Kendini Eskiten Resim I

MEHMET ÇETİN Kendini Eskiten Resim I |ÖYKÜ|

MEHMET ÇETİN
Kendini Eskiten Resim I |ÖYKÜ|
 
İlk defa bir resim yaptım.
Yıllardır içimde taşıdığım bir yüz müydü, bunca yıllık yaşantımda tanıdığım ve biriktirdiğim yüzlerden süzerek çıkardığım bir suret miydi bilmiyorum.
Hatta nasıl ve niçin yaptığımı da bilmiyordum.
Cevabını bulamadığım bu iki soru tekdüze ve sıradan hayatımı dolduran bir sır gibi benimle birlikte yaşayıp duruyordu.
Evet ilk defa bir resim yaptım ve tek başıma yaşadığım evin salonunda bazen “bana bak, yaşadıklarından fazlası var, kır artık kabuklarını”, bazen “biliyor musun sen bir hiçsin”, bazen “kalk ne arıyorsan birlikte arayalım”, bazen “oturduğun yerde öylece kal, böyle birbirimize bakıp, duralım” diyordu. Bazen de en ahmak halimi paylaşan bir anlamsızlığın bönlüğüyle birbirimize bakıp durduk.
 
Böyle bir resim yaptım. Bakan, konuşan, susan bir resim.
   
Resim yapmaya ilişkin bir hevesim ve bildiğim kadarıyla yeteneğim de yoktu. Öğrencilik yıllarında resim derslerinde ve ödev olarak yaptıklarımla ne yapacağımı bilemediğim ya da konuşma ve dinleme güçlüğü çektiğim zamanlarda boş kağıtlara çiziktirdiğim karalamalar dışında resimle hiçbir ilgim olmadı.
 
Ama fotoğrafa karşı ciddi ama uzun sürmeyen bir merakım vardı biraz. İlk gençlik yıllarında maddi imkânsızlıklar nedeniyle sürdüremediğim denemelerim de oldu. Epeyce fotoğraf çektim. Hatta bu sanattan anlayanlar “iyi gidiyorsun” gibi yeni başlayanlar için övgü anlamına gelebilecek yüreklendirmelerde de bulundular. Fakat sürdüremedim. Hayatın zorunlulukları beni içine çekti ve fotoğrafçılık hevesim de doğal bir sonuç gibi kendiliğinden sona erdi.
 
Ama içimde resimle ilgili en küçük bir heves uyandığını hatırlamıyorum. Resim hiçbir zaman sahici gelmedi bana zaten. Belki iyi örneklerini görmedim, belki bir resme nasıl bakılacağını bilmiyordum. Hele, Natürmort resmin ölü doğa anlamına geldiğini öğrendiğimde “hah, demiştim, ben bunun için sevmiyorum resimleri”. Elbette canlı doğanın resimleri de yapılıyordu. Ama onlar da bana pek canlı ve sahici görünmüyordu. Bir tür mumyalanmış bir görüntü gibi geliyordu her tablo bana. Daha resme dönüşürken mi ölüyordu doğa ya da ressamların algılarında öldükten sonra mı tuvale aktarılıyordu yahut orijinallerini göremediğim için mi bilemiyorum, gördüğüm tablolar bendeki bu resimle mumyalama arasında muhayyilemin kurduğu ilişkiyi söküp atamadı.
 
En kötü bir fotoğraftaki canlılık en iyi resimde yoktu. Üstelik portreler söz konusu olunca bu duygu daha fazla kendini gösteriyordu. Zaten ressamların büyük bir çoğunluğu da ölülerin resimlerini yapıyor, çarpık bir ebedilik isteğine yakasını kaptıran insanları ölü bir suret halinde düz bir yüzeye sıvıyorlardı.
 
İşte resimle ilgili bağım ve düşüncemin hepsi bu kadar.
Zaten doğa da ilgimi çekmedi hiçbir zaman. Çok güzel bir manzara bile ancak kısa bir süre kendisine çekebiliyordu beni.
Ama insan yüzleri anlaşılmaz bir şekilde ilgimi çekti hep.
Otobüslerde, evlerde, caddelerde karşılaştığım insanların yüzlerinde güzel olsun çirkin olsun hemen anlaşılan ve asla anlaşılmayacak olan ama hep canlı duran bir şeyler görüyor ve hissediyordum. İnsan yüzlerinde yüzer gibi hissediyordum zaman zaman kendimi ve herkesi birer yüz, sadece yüz gibi algılıyordum sanki. Sevinçli, kederli, telaşlı, sakin, canlı ve donuk, korkmuş yüzler.
Genç ve yaşlı, yetişkin ve çocuk, erkek ve kadın haliyle yüzler.
Ayrılırken, kavuşurken, başarılı ve başarısızken, tutkulu ve kendini koyvermiş yüzler.
Söverken, azarlarken, takdir eder ve överken yüzler.
Gergin ve dingin hatlarıyla, sayısız çizgilerle dolu ya da çizgisiz ve donuk haliyle yüzler.
Çağıran ve iten yüzler.  
Her biri bir şey anlatan, her biri bir hikâye olan yüzler.
Bu yüzlere dalıp giderdim hep. Her yüzün anlamını ve hikâyesini merak ederdim. Bilinçli ya da bilinçsiz baktığım her yüze bir anlam ve hikâye yakıştırırdım.
 
Hikayesiz ve anlamsız yüzlerden nefret eder ya da kayıtsız kalırdım.
Sonra bir şeyi fark ettim. Yüzlere bu kadar yoğun ilgimin nedenini.
Gördüğüm her yüzde bir şey arıyordum. Kendi yüzümü. Aynada gördüğüm yüzüm sahici gelmiyordu bana. Aynanın karşısına gerçek kimliğinden uzaklaşıyordu insan. Ne kadar uzun ya da dikkatli bakarsa baksın bir şey söylemiyordu insana ayna. Kayıtsız, umarsız, dilsiz, hikâyesiz ve anlamsız bir yüzü yansıtıyordu “sende görmeye değer bir şey” yok dercesine.
Yüzümün, -yüzümüzün mü demeliydim bilmiyorum- sahici hallerinde ise ayna yoktu. Olduğunu farzetsek bile son nefesini veren bir insanın halini gösteren bir fotoğraftan farksız, sonsuza kadar değişmeyecek gibi asılı duran bir tek kare kalıyordu geriye. Donuk, ölü ve anlamsız bir kare.
Aynaya bakmaktan vazgeçmedim ama bir türlü güvenemedim de aynaya…
 
Bu yüzden insan yüzlerine hatta hayvan yüzlerine baktım her fırsatta bıkıp usanmadan. Ev hayvanlarından kümes hayvanlarına, büyük ve küçük baş hayvanlardan hayvanat bahçesinde teşhir edilenlere kadar. Yüzler aradım, yüzler gördüm, yüzler biriktirdim. Kendi yüzümü görmek için sayısız yüzün yanına, karşısına kendi yüzümü koydum.
 
Hep bir eksiklik, fazlalık, anlamsızlık, yetersizlik görülüyordu daha ilk anda.
Yüzüm bana ait değildi sanki. Yüzümdeki ben değildim sanki. Yüzüm ve kaderim, yüzüm ve ömrüm, yüzüm ve hayatım arasında bir bağ kuramıyordum.
Yüzüm işgal edilmiş gibi karışık, tutuk ve anlamsızdı.
Yüzüm çizgileri silinmiş, öfkeden, kıskançlıktan, sevgi ve düşmanlıktan, ağlamaktan ve gülmekten coşkudan ve bilinçlililikten alıkonmuş, bütün bunları yaşarken bile kendisi değilmiş gibiydi.
Bir fotoğraf gibi. Sahibinin hikayesini, kimliğini ve kişiliğini yansıtmayan bir fotoğraf gibi. Üzerinde çok oynanmış rötuşlu bir fotoğraf gibi.
Çirkin değildi yüzüm. Göze batan bir kusuru da yoktu. Bir utancın kirli hatıraları da sıvanmamıştı üstüne.
Yüzümden değil, yüzümü görememekten mustariptim.
 
Tekrar tekrar, hep ve her zaman yüzlere döndüm. Yüzler aradım, yüzlerde kendimi aradım.
Yüzümden hiçbir işaret yoktu hiçbir yüzde. Yüzüm sahici değildi, yüzler sahici değildi.
Hayvanlarda biraz bir sahicilik vardı sadece.
Ev hayvanları dalkavuktu. Kümes hayvanları fırsatçı, büyük ve küçük baş hayvanlar umarsız.
Kafese kapatılmış hayvanlar özgürlüğü unutmuş, beğenilmeye ve ödüllendirilmeye şartlandırılmıştı.
Gene de herkes yüzünden memnun görünüyor, insan içine çıkarılabilir bir yüze sahip olmaya çalışıyordu.
Hatta estetik yaptırıyorlardı yüzlerine yüzleri uğruna dişlerine, dudaklarına, burunlarına, kaşlarına ve gözaltlarına, çenelerine ve yanaklarına. Yüzlerinde hayatlarından bir mısra gibi duran her çizgiyi silmek için doktorlara koşuyorlardı Yüzlerinden umudunu kesenler yüzlere güzel ve etkileyici görünmek için yüze çıkardıkları, yüzleri gibi algılanan göğüslerine, boyun ve bileklerine, bacaklarına ve kalçalarına, hatta mahrem yerlerine estetik yaptırıyorlardı.
Zaten, kendilerine ait olmayan, makyajla, lensle, beyazın dışında bütün renklere boyanmış bir kafanın ortasında farklı bir parçaya aitmiş gibi duran bir yüzle ve yüzsüz bir gururla dolaşıyorlardı kalabalıkların gözleri önünde. Bir çift bacak ya da göğüs, göbek ve kalça halinde geziniyorlardı umursamaz görünen bir maskeyle biraz ilgi çekmek adına.
 
Maskeli balodan yüzler ve bu yüzlerden öyküler devşirmek gibi bir anlamsızlığın içine yuvarlandığımı düşündüm.
Gene de yüzlere bakmaktan, kendi yüzümü yüzlerde aramaktan alıkoyamıyordum kendimi.
Yüzlere baka baka yüzlerden uzaklaşmaya, bıkmaya başladım.
Bıktım aynada gördüğüm kendi yüzümden.
Herkeste ve kendimde aynı yüzü görmekten bıktım.
Uzun ve kimsesiz bir dağ evine çekildim.
Hasretle, umutla kendi yüzümü görmek için biriktirdiğim, sevdiğim ve sevmediğim yüzlerden zamanın gelip geçmediği, kimsesiz bir ıssızlığa iltica ettim.
 
Bir yığın alışkanlıktan mahrum kalmanın acısıyla kıvrandım. Bir taraftan yeni yüzler görmek, bir taraftan da kendi yüzümle bile karşılaşmamak arasında gidip geldim. Gazete, kitap, üzerinde insan fotoğrafı ya da resmi bulunan küçük bir kâğıt parçası olsun razıydım. Kendimi daha baştan o kadar güçlü ve ulaşılmaz, hiçbir kimseye ulaşamaz biçimde tecrit etmiştim ki, tecridim tam bir mahrumiyete hatta mahkumiyete dönüşmüştü.
 
Gün geçtikçe bir tek yüzden çoğaltılmış binlerce yüz birer birer ya da gruplar halinde yok oldu ve azaldı. Kendi yüzlerim de.
Kurtuluşum böyle başladı.
 
Kendim de dahil hiç kimsenin tek bir yüzü yoktu. Daha şaşırtıcı olanı tanıdığımız insan, hatta nesne sayısınca yüzüm olduğunu, yüzümüz olduğunu fark ettim. Tanıştığımız her insanla onunla ilişkimizin zamanına, şekline, düzeyine hatta anlam ve içeriğine göre bir yüz geliştiriyorduk.
Bizi yanıltan şey her insanın karşısında yüzümüzün değil yüzümüzdeki ifadenin değiştiğini sanmamızdı.
 
Her insanla ilk karşılaştığımızdaki yüzümüzle devam ediyordu ilişkilerimiz ve o ilk sayfadan itibaren başlayan, nasıl ve ne zamana kadar süreceğini bilmediğimiz ama sürdürmek zorunda olduğumuz bir hikâye çıkıyordu ortaya. Hiçbir gereği ve gerçekliği olmayan, sadece ilk karşılaşmalardaki yüzümüzün gerçek olduğunu kanıtlamaya dönük bir hikâye.
Yüzlerden kurtulmam çok uzun sürmedi. Hafızamdaki bütün yüzler silindi diyemesem de beni rahatsız etmeyecek, iki de bir karşıma çıkmayacak, aklıma düşmeyecek bir uzaklığa, belirsiz bir bölgeye çekildi.
Bütün yüzler ve bütün yüzlerim çok çok gerilerde kalmıştı.
Yüzlerden ve yüzlerimden kurtulmak, yavaş yavaş rahatlatmıştı beni. Yüzlerim azaldıkça rahat ve genişlemiş hissediyordum kendimi
Ama yüzlerimle birlikte ben de yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştım. Yüzlerimin kaybolması benim kaybolmamdan başka nedir ki?
 
Alışmadığım bir rahatlık ve dinginlikle, tedirginlik arasında daha doğrusu hiçbir şey haline gelmenin yitik dinginliği ile her şey hiç olmazsa bir şey olma tutku ve ihtiyacın arasında gidip geliyordum. Kendimi bırakabilsem renksiz bir bulanıklıkta fani olacak, kendimden kurtulacaktım.
 
Artık bir ömrü bu münzevi halde hatta yeme içme gibi ihtiyaçlardan kurtulmuş bir şekilde geçirebilirdim. Yıllar sonra başını bir yastığa dayamış, cenin pozisyonunda bir iskelet olarak bulabilirlerdi beni.
 
Ama hiçbir şey olarak kaybolmak, beni tanıyan onca insanın hafızasında, hiçbir anı, iz, işaret ya da eser bırakmadan yok olmak bu yeni tanıdığım dinginliğin huzurunda rahat bırakmıyordu beni.
Beni tanıyan onca insan!
Kimdi onlar?
Kimin, daha doğrusu hangi yüzümün tanığı ve tanıdığıydı?
Ölüm karşısında cesur, hayat karşısında korkak…
Her düşünceye açık, her düşe kapalı…
Uzak geçmişlere ve geleceklere tutkun, şimdiden, bugünden uzak bir adam.
Bu benim tanıdığım yüzüm….
Ya onlar hangi yüzümle tanıyorlardı beni…
“Kaybetmek için elinden geleni yapmış bir adam”
“Çok neşeli, inanılmaz bir espri yeteneği olan bir çene”
“Acemi, su içerken bile…”
“Çok garantici, çok sağlamcı”
“Her teklife daha ne duruyoruz diyen bir acul”
“Aptalın teki”
“Çok, çok zeki bir adam”
“Bu adam kendinin farkında değil”
“Aman dikkat et, bilinenden bilinmeyeni bulacak kadar tehlikeli”
İşte yüzüme karşı ya da arkamdan söylenmiş cümlelerden benim bildiklerim. Ya bilmediklerim. Onlar mı beni yanlış tanıyorlardı, ben mi herkese ayrı bir kişilikle görünüyordum.
Ve ben nasıl görüyordum kendimi…
 
Her konuda fikirlerim vardı…
Kendim hariç…
Hatta zaman zaman varlığımdan şüphelenecek kadar uzağındaydım kendimin.
Anonim, herkese ait bir çocuk gibiydim, herkesin kendi istediği adı vermeye çalıştığı…
Ben ise adımı hatırlamıyor, bana verilen hiçbir ada itiraz etmiyordum.
Ama yüzüm….
Yüzüm rahatsız ediyordu beni…
Yüzümde gördüklerim, göremediklerim daha doğrusu başkalarının görüp de benim göremediklerim.
Olumlu, güzel, iyi şeyler aramıyordum yüzümde. Belki bütün yüzlerde aradığım bulamadığım şeyi, yüzümün gerçekliğini görmek, yüzümün kavislerini, çukurlarını, çizgilerini sahici görmek istiyordum.
 
İyi ya da kötü bana ait bir yüz arıyordum hep.
Yüzüme ait söylenen her şeyi ciddiye aldım. Dostlarımın, düşmanlarımın uzak ve yakın tanıdıklarımın. Her birinin söylediği içinde eksik ve yanlışın barındığı bir doğruya dayanıyordu.
Bu kadar işte.
Ve en önemlisi O’nun söyledikleri…
Daha çok kavga ettiğimizde, önceden düşünüp söyledikleri;
“Çok kibirlisin”
“Bana kurnazlıkların sökmez”
“Bilgi ve akıldan ibaretsin, hissetmiyorsun”
“Sen hep lütfedersin zaten”
Ve biraz sükunetle konuşabildiğimiz nadir zamanlarda söylediği;
“Daha önce var olan bir şeyi kaybetmiş gibisin”
 
Şimdi uzak bir yüz olarak gelip geçti gözlerimin önünden.
Görüntüsü bile yoruyordu beni. Bir nefret, bir öfke yüzümü yalayıp geçti. Gayrı ihtiyari ellerim yüzüme kapandı. Yüzümü koruyamadım. Ellerimin altında yanıyordu derim.
Belki de ellerim kanatıyordu yanaklarımı.
Yatağa uzandım, gözlerimi kapattım. Kendimi ve yüzümü karanlığa bıraktım.
 
………
Devam edecek (3 bölüm daha var)
 
_________________________________
Mehmet Çetin’i Rahmetle ve Özlemle Anıyoruz
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir