekçe gösteremiyor.
 
Nükleer silah üretiminden sonra kimyasal silah üretimine ilişkin iddialarının birer yalan olduğunu kendisi de inkâr edemiyor. Askerlerinin yaptığı insanlık dışı zulüm ve sistematik olduğuna dair ciddi ipuçlarının bulunduğu işkence ABD’yi dünyanın gözünde en itibarsız ve sevilmeyen ülke durumuna getirdi.
 
ABD politikası iflas etmiş durumda. Şimdi korku dolu bir soru herkesin zihnini meşgul ediyor.
 
Artık bu topraklarda daha fazla kalamayacağı anlaşılan ABD’nin çekilişinden sonra ne olacak?
 
Bu sorunun cevabı Irak petrolünün nasıl kontrol edileceği ve Irak’taki gruplar arasında nasıl paylaşılacağı sorusunun cevabına bağlı görünmektedir.
 
Arasına kan, kin ve intikam duyguları girmiş bu grupların nasıl tekrar bir arada yaşama şartları göstereceği, bölge ülkelerinin olumsuz gelişmelerden nasıl etkileneceği ve nasıl bir çözüme ikna edileceği de bilinmezler arasında.
 
Yeni bir kanlı dönemin, iç savaşın önlenmesi başta bölge ülkeleri ve taraflar olmak üzere ABD ile AB Ülkelerinin tutumu ile doğrudan ilişkilidir.
 
Çok zayıf bir ihtimal gibi görünse de Irak için çatışmaların sona erdiği bir dönemi dilemekten başka bir çare görünmüyor.
 
Afganistan
 
Afganistan, İslam coğrafyasının bir başka kanayan bölgesidir. Rus işgalinden bu yana ABD-Rus rekabetinin faturasını sürekli ödeyen bu ülke aynı zamanda kendi iç çatışmaları ile sürekli kan kaybetmektedir. ABD’nin Rus işgalini kırmak için oluşturduğu veya desteklediği silahlı dini grupları kâh düşman ilan ederek, gah örtülü işbirliği ile buradaki varlığını devam ettirmek istemektedir. Ülkenin bölünmüş iç yapısı, iktidarın bu gruplar arasında gidip gelen yapısı ne yazık ki bu bölgede de yakın zamanda bir istikrar beklentisine imkân vermiyor. Çok uluslu güçler vasıtasıyla sağlanmak istenen istikrar ise kalıcılıktan mahrum görünmektedir.
 
Birleşmiş Milletler gücüne Türkiye’nin komuta ettiği dönemlerde ortamın az da olsa iyileşmesi Müslüman ülkelerin buralarda alacağı inisiyatifin olumlu sonuçlar getirme ihtimali daha yüksek görünüyor.
 
Muhtemel Hedef İran
 
ABD, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde hedef haline getirdiği ülkelerden biri de İran’dır. Bu ülkedeki nükleer enerji çalışmalarını, nükleer silah üretimi olarak gören ve gösteren politikası uğruna bir savaşı göze alabileceğini ilan etmektedir. Dünya kamuoyunun desteğini alamadığı, kendi ülkesini böyle bir savaşa ikna etmekte zorlandığı ve İran’la savaşın maliyetini göze alamadığı için bu savaşı bir türlü fiiliyata dökememektedir.
 
ABD’nin İran’a savaş açmak için geliştirdiği söylem ve ileri sürdüğü argümanlar asıl amacının petrol olduğu gerçeğini gizleyemediği için İsrail dışında hiçbir ülkeden destek görememektedir.
 
İslam Küresel Düşman Değildir
 
ABD, Sovyetlerin dağılmasından sonra kendisine küresel bir düşman oluşturmayı tercih etti. Bunun için de çoğunun kuruluşunda parmağı bulunan sözde İslami silahlı grupları kullanıyor. Bu gruplar üzerinden yayılan İslam düşmanlığına Papa ve batılı ülkeler de katıldı. Bush’un Ortadoğu’yu işgalini yeni bir haçlı savaşı olarak takdimi, Papa’nın İslam dinini doğrudan hedef alması, Danimarka’daki karikatür saygısızlığı başta olmak üzere batı medyasındaki İslam karşıtı söylem Müslüman ve Hristiyan dünya arasındaki uçurumu derinleştirmektedir. Bu iki büyük ve farklı dünyanın arasına sokulabilecek en büyük tehdit böyle bir yaklaşımdır.
 
Batı, son iki yüz yıldaki kirli, kanlı ve sömürücü politikalarını gözden geçirmedikçe geleceğin dünyasındaki konumunu görmekte zorlanacaktır.
 
Bu konum batı için umduğundan da kötü olacaktır.
 
Çünkü batı kendi kendini tüketmektedir.
 
Yeni Bir Küreselleşme Anlayışına Doğru
 
Küreselleşme politikalarını uygulayan ve savunanların iddia ettiği gibi dünyanın yeni bir sürece girdiği, devletlerin ve toplumların dış etkilere daha açık hale geldiği, sorunların, tehlike ve tehditlerin, risk ve imkânların küresel bir anlama ve niteliğe büründüğü doğrudur.
 
Dolayısıyla küreselleşme önü alınamaz bir süreç olduğu kadar, küreselleşmeyi istismar eden, kendi çıkarları uğruna kullanan güçler tarafından yönlendirildiği de gözden kaçırılmamalıdır.
 
Bütün bunlara rağmen küreselleşme karşıtı bir yol izlemek, bu büyük, yaygın ve güçlü dalgaya karşı durmak en azından şimdilik mümkün görünmüyor.
 
O halde küreselleşmeye bir ahlak, ilkelilik, adalet aşılamalı, savaşa, sömürüye engel olacak çözümler üretmeli, insanı ve çevreyi tahrip eden çatışmacı özünü mümkün olan en az seviyeye düşürmeliyiz.
 
Küreselleşmenin belirleyici güçlerini denetleyebilecek ve dengeleyebilecek düşünce ve çözümler üretmeliyiz.
 
Bu çok uzak ve gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hedef değildir.
 
Üretici ve tüketici niteliğimiz örgütlü hale getirildiğinde uluslarüstü şirketlerin bile pervasız müdahalelerinin önünü almak mümkündür.
 
Dünyadaki gelişmişlik farkını ve bunun yarattığı yoksulluğu ulusal ve uluslararası dayanışmayla, işsizliği çalışma saatlerini azaltarak, yeni ve insan merkezli kalkınma politikalarıyla daha katlanılabilir boyutlara çekebiliriz.
 
________________________________________
Mehmet Çetin’i Rahmetle ve Özlemle Anıyoruz
 

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir