Kur’an Ayı Ramazan

AZİZ SAVAŞ

AZİZ SAVAŞ  
Kur'an Ayı Ramazan
 
Beşeri hayatımızın bütün gerilim ve kasvetine, bütün kirlilik ve ifsadına, bütün acı, keder ve merhametsizliğine rağmen, Allah'ın günleri, geceleri ve ayları pür merhamet ve şefkat, pür bereket ve ihsan, pür mana ve maneviyat ile yüklü olarak kendi mecrasında deveran edip durmaktadır. Zavallı insanoğlu, bu uçsuz bucaksız evrende bir zerre mesabesinde olan bu yerküre üzerinde, süfli ihtiraslarının kavgasına tutuşa dursun, ilahi irade, zerreden küreye bütün bir evrende hükmünü sürmektedir. Kendilerini adeta yeryüzünün ilahı sanan gafil ve zavallı mağrurlar, bilmiyorlar ki, nice benzerleri, insanlık tarihi boyunca aynı gaflet ve cehaletle, aynı kibir ve mağrurlukla ilahi irade karşısında, yeryüzünde çalım satmış, neredeyse bütün bir zamanın ve evrenin kaderinin kendi ellerinde olduğunun zehabına kapılmışlardı da, sonunda ilahi irade hükmünü tahakkuk etmiş ve onları zelil bir halde helak ederek tarihe gömmüştü. İşte, Firavun bunlardan biriydi. Cenab'ı Allah Musa (as); "Firavun'a git; muhakkak ki o pek azdı" demişti. Hz. Musa (as) Firavun'a gidip; "Biz Rabbinin (sana gönderilen) elçileriyiz" dediğinde, Firavun; "Ey Musa! Sizin Rabbiniz kimdir?" demişti; çünkü Firavun, öylesine bir kibre kapılmıştı ki kendisinden başka bir rabbin olacağını düşünemiyordu. Hz. Musa (as); "Bizim Rabbimiz her şeye şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir", "Yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su indiren O'dur" dediğinde, bu onun gururuna dokunmuş ve adeta, 'göklere de ben hükmederim' dercesine kibri kendisini göklere çıkıp Musa'nın Rabbi'ni arama arzusuna kadar vardırmıştı: “Firavun: Haman! Benim için bir kule inşa et, dedi, Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın Tanrısına ulaşırım. Gerçi ben onun yalancı olduğunu zannediyorum ya, (neyse!) İşte böylece, Firavun’un kötü gidişatı kendisine cazip göründü ve yoldan çıkarıldı. Sonuç itibariyle Firavunun hilesi ve düzeni de tamamen boşa çıktı". Hâlbuki zavallı bilmiyordu ki, hezimeti bir avuç suda boğulmak olacaktı; bir avuç suya hükmedemeyen, göklere hükmetmeye kalkışmıştı.

İşte, insanoğlunun bu cehalet ve gafleti yüzündendir ki, kendi acizliğini unutur, büyüklenir, haddini aşarak azmaya, zamana ve kadere hükmetmeye kalkışır; bütün bir hayatın ve tarihin gidişatının kendi tasarrufunda olduğunun zehabına kapılır. Onun içindir ki, Cenab'ı Allah, insanoğlunun bu gaflet ve cehaletini bildirerek onu uyarır: " İnsan, ne zaman bir kibre (müstağni) kapılmaya dursun, muhakkak ki azar".

Bu imanladır ki, inananlar her hal ve şartta asla umutsuz ve ümitsiz olmazlar; olmamalılar. Bir tek kişi kalsalar dahi; küfür, bütün gücüyle yeryüzünde hükmünü sürse, zalimler, her türlü kibir ve böbürlenmeleriyle caka satıp dursalar da, bilirler ki, bütün bu yaşananlar, Cenab'ı Allah'ın mülkü içerisinde, onun mutlak hükmü altında ve bizim bilmediğimiz takdiri ve iradesi dahilinde cereyan etmektedir. Gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar, galaksiler, mevsimler, sular, kısaca, bütün bir varlık alemi onun hükmüne ram olmuş, onun iradesine boyun eğmiş ve onun kudreti ve ilmiyle ayakta kalmakta, denge ve düzenlerini sağlamaktadır. Böylesine bir güce dayanmak ve ona iman etmek, elbette ki en büyük güç ve kuvvettir. Ebu Bekr Sıddık (r.a.) anlatıyor: “Biz mağarada iken başlarımızın üstünde (bizi aramaya gelen) müşriklerin ayaklarına baktım: ‘Ey Allah’ın Resulü! Bunlardan biri eğilip de iki ayağı hizasından baksa bizi muhakkak ayak hizasının altında görecektir’ dedim. Allah Resulü (sav): ‘Ey Ebu Bekr! Üçüncüsü Allah olan iki kişiyi ne zannediyorsun?’ buyurdu". Kur'an'da ise bu olay şöyle anlatılır:  "Eğer siz ona (Resulüme) yardım etmezseniz (hatırlayın o demleri ki) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları (hicretine sebep oldukları) zaman bizzat Allah ona yardım etmişti. (Yine de O, nusretini esirgemez. O demler öyle demlerdi ki Resulullah ancak) ikinin ikincisinden ibaretti (Hakdan başka mededkâr yoktu. O zaman onlar («Sevr» dağının tepesindeki) mağaradaydılar. Peygamber, o vakit arkadaşına (Ebû Bekr Sıddık'a): «Tasalanma. Allah, hiç şüphe yok, bizimle beraberdir» diyordu. Allah o (arkadaşı) nın üzerine (kalbine) sekînetini (kuvve-i ma'neviyyesini) indirmiş, onu (Habibini) görmediğiniz (manevi) ordularla te'yîd etmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı. Allahın kelimesi (tevhîd kelimesi) ise, o çok yücedir. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir".

İşte, bu şuura, bu imana ermek müminlerin temel hedefi ve arzusu olmalıdır. "Allah'tan başka ilâh yoktur", "Allah'tan başka kudret ve kuvvet sahibi yoktur" şiarı, bir söz olmaktan ziyade, şuurumuzu keskinleştiren, tasavvurumuzu şekillendiren, kalbimizi metin ve mutmain kılan bir kemale ermelidir. Bu öylesine derin bir tasavvurudur ki, buna eriştiğimiz anda, bütün zaaflarımızdan, bütün acizliklerimizden, bütün korku ve endişelerimizden kurtulur ve maddi dünyanın bizi kuşatan o karanlık perdesini yırtar, o sonsuz aydınlıkla birleşir ve ötelerin ötesine uzanan bir sırra, bir güç ve kuvvete erişiriz. Buna eriştiğimiz anda da, işte o zaman kimse bizi tutamaz. İşte o zaman, zamanın ve mekanın mahiyeti değişir, tarihin seyri yeni bir mecrada akmaya başlar. İşte o zaman, bilimde, ilimde, sanatta, ahlakta, adab-ı muaşerette, kısaca, insani ve içtimai hayatımızın bütün sahalarında yeni yeni fetihlerin kapıları açılır önümüze. Bu salt bir rüya, bir ütopya ya da hayal değildir. Arabistan çöllerinde, ilkel bedevi kabilelerden oluşan bir topluluğun, kutlu bir elçinin önderliğinde, yirmi üç yıllık bir bilenmeden, bir iman ve tevhid şuuruna erişmeden sonra, nasıl bir anda bütün dünyanın kapılarının önlerinde açıldığı, nasıl maddi ve manevi alemlerin fetih kapılarının bir bir aralandığını ve bin yıl boyunca dünyaya nasıl aydınlık bir düzen kurduklarına tarih şahittir. Bunun için çok sayıda insan ya da kalabalıklar olmaya gerek yok! Şuurları aydınlık, kalpleri metin ve mutmain, gönülleri sevgi ve muhabbetle, aşkla tutuşan bir nitelikli topluluğun varlığı, bu meşaleyi tutuşturmaya, bu çığırı açmaya, bu hamleyi başlatmaya yeter. Bu niteliklere sahip bir kişinin varlığı, binlerce kişinin varlığına bedeldir. Bir Gazali'nin, bir Ebu Hanife'nin, bir ibn-i Arabi'nin, bir Yunus'un ya da Mevlana'nın ışıkları yüzlerce yılın derinliğinden günümüze kadar gelip tesir ve etkilerini hala devam ettirmektedir.

Bizler; müminler, son iki asırdır, adeta başına vurulmuş, hafıza ve şuurunu kaybetmiş, gönül ve ruh dünyası kirlenmiş, maneviyatı paramparça olmuş, binbir dert ve zillete duçar kılınmış halde bir şaşkınlığı ve savrulmuşluğu yaşıyoruz bugün. Bugün tek ve acilen muhtaç olduğumuz şey, yeni bir şuur, yeni bir tefekkür, yeni bir diriliş ruhuna sahip olmaktır. Bunun yolu da, ruh ve fikir dünyamızın arınmasından, kendi özüyle yeniden şekillenmesinden geçer. İşte, Allah'ın kutlu zamanları; günleri, geceleri ve ayları, her biri yüksek mana ve şuur, yüksek maneviyat ve ruh içeren ve adeta birer manevi arınma ve beslenme istasyonları gibi günlerimizin içerisine serpilmiş, o manevi iklimlerini üzerimizde rahmet bulutları gibi yaymıştır. Bugün içerisinden geçtiğimiz üç aylar, mübarek geceler ve idrak ettiğimiz Kur'an ayı olan Ramazan, her biri bunlardan biridir. Ramazan, salt bir açlık ve susuzlukla nefsi terbiye etmek, fakir ve fukaraya karşı merhamet duygularımızın canlanıp harekete geçmesi olmanın ötesinde, bir Kur'an ayı olması hasebiyle de, baştan sona, Kur'an ruhu ve tefekkürü ile, ruh ve tefekkür dünyamızın her yıl yeni bir restorasyon ve arınmadan geçişinin adıdır. Hadislerden öğrendiğimiz, Cebrail'in, Ramazan ayında efendimize geldiği ve ona başından sonuna kadar Kur'ân'ı hatmettiğidir. Elbette ki bunun işar ettiği mana ve önem çok büyüktür. Çünkü Kur'an, anlamak için, her biri ayrı bir ilim ve meziyet gerektiren mevzuları içermekle beraber, bunun dışında, bütününe hakim olan kesif bir manevi iklim, dirilten bir ruh, tefekkür ve gönül dünyamızı her türlü kir ve pastan arındıran ve aydınlık kılan bir iksir ve nura da mündemiçtir. Sadece ses fonetiğindeki tılsım bile, tek başına, ruhlarımızın üzerinde, hiç bir beşeri ses ve aletin oluşturamadığı bir etki yaratır. Bu konuda, rahmetli Seyyid Kutub'un anlattığı bir hatırası manidardır. Gemi ile çıktığı bir Amerika seyahatinde, yolculuğunun bir günü Cuma'ya denk gelir. Gemideki tayfaların çoğu Mısırlı ve Müslüman olduklarından, aklına, bunlar ile birlikte, gemide bir Cuma namazı kılmak fikri gelir. Bunu kendilerine açtığında hepsi sevinir ve kabul ederler. Kendisi yüksekçe bir yere çıkar ve hutbe okumaya başlar. Bir gemide ilk defa böyle bir olaya şahid olan yabancı turistler, toplanıp merakla kendilerini izlemeye başlarlar. Namaz bittiğinde, bazı turistlerin gözleri yaşarmış halde yanına geldiklerini ve kendisine şunu söylediklerini anlatır: "senin normal konuşmanın içinde söylediğin bazı sözler vardı ki, onlar senin konuşmana benzemiyordu. Neydi onlar? Çünkü, başka bir tınısı vardı o sözlerin ve çok etkileyiciydi".  İşte, hiç manasını bilmeyen ve o dile yabancı olanlar bile, Kur'an'ın söz ve müziğini diğer sözlerden ayırt edebiliyor. Bir başka örnek de şudur: müşrikler ile müminlerin bir arada olduğu bir ortamda, Efendimiz, Necm Sûresini okur ve sûrenin sonunda, "Haydi Allah'a secdeye kapanın ve ona kulluk edin" ayetini okuyup secdeye kapandığında, okunan ayetlerin ruhlarında oluşturduğu etkiyle kendilerinden geçen müşrikler de müminler ile birlikte secdeye kapanırlar. İşte bu, Kur'an’ın gücüdür. Bu öylesine bir güçtür ki, kendisine inanmayanları bile ruhlarından yakalar, derinden sarsar ve kendisine boyun eğdirir. Müşriklerin, sahabenin evlerinde sesli olarak Kur'an okumalarını yasaklamalarının sebebi de, Kur'an’ın bu gücünden duydukları korkuydu.

Hülasa; dediğim gibi, Ramazan Kur'an ayıdır. Tuttuğumuz oruçlar kadar, Kur'an okumak, Kur'an dinlemek, evlerimizi, kulaklarımızı, ruh ve gönüllerimizi Kur'an sesiyle doldurmak, onunla beslemek… Ramazan'ın manevi iklimini doyasıya yaşamak, havasını teneffüs etmek ancak böyle olur. Her bir ibadetin kendine has, bir şuur ve mana, bir ruh ve maneviyat zemini vardır. Tıpkı her bir meyvenin kendine özgü bir lezzeti, tad ve rayihası olduğu gibi, her bir ibadetin de içine sinmiş bir ruhu, bir manevi lezzeti, bir tad ve rayihası vardır. İşte, Ramazan ibadetinin özünü de, Kur'an'ın rayihası, lezzet ve iksiri oluşturur. Kaybolan güzel geleneklerimizden biri de, hali vakti yerinde olan ailelerin, evlerine güzel sesli hafızları konuk edip, kendilerine Kur'an ziyafeti çekmeleridir. Hani, hep ruh ve gönül dünyamızdaki erozyonu, tefekkürümüzdeki yozlaşmayı konuşur dururuz ya! İşte, bunun sebebi, ibadetlerin manevi ikliminden uzaklaşmamız, mana ve şuurunu yitirmemiz ve tefekkürümüzün, ruh ve gönül dünyamızın, modern dünyanın adeta asitli ve kirli yağmurlarıyla beslenmesi yüzündendir. İnanın, salt bir hadis külliyatını baştan sona okumak bile, tek başına bizi manevi bir iklimde tutmaya, tefekkürümüzü aydınlatmaya, zihinsel kodlarımızı ıslah etmeye yeter. Yeter ki doğru bir niyet, muhlis bir kalp ile okuyabilelim.

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir