ABDULKADİR BOSTAN
Teo İle Dünya Dilinde Hasbihal
burası dünya, çok aşikâr ve ağır
evet, burası çok aşikâr ve çok ağır
-yaşamak denen kuşun uçup gidesi kadar gök
-ölmek denen uçurumun düşüp kalası kadar dip
biraz da buradan bak Teo
bir acayip pencere
bir acayip görünüyor dünya
herkes hiç kimsenin kalbinden sorumlu
körelmek adlı bir eser, put gibi dururken akıl karışıklığında
tam yüz yıldır uyanıp gökyüzüne düşüyoruz
alabildiğine derinlik
alabildiğine sağır bir eksiklik
üzerimizde tütsü kokusu / sanki zerdali
sanki yoksul bir aşk gibi boyanmışız duvarlarına dünyanın
ülkem adlı bir tabloda toplanmışız, çerez niyetine
biraz siyah
biraz beyazız
-iki kaşımızın tam ortasından vurulmuşuz / sevda diye
nabzımı unuttuğum kadının gözlerinden bak bana Teo
ağır ağır kaldır kirpiklerini
tanklar geçmeden içimizden
yağmurlar geçmeden…
ben hep dumansız kalan bacalardan bakardım dünyaya
gördüğüm şeyler, az inançlı çok tanrılıydı
nihayetinde bütün yüzlerde aynı yargıcın tokmak sesi
ve aynı sesin o koca ağızlı adalet savunucusuydu insan
sanki dünya
bütün hesapların ve rakamların yarına erteleniş yeriydi
sanki dünya; az ile çoğun yorgun haliydi
herkesin kendine cem olduğu ezan seslerinde birikir
bir vebalin en tenha sokağında ayrılırdık
az enteresan çok olağandık
geri geri düşünüyorum da
ne kadar çok şey biriktirebiliyormuş insan
elle tutulmaz akşamüstü serinlikleri gibi
gerisingeri açılan bir kapı boşluğunda sallanan, o tek çekimlik nefesler
gardiyan düdüğü gibi, babaların eve dönüş saatleri
ah dünya diyorum
bazen kalakaldığım bir şehir oluyorsun
bir kapı eşiği, geçip gidilemeyen sebepsizlik
biraz kimyon, çokça nane esiyor rüzgarların
insan diyorum
sana bağımlı bir endişe törpüsü
bi o kadar doyumsuz
bi o kadar hayret vitrini…
birbirimizin kınından çekilmiş iki pusat ağzı, tutkulu bir yara
kaybolmuş kadar eksik, gidilen her mahallen
o her mahallendeki çocuklar yüzüme benziyor
yüzüm ise yüzündeki aynaya dönüşüyor
senin adına ne varsa; yavru yavru büyüyen uçurum
geçmişin duvarlarından inmeyen rengarenk ihanet tabloları
sırtımın kamburunda hep aynı hissiyat; ölememek korkusu
biliyorsun bir çemberin döngüsüyüz / bütün kayboluşlar kendimize
bir akşamüstüyüz yıldız yıldızayız,
içimizdeki deniz ve anne kokusu kabarmış
taş birikmişiz birbirimizin kalplerinde
dönülmesi ihtimal dahilinde olmayan
göz kapaklarımızdan, kalkan trenler olmuşuz
-ah dünya! biz senle
Geçmişin koridorlarında
kendi kendine gavur inadı
kendi kendine imtihan…
bir hayretin taraçasından bakıyorum sana
transparan cesetlerimizi süslediğimiz sabahlar
içimizi dolduran bunca cümlenin yangın hali
küllerini halen ceplerinde taşıyan bir sevdanın pazartesi sabahıydık
ninemim dişlerindeki boşluk, gülerken acıyan canıma benzerdi
pervazından düştüğüm nice bahane
nice senaryonun asık yüzüydü kalbim
elleşme dünya koşamıyorum artık
-tahta bacağımdan kırılmışım sana
-biliyorsun Teo
dünyanın dilinde bir yalan orkestrasi / az kalsın öl dese ölecektim
dünya dedim ver kalbimi, al aşkını
biliyorsun dedim
-bende inanmak gibi bir zafiyet söz konusu…