Mağarada

MEHMET ÇETİN Mağarada

MEHMET ÇETİN
Mağarada
 
Kendimi bir mağarada buldum.
Derin, büyük, geniş ve loş bir mağarada.
Kaçtım mı, sürüklendim mi, çekildim mi, düştüm mü?
Arandım, çağrıldım, istendim mi bilmiyorum.
Bir şans veya bir lütuf, bir talihsizlik ya da bir ceza mıydı?
Kaderin zorlaması ya da zorlanması mı kaderin?
Kaçınılmaz bir durak, ya da bir yolculuğun akla getirilmemiş, hesap edilmemiş kesintisi mi?
Kesinti ya da kopuklukların ya da kesiklik ve kopuşların birleşebilme, birbirine eklenme imkânı ve fırsatı mı?
Geldim mi, döndüm mü, çıktım mı, girdim mi bilemiyorum?
Bildiğim tek şey nasıl olduğunu bilmediğim, nerelerden gelip geçtiğimi hatırlamadığımdı. Neden, niçin ve nasıl?
Ne sorularım vardı ne de cevaplarım.
Bir mağaradaydım.
Ne zaman geldiğimi de bilmiyorum, kendime ne zaman kendime geldiğimi de.
Hiç bilmediğim, hiç görmediğim –gördüm mü yoksa- bir mağarada buldum kendimi.
 
Evimde olsaydım, böyle bir cümle gelseydi aklıma iki ayrı anlamıyla hemen iki ayrı yöne doğru akardı duygu ve düşüncelerim.
Ardından risksiz, kolay ve anlamlı gelen bir yolculuğa çıkar, sembolik bir dilin cazip, bakir ve cezbeli sükunetiyle yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışır, çok büyük bir ihtimalle bir yazı, hikâye veya bir şiir ile dönerdim.
Şimdi bu cümle bir kendini fark edişten sonra ortaya çıkmış bir ruh halinin ifadesinden başka bir anlama sahip değil benim için.
 
Evet öncesini hatırlamadığım bir zamandan sonra bu mağarada buldum kendimi.
Parça bölük, birbirinden kopuk anlardan başka hiçbir şey hatırlamıyordum. Hatırlayabildiğim tek şey mağaradan önceki halim ve odamdaki durumumdu.
Bir çılgınlık anı gibiydi. Ayrılık, kavuşma, hasret, acı ve zevk, tek ve çok başınalık ya da adını, önemini, tarzını, anlamını kaybetmiş binlerce ilişki.
Bütün karmaşası, bütün yüzeyselliği ve kalabalığı ile şimdiki zaman, bütün yaşanmışlığı, gözden geçirilmemiş dağınıklığı ile geçmiş zaman, bütün şekillenmemişliği aklın alamayacağı kadar ihtimalleri, umut ve umutsuzlukları, risk ve vaatleri içinde barındıran ve mutlaka bir yerde sona erecek olan gelecek zaman. Ve gelecek zamanın bitiminden sonra ki, belki de bir zamansızlık hali demek olan her neyse zamanötesi. Bunların içindeki ben ve benim olmadığım, benim zamanımın bitişi ile başlayan hali. Ben ben ben.
 
Bir sıkıntı. Bütün bir şimdiki zamanın, geçmişin, gelecek ve bensiz geçecek zamanlarla zamansızlığın içine yerleşmiş, hatıralar, yüzler, korku, umut, düşünce ve duyuşlar.
Varlığımı içi tıka basa dolu bir hacim olarak hissettiğim an.
Ve sıkıntı, sebepli sebepsiz sıkıntı. Adı olan ve olmayan sıkıntı. Adı hayat olan, hatıra olan, aşk, dostluk, arkadaşlık, sevgi, korku, hiçlik, her şeylik, olan, bilinebilen ve bilinmeyen alemlere ait sıkıntı. Soru olarak, cevap olarak sıkıntı. Karanlık sıkıntısı, aydınlık sıkıntısı. Ölüler halinde sıkıntı ve yaşayanlar halinde. Bana ait sıkıntı ve bana bulaşan sıkıntı. Yerden göğe ağan, gökten yere yağan sıkıntı. Sayıların, rakamların, harflerin, cümlelerin ve bütün bunların hayatımızdaki ölçülebilir, yazılabilir karşılıklarıyla sıkıntı. Hafif, orta şiddette, derin sarsıntılar, çöküntü ve sivrilikler ve sivrilişler halindeki sıkıntı. Yükselişler, düşüşler halindeki sıkıntı. Darlığın, kuraklığın, yokluğun ve bütün bunların olumlu karşılıkları olan genişliğin, varlığın ve bereketin, sıkıntısı.
Kendini kaybetmenin ve kendini bulmanın sıkıntısı
Ölüm sıkıntısı ve hayat sıkıntısı.
Bir takıntı halindeki sıkıntı ve yahut sıkıntı halindeki bir takıntı.
Evet böyle tarif edebildiğim ya da bundan fazla ve başka türlü tarif edemeyeceğim bir sıkıntı.
Mağarada bulunmadan önce hatırlayabildiğim tek şey evimde ve odamda iken hissettiğim bu sıkıntı idi.
 
Kendimi bir mağarada buldum. Bunu bir mağarada kendime geldim diye de anlayabilirdim. Daha doğrusu şimdi öyle anlıyorum. Ve hemen mağaraya, daha doğrusu içinde bulunduğum mekâna yöneliyor dikkatim.
Mağarayı incelemeye çalışırken mağara imgesine kayıyor duygularım. Loş bir güvenlik duygusu, sığabileceğim, kavrayabileceğim kadar bir genişlik, başkaları ve başka her şeyden yalıtılmışlık… Alıştığım seslerden, kendi konuşmalarım da dahil konuşmalardan, bildiğim ve asla alışamadığım gürültülerden, çok hızlı, sürekli ve çok sayıda görüntüden ve hatta güzel ve kötü kokulardan, istekli isteksiz, istendik ve istenmedik, maksatlı ve maksatsız, iten ve davet eden, okşayan ve hırpalayan dokunuşlardan kurtulmanın rahatlığını, seslerin, görüntülerin, dokunuşların, bakışların binbir ihtimale açılan anlamlarını anlamak ve yorumlamaktan azadelik.
 
Kendine rağmen bir yaşantının karmaşık akışından, hızlı ve kontrolsüz bir zamanın kaosundan, hep genişleyen, değişen, iç içe geçmiş mekanlardan bağımsız hale gelmek.
Gazeteden, televizyondan, kitaptan, işten, eğlenceden, otomobilden kurtulmak,
Tıka basa dolu, doldurulmuş, ağır ve isteksiz hale getirilmiş gibiydim. Şimdi bütün bunlar bir başka alemde kalmış gibi uzak görünüyordu.
“Tanrım ne kadar yorulmuşum ne kadar sürüklenmiş.
 
Birden korku geliyor aklıma. Korku… Bir duygu halinde değil bir fikir halinde korku…
Korkmam gerekirdi diyorum. Böyle bir durumda hep korkarım, ben. Ama içimde en küçük bir korku bile duymuyorum.
Oysa korkmalıydım. Loşluk, bilinmezlik, kopukluk, kesiklik.
Bunlar korkutucu şeylerdir benim için.
Çevreme fark ettirmesem de sinemaki bir insan sayılırım. Birçok şey rahatsız eder beni, cesaretimi kırar, hamle ve hareket gücümü sınırlar, duygu ve düşüncelerimin akışına ket vurur. Sebebini bilemediğim bir tepki, anlamını çözemediğim bir bakış, kaynağını bilemediğim bir ses, içinden çıkamadığım bir fikir, yaşadığım ve yaşamadığım haller tedirginlikten, endişe ve korkuya uzanan şiddetlerde içine çeker beni.
Ama tuhaf bir şekilde korkmuyorum.
 
Mağara imgesinden mağaraya yöneldi dikkatim.
Kendini ele vermeyen bir mağara. Büyük, geniş ve karanlık. Karanlığı kendisine mi ait, yoksa vaktin gece olmasından mı belli değil ya da ben bilmiyorum. Çok ama çok yaşlı gibi görünüyor. Kapısından başka ışık sızan ve dış dünyaya açılan bir çıkış bir delik, bir aralık görünmüyor.
Bir dinginlik, bir kendindendik, doğallık sızmış her köşesine sanki.
Ben de yorgun ama her şeyi geride bırakmış, bir zamansızlık haline düşmüş gibi dinginim.
Başka bir zaman olsa merakım, kontrol edemediğim aklımı harekete geçirir, birçok soru belki de birçok hikâye ya da imge ölçülemez bir hızla üşüşürdü beynime.
Çok az ve zor yakaladığım bu dinginlik halini kaybetmek istemiyor, sadece yorgunluğumdan kurtulmak istiyordum.
 
Mağaranın duvarının bir yerine doğru gidip, oturdum. Sırtımı mağaranın duvarına dayadım. Kısa bir süre sonra bir serinlik hissettim sırtımda. Sanki yüreğimi serinlemiş gibi bir rahatlık yayıldı vücuduma ve dayanılmaz bir uyku ihtiyacının içine yuvarlandım. Alışkanlıklarımın tersine, yabancısı olduğum bir yatakta bile uyuyamayan ben bıraktım kendimi uykunun kollarına.
Bir çocuk kadar kolay, rahat ve güzel uyudum.
Uykuyu severek, mağaranın sütü gibi emerek, bir uykuya dönüşerek uyudum.
Uyku ile uyanıklık arasında, bir yanın uykuya kaçmak isterken bir yanını uyanıklığa doğru çeken düşünce, duygu, hatırlayış ve kopuşların çekiştirmesinden uzak en saf haliyle, rüyasız, kabussuz bir uyku. Sadece uyku.
Ne kadar uyudum bilmiyorum, halen de bilmiyorum. Ama uykuya doymuş, bütün yaşamışlığın yorgunluklarından kurtulmuş, her zamanki gibi dalıp dalıp gitmekle uyanmak arasında yorucu ve yıpratıcı, huzursuz edici sürtüşmeden uzak ne bir dakika az ne bir dakika fazla, yeteri kadar uyuduktan sonra uyanmıştım. Tam kıvamında uyumuş, tam kıvamında uyanmıştım. Bütün yüklerinden kurtulmuş gibi, arınmış gibi hafif ve çelişkisiz, hatta en tam ve derli toplu halimle uyanmıştım.
 
– “Büyülü bu mağara sanki” diye geçirdim içimden!
– Evet büyülüdür bu mağara!
İrkildim. Korkudan mı, şaşkınlıktan mı bilmiyorum ama irkildim. Sesin geldiği yana doğru bakışlarımı yönelttim. Hala karanlıktı mağara ve hiçbir şey görünmüyordu. Etrafıma bakınırken –şimdi gittikçe artan korku, şaşkınlık ve merak kendisini hissettirmeye başlamıştı- kendimi yanıldığıma, olmayan bir sesi duyduğuma inandırmaya çalışarak seslendim;
– Kimsiniz?
Uzun bir sessizlik oldu. Tam duyularımın bana bir oyun oynadığına inanmaya, korku ve şaşkınlığı yavaş yavaş üzerimden atmaya çalışırken aynı ses konuştu;
– Kim olabilirim, belki mağarayım, belki mağara haline gelmiş biri?
Korkusu dağılmıştı. Ses ürkütücü, tehdit edici değildi. Alaycı ve tahakküm edici de görünmüyordu. Hatta bir vücuttan, bir ağızdan çıkmış gibi de değildi. Sanki karanlıkta gezinen sesli bir cümle gibiydi… “belki de mağarayım” cümlesine hak verdirecek gibi…
– Belki de mağaraya sığınmış biri, mağarada saklanan biri?
Bu farklı bir şey diye düşündü. Sığınmış ve saklanmış kelimeleri tehlikeli ihtimaller taşıyan bir ifade.
Gene de korkmadı, kendisinin bile şaşıracağı kadar korkmadı. Sanki her şeye hazır, ya da kendisine yapılacak hiçbir şeyin hiçbir şeyi sarsmayacağı, değiştirmeyeceği gibi bir güven ve kabul içinde görüyordu kendisini.
Bir den bir ihtimal endişe uyandırdı içinde
“Peki, sen kimsin” diye sorarsa mağaranın sesi.
Endişesi adını bile hatırlayamayacak kadar geçmişi geride kalmış bir şekilde bir başka aleme savrulmuştu.
– Korkma, kimsin diye sormayacağım. Kim olduğunu bilsen ne diye bu kadar zamandır burada, kendine çekilmiş bir halde duracaksın.  
 
Kendi mağarana gir,
Kendi Mağaranı Bul
Kendine Bir Mağara bul
Bir mağarada kurtul
 
____________________
Mehmet Çetin’i Rahmetle ve Özlemle Anıyoruz
 

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir