Cümle Âleme Mektuplar

ABDULKADİR BOSTAN
Cümle Âleme Mektuplar
 
bu mektup bizatihi size, ey cümle âlem
 
kelimelerden okyanus yapabilir
-gökyüzü çizebilirdim
içinde gözlerinizden balıklar
kirpiklerinizden kuşlar
insanı ta içinden çekiştirip duran, ölümüne yaşama hırsı
bir de bu dünyaya benzeme telaşı olmayaydı
-iyiydi…
 
-insana
 
mutlaka her insanın, koluna girilip
-karşıdan karşıya geçirileceği bir körlüğü vardır
 
biliyorsunuz
kör değil, görmeyen
sağır değil, duymayandır
insan başlı başına, defedilemez bir beladır kendine
kalbi usulca sevilmeyişler bulvarı
omurgasındaki aşk denilen labirente, arayış
sevmenin ötesi yasaklı bir kalbin koridorlarında; atılan volta
kaç köşedir bilinmez, köşelerinin içi sızlar
insan dendiğinde anlarım, aldatan aldanandır
yalandan kuleler yapan, sonra düşendir
üşüten üşüyendir, ayazdır
ölümü yaşamla sıvayan topraktır, unutandır
ateştir kendi külüne yürüyen
dikendir, aynada güle benzeyen
kendine yorgun bir sudur, arınmaktan aciz bir tanrı
bıçaktır; kendi yarasına müptela
kovalayan pençe, kaçan ceylan, ölümle saklambaç oynayandır
ekmeği büyüten başak, zamanı öğüten değirmendir
insan dendiğinde bilirim, zehir zemberek sesin çıngırağı
içinde koca bir mağara, mağara içinde ayna, ayna içinde mağara döngüsüdür
ödenmeyen vebal, çözülmeyen denklemdir
kalbinde kuş saklayan yuvadır
ruhunda ince bir saz
ellerinde ahenk ahenk dokunuş yok değil
dağ değil
rüzgar değil
yol değildir
insandır, insana dönüşmeyen yolculuk
 
-dünyaya
 
mutlaka her dünyanın yoluna girilip
-arştan arşa geçirileceği bir körlüğü vardır
 
biliyorsunuz
dili yok, alfabesi olsun
aklı yok, fikrine hürmet olsun
dünya başlı başına defolunup kalınmayacak bir beladır
döngülerin bir çemberde vücut bulmuş kifayetsiz hali
dünya dendiğinde bilirim, çivisinin çekici göğe asılı
iki kapı, iki menteşe gıcırtısı
yaşlı bebekler tek ayak üstünde
sessizliğinde ilerleyen bunca hayret tabakası
bunca boşluğun yorgun hali
sanki dev bir tiyatroya gelmişiz, bir yığın şekil, bir yığın ihtişam
çalgı çengi, üstümüze iyilik sağlık yağmurları, bolca hürriyet
ipin üzerinde yürüyen cambaz, her adımda ayrı bir heyecan
duvarlarında antik tablolar
içinde göç kuşları
içinde nehir ve kısrak
sırtında koca bir atlı karınca, üzerinde çocukça kahkahalar
ne zaman seslensem dünya diye
gelip geçici ne varsa, dev bir yumak gibi sarılıyor aklıma
sürme misali çekilmiş gözlere simsiyah
pencerelerinden sarkan yüzleri var, bilmem kaç milyon maskesi
çok fiyakalı bir şeyler var sesinde
sanki yakasında kırmızı bir gül
sanki saçlarına sürgün edilmiş bütün muştular
düz değil
eğik değil
vuslat değildir
dünyadır, döndükçe uzaklaşan sevgili
 
-hayata
 
mutlaka her hayatın ruhuna girilip
-karşıdan karşıya geçirileceği bir yorgunluğu vardır
 
biliyorsunuz
eli yok, tutasın
kemiği yok, dik durasın
hayat başlı başına defedilip ölünmeyecek bir ince beladır
ta içeride yanan bir kor, dumanında umut
ruhun içine dikilmiş koca bir kafes, o kafes içinde say ki gölge oyunu
iki kanadında iki desenli cam kelebek
tıpkı iğne deliğinde kayboluş, yüzümüzdeki çocukluk
kim acep, bu bedene bunca açlığı yamayan terzi
kimin arayışıdır, bu damak, bu diş, bu ağız
saman tadında yutkunan şeylerin hazzı
hayat ve zaman, berbat bir hamlenin şahı devirme yolculuğu
manası cebinde, öyle derin kayboluş ki
sanki bir dev kendi masalını yutmuş
uyku diyorum alsana beni gözlerinin koynuna
bu hayat diyorum beni tenine dokuyup duruyor acı acı
buz oluyor neye dokunsa, üşümek denen cehennem, soğuk alevler
hayat nedir ki diyorum bazen
o hassas terazide gidip gelen nefes olmasa
uzun değil
kısa değil
bitimsiz değildir
kendi kendine yetmeyendir hayat
 
ne olur sustur artık beni kendine
-sıkıldım, her gün aynı çirkinlikle, aynı sabahına uyanmaktan
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir