NECATİ SARICA 
 Felek, Kalem Ve Yazı Ya da 18. Sahne
 “Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna, 
 Can ağrısı tesir etti koluma, 
 Yaradanım merhamet et kuluna
 Yazık oldu yazık şu genç ömrüme 
Bilmem şu feleğin bana cevri ne.”
Bilmem şu feleğin bana cevri ne.”
 18. SAHNE:
 Karıncanın kırılan ayağından bir şiir kara. Süs havuzları deniz olunca çocukluğuma paslı bir gecekondu avlusunda kırık camların arkasından hırçın bakışlarla bakarken hayata. Yaşamak dediğin nedir ki derdi babam, kötü bir alışkanlıktan başka.
 Annem toprak yer ve ben yoruldum der bir bilinmeze giderdi. Sözleri ağırdı bilemezdim, nice dokunurdu kalbe. Bir çeşme vardı bir de kirazların ağacı ve annemin feryatları. Kirpikler ormanıydı. Yoksuldu. Kader diye kan eğirirdi bir aylanmaz gecede. Ben tahta kılıçların ormanıydım, en ince tüylerimden yanardım. Sonra asılıp öldüğüm olurdu toprağın altında. Çiğdem çiçekleri gibi yırtıp atardım toprağı bir paslı gecekondu avlusunda.
 Şafak sökerken sen ilmek ilmek sökerken beni
 Üşüyen horozların rengarenk kazaklarını
 Ah o giyemediğin ilmek ilmek sökerken beni
 Beni yaktığın ah o İstanbul
 Yüzünden ilmek ilmek sökülen ah o İstanbul
 Ve mutluluğun son resmi senin ellerinde
 Ah o senin ellerin kimin ellerinde
 Allah aşkına önüne baksaydın,
 Bir dönüp baksaydın ah o zülfü dolaşık, aklı bütün sadık bir yar olsaydın
 Ah o biatı çözülmüş o denizlere bakmasaydın
 Ah o zalim o kahrolası kamelyalar
 Yangınlara merdivenlerden ve kahrolası
 Ağaçlar altında ve ışıklı o kahrolası masalarda oturmasaydın.
 Üşüyen horozlara rengârenk kazaklar öptüm dudaklarından
 Bilemedim dudakların yaslıymış
 Bilemedim dudakların paslı bir liman.
 Sevinçli bir sofra kurmuştum ben sana
 Ah sen bilemedin
 Üşüyen bir horozun müjdesini göremedin.
 Üşüyen horozlara rengârenk kazaklar öremedim.
 Bir gece kıyıla kıyıla gördüm gördüm
 Soğuk bir sabah denizinde boğdun beni, baygınlıklar içinde gördüm seni
 Ah bilemedim elim yandı
 Kar hep üstüme yağarmış ben bilemedim.
 Yandı gönlüm yandı yenildiğim savaşlarda
 Kavruldu yandı gönlüm bilemedim.
 Ah bunlar kılıç yarası değil, değil öyle kan kanayan yaralar.
 Derin dip sesleriyle ağladıklarım, ah o gözyaşlarım.
 Çeşmelere gider ve susardım, hiç ağlamadan dökerdim gözümden yaşları. Şizofren bir duvar dilinde kirazlara bakardım ve dedemin bir güvercin kanadından akar gibi… Sonra benim sonranın sonsuzluğunda kiraz ağacında cinli konuşmalarım. Konuşmalarıma şizofren kuşlar konardı. Hıçkırıklı bir keman sesiyle annem ağlardı ve ağlardı, ağlar gibi konuşur ve ağlardı.
 Evimiz Kerbela’ydı. Duvarlar konuşur, duvarlardan kan sızardı. Annem kapıların kırılış sesiyle ağlardı. Ah annem ağlar kardeşlerim hep bir sorunun cevabını arardı. Annem yazı kara derdi, ben bilemezdim. Ben karıncaları bilirdim, yazı bilemezdim soru bilemez cevap bilemezdim. Ah ben bilemezdim, annemi kardeşlerimi anlar bilemezdim. Annem yazı der, Allah der, kalem der ben bilemezdim. Yazıları yırtar, kalemi kırar, küser ve yine bilemezdim. Paslı bir gecekondu avlusunda rüyalarımda yorulur bir bilinmezliğin orta yerinde; annem “yalvardım yakardım yol bulamadım, bu nasıl devrandır” derdi. Demir kapıya sarılır kırardı hıçkırıkları, saçlarını tutam tutam yakardı. Yakardı yolardı ağlardı toprağı avuçlar saçlarına toprak basar ağlardı. Taht derdi annem, baht der sır der yazı der bana bakar ağlardı. Sonra Allah der feryat ağıt kahır. Ben küserdim ve hiç barışmazdım. Ben hiç ağlamazdım. Ağlamadan dökerdim gözyaşlarımı bahçenin denizine. Boğulurdum gözyaşlarına, gözyaşlarım beni boğardı. Sonra ninem oğlunu arar bulamaz ve arardı, ninem oğluna ağlardı.
 Ninem bize bakmaz hep oğluna bakar, oğlunu arardı. Ben babamı aramazdım, küserdim hiç ağlamazdım. Kerbela’ydı, günlerin Halepçesi ve sanki bir rüyaydı, hayal meyal bir rüyaydı. Sonra ben Melal’i öğrendim, Kerbela’yı Hayber’in Kapısı’nı Zülfikar’ı. Sonra ben öğrendim ağlamayı öğrendim; demir kapıya sarılmayı kendimi toprağa bulayıp toprak olmayı, saçlarımı tutam tutam yolmayı, secdelerde haykırmayı, küs barış oynamayı öğrendim yaşamayı ve ben bilemedim. Öğrendim yaşamayı ben bilemedim yaşamayı.
 Yaşamak derdi babam, yaşamak nedir ki kötü bir alışkanlıktan başka. Babamın Zülfikar’ı kırılmış bakışlarında dağ gibi bir hüzün bana bakıp sorardı kim gördükleriyle yaşayabilir ki? Derdi babam ve babamın derdi ve benim derdim. Asırlara sığmadı bende, patladı bende, fışkırdı yarım kalmış kaderlerin kederleri derdi.
 Dedem elleriyle leblebi beslediği güvercinler omuzlarında, ben uzaktan bakardım ben yaklaşsam kuşlar kaçardı.
 Annemin gözlerinde bir sesi vardı, annemin gözlerinde dağları eriten bir sesi vardı. Benim sesim yoktu, Ali yoktu annemin gözlerinde dağları eriten bir sesi vardı. Benim civcivlerim vardı sesim yoktu. Civcivlerim koşar koşar ağaca tırmanırdı. Ağaç kirazdı ağaç dolu kiraz, dünya dolu kiraz vardı. Annem vardı ve türküler:
 “Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna,
 Can ağrısı tesir etti koluma, 
 Yaradanım merhamet et kuluna
 Yazık oldu yazık şu genç ömrüme 
Bilmem şu feleğin bana cevri ne.”
Bilmem şu feleğin bana cevri ne.”
 Annemin her türküsünde felek, kalem ve yazı vardı. Bahçe dolu kiraz, kirazın dallarına şizofren kuşlar konardı. Güvercin kuşlarında konuşurdum kanat çırpışlarında paslı bir gecekondusunda dedemin yüzüne kuşlar konardı. Yalnızlık bildiğine yanar derdi annem, ağlar gibi konuşur mümine rahmet Yezid’e lanet derdi. Hüseyin der Fatma der annemiz der ağlardı feryat feryat bakar “toprağa basmayın burası Kerbela” der ağlardı.
 Zehir olan kaderimde derdi babam ve avludan avluya kaçardı. Duramazdı babam bir hoş olur akar akar ak olur kaçardı.
 Ey sebep derdi dedem ayinlerde. Gül dökmüş bahçe gözleriyle dedem gülerdi, hep gülüp geçerdi. Sarsıldıkça sarsılan bir yerdi ve kapıların kırılış sesi demir kapıda kanımız kanardı. Hüzün dolu bakışlarla beklerdik gecenin bitmesini kardeşlerim bir de annemiz. Bir de ben evimizin yanı kışla bir yanda gölgesi koyu dağlar bir yanımız kerpiç damlar. Yağmur yağar gökteki bulut ağlar solgun çiçekler suya kanar. Sonra Yusuf boylu kuyular bir cücenin rüyalarında kuyuda tırnaklarım kırılır kalbim ağlar. Ruhumun kız kardeşi, kalbimin kayıp kardeşleri dipsiz bir duvar dibinde yoklukta ve yokluğunda.
 Siz bilmezsiniz siz ne bir anne ne bir baba paslı bir gecekondu avlusuna şizofren bir yıldız kayar.
 Kediler üstüne benzin döküp aydınlanan sokaklar. Silah sesleri dağlardan kışladan sokaktan. Babamın tüfeği kırılmış bir gül ağlar dudaklarından. Şarabın ilk hüznü sızıyor dudaklarından ben bilemedim babam ölüyor. Sevgilim Muhammed La ilahe illallah.
 Uyan annem uyan gör neler oldu gel annem gel bak neler oldu. Kaşlarını kestiğin yüzünün aydınlığına oğlun hıçkırıklı bir keman sesi oldu gitti buralardan. Gariplerin derdi yamandır diyen hal bilmezler denizinde. Duymadın mı öksüzün kölelere karışmış isyanlardaymış, cana can bir savaştaymış. Kendisiyle bir kavga hala o demir kapıdaymış. Tutsakmış, köleymiş senin biriktirip yüklediğin dertlerle yüreğinde kan toplarmış ve sonra kanını akıtırmış kerpiç damların ortasında o sokağın başında. Senin sokağında senin çekemediklerin, bırakıp gittiklerin senin toprağında senin aşında…
 O avluda okunan destanlarda kadın kımıldanışları ve ayinde söylediğiniz kadın dudakları yaslı oğlunun boynunda asılı. Kayıp giden kolyeler gibi yıldız tozları içinde varoluşun en dibinde.
 Cebimde mendil diye bir kefenim gözyaşlarımı boğduğum ve boğulduğum
 Gözlerimde kanarken masalın rengi boğulduğum yüzümde çöl tozlarının yağmurla geleni boğulduğum
 Oldular olacakları kadar
 Kırdılar kıracakları kadar
 Beni dışarıda bıraktılar geceye misafir
 Yağmurdan gözyaşlarımla bir ekmek yoğurdular değil öyle kan kanayan yarayla
 _______________________________
 necatisarca@gmail.com
 Asanatlar "şiirden sinemaya"
Asanatlar "şiirden sinemaya" 

