Selahattin Yıldız’a Mektuplar 1

NECATİ SARICA
Selahattin Yıldız'a Mektuplar 1
 
Sevgili dost,
 
Bir mahkeme zaptı kadar kesin konuşup irticalen sustuğum günlerde değil de, dağları denizlerden inerken gördüğüm kesinlikler içinde tanıştığımıza çok memnunum. Çünkü o zamanlarda seni tam da sen olarak göremeyebilir ve hiç istemesem de seni incitebilirdim. O zamanlarda kendime yalanlarımla, kirli ve yaralı bir makyajın altında sahteliğimle göz kamaştırmakla meşgul olduğumdan bahsettiğin karanlığın içimde olduğunun farkında değildim. Yani senin tanıdığın ben değildim. Kısacası kendi hakikatsizliğimin farkında değildim. Gözlerimin önüne duvar örmüş “benlik” zaliminin elinden kurtulmak için dualar etmem ve daha çok fazlasıyla acı çekmem gerekmişti. Kaşsız gözsüz resimler gibi kendimi eksik bir koynumda sakladığım zamanlarımda karşılaşsaydık senin hakikatini anlamam mümkün olmayacaktı. Şimdilerde her şey farklı. Karşılaşma, tanışma, tevafuk…
 
Dostum, insanın kendisinden başlayıp kendisinde bittiği zamanlardayız. Müteal olanı perdeleyen modern bir cangıl! Çatlamış gözbebekleriyle bile göremediğimiz bir hakikat yoksunluğu. Özgürlüğün içinde kelepçeli insanlar topluluğundan başka bir şey değiliz senin anlayacağın. Sen ise naif asaletinle konuşurken, Sebahattin Ali, Sait Faik okuyormuş hissi uyandırıyorsun. Sorular soruyorsun, düşünmek diyorsun. Ben ise düşünmek “korkunç” bir şeydir diyorum. İlk gençlik dönemimin bir şiirimde “akıl çölü ısırır yaralar açar kâfir ağacı sır evimi” demiştim. Şimdilerde ise akletmenin kalbe ait olduğunu düşünüyorum. Kalbin akletmesi. Bunun dışında “düşünmek” benim için hep korkunç olmuştur. İnsanın kalbiyle düşünmesi. Kalbime düşünmesi için, ısrarı öğretmeliyim. Bütün bu olup bitenlere karşı ise tahammülüme sabrı öğretmeliyim ki akıl çölünden çıkıp özgürlüğün kanatlarımdan tutunabileyim. Oğuz Atay’ın dediği gibi “tutunamadım”
 
Sevdiği dostum çok uzayan bir zamandır bir başımaydım ve konuşmaya başladığımda yalnızlığımla, bir anlamı olan her şeyin içimde bir bir kaybolduğunu hisseder ve yaşar olmuştum. Sonra sen geldin ve varlığınla içime serin sular gibi serpilir oldun. Seninle aşk üzerine konuşuyoruz ve ben sanki kalbimin durduğunu hissediyorum karşımda. Sanki kalbimi görüyorum senin aynanda. Sohbetin ne de güzel demek geçip gidiyor içimden. Kimi zaman buruk bir acı ve hüzün cennetlerinden bakıyorsun, gözlerinde kırık bir zülfikarla.
 
Sevgili dostum, sanki sayısız dallanıp budaklanışıyla insan oluşumuzun zemininden bizi koparıp bilinmezlere götüren, sabırsız ve hızla akan zamanların çağında yaşıyoruz ki insanların can sıkıntısına bile vakitleri yok. Benim ise canım kilitli bir kıskacın içinde çekilip duruyor. Yollarımın aynı zamanda uzun ve aynı zamanda kısa olduğunu hissederken sanki zincir takılmış gibi gezdiriyorum kendimi sokaklarda. Ağlamak istiyorum, jestsiz, mimiksiz ve bakıyorum çok kalabalık. Ağlayamıyorum. Anlayamıyorum. Anlamak istiyorum ve bakıyorum çok kalabalık.
 
Sevgili dostum; “hüzünlerin virajında gönül yaraları seni istila etmiş” diyorsun, haklısın ancak benimki gönüllü bir yalnızlık ve ben gönlümün yorgunuyum. Mahmut Şevket Esendal’ın yazdıkları gibi kendimle ilgili bir “durum hikâyesi” yazabilseydim ancak o zaman beni daha iyi anlayabilirdin.
 
Ben karmaşık bir yerindeyim bu dünyanın ve ateşini göğüs kafesimde kavurduğum bir hayatın içinde hep sonrayı beklemekten yoruldum ve her sonranın sonrasında bir umut aradığım ve bulamadığım bir iklim içinde kimi zaman türkülere yaslanmakta arıyorum çareyi. Sonra sen geliyorsun Neşet Ertaş’ın deyişiyle “havalandırdığın” türkülerle. Merhem olmaya gelmiş gibi.
 
Eskiler mektuplarını hep “baki selam” diye bitirirlermiş. Bende eskilere uyup baki selam diyerek son veriyorum mektubuma. Hoşça kal dostum.
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir