Cehennemî Düşüncelerin Ağına Yakalanmak

AZİZ SAVAŞ

AZİZ SAVAŞ
Cehennemî Düşüncelerin Ağına Yakalanmak
 
Bir insanın en zavallı, en aciz ve en korunaksız olduğu vakitler ne zamandır bilir misiz? Geceleri… Evet, gündüzün debdebesi, meşgale ve gürültüsü içerisinde fırsat bulamayan bütün hain düşünce ve fikirler, bir köşeye çekilir, siner, bütün varlığın sessizliğe büründüğü, uykuya daldığı bir anda, avına saldırmak için pusuya yatmış bir leopar gibi, gizlendikleri karanlık mahfillerden çıkarak zihninize hücum eder, yüreğinize oturur nefesinizi keser; başlarsınız bütün gece boyunca onlarla boğuşmaya! Bir defa ağlarına düşmeyegörün, bu hain düşünceler, bu ifrit fikirler, her taraftan üzerinize çullanır; kimi, arkanızdan hançerini saplar, kimi, mızrağıyla bağrınızı deşer, kimi, çelikten sivri pençeleriyle başlar yüreğinizi yırtmaya, parçalamaya! Sanki başınız bedeninizden koparılmış, atların sırtında sopalarla oynanan çevgan topu gibi, gâh atların toynaklarıyla, gâh sopa darbeleriyle oradan oraya fırlatılıyor da, beyniniz ve dimağınız çürük bir kavun gibi çalkalanır ve bir cıva gibi kafatasınızın içine çöktüğünü hissedersiniz; bütün düşünme melekelerinizi, şuur dengenizi kaybedersiniz. İşte fikirlerin zalimleştiği, ruhsuz ve vicdansız cellatlar gibi, gece boyunca size binbir türlü işkenceyle ecel terleri döktürdüğü anlar, gecenin bu sessiz anlarıdır.

İşte, ben, bu gece, böyle hain düşüncelerin ağına yakalandım. Bir örümceğin ağına takılan sinek gibi, kurtulmak için,  çaresiz bir biçimde çırpınıp durdum, ama nafile! Bir köşede sinsice pusuya yatan ifrit fikirler ise, acele etmeden, adeta benim çırpınışımın keyfini çıkarırcasına, ağır adamlarla ve dini bir merasim icra eder gibi, bir tapınağa kurban sunar gibi, intizamla, bir hareket edip bir durarak, avına yaklaşan zehirli bir ahtapot gibi beni kavrayarak yavaş yavaş zehrini boşaltmaktalar. Şimdi o zehrin vücudumda ilerleyişini, hatta gönlüme akışını ve cıva gibi orada eriyişini hissediyorum.

Hain fikirler diyorsam, bu, öyle çirkin, nahoş, alelade, ahlak dışı fikirler değildir elbette; hainliği, acımasızlığından, insanı bir mengene gibi arasına alıp ezmesinden, hulasa; zalimliğindendir. Geceden de destek alarak, onun bütün karanlığını yüreğinize taşımasından, kendinizi umutsuz ve terkedilmiş,  uzayın dipsiz ve karanlık boşluğu içerisine düşüyor gibi hissetmenizdendir. Her ne kadar, bunun bir rüya gibi geçici bir hal olduğunu, günün ışıması ile birlikte geçip gideceğini düşünerek kendinizi avutmaya, teselli bulmaya çalışsanız da, ümit ettiğiniz gün bir daha doğmayacak ve bu karanlık gece, sonsuza dek hükmünü sürecek gibi, dakikalar ve saniyeler önünüzde uzayıp gidiyor.

Anladım ki, insanın hayatında verdiği en büyük kavga, giriştiği en yaman ve acımasız savaş kendisiyle olanıymış meğer… En ateşli ve hararetli harp meydanı da, ruh ve gönülde olanı… Maddi savaş meydanlarında, kaçıp sığınacağımız, gizlenip korunabileceğimiz sığınak ve mahfillerin olması her zaman mümkün iken, ruh ve gönül meydanlarında bu imkandan mahrumuz; çünkü meydan bizzat sizsiniz ve savaş sizin içinizde cereyan eder. Fikir ve düşünce atları o sivri ve elmas gibi keskin toynaklarıyla dimağınızın içinden geçer, beyin hücrelerinizi ezer, akıl toprağınızı çiğner; duygu ve his bombaları ruhunuzun içinde patlar, ateş ve kora dönüşür, maddi-manevi bütün benliğinizi yakmaya başlar. 'En cehennemi ateş, bedenleri yakan değil, ruhları tutuşturan olmalı ve galiba cehennem ateşi de, olsa olsa, böyle bir ateştir', diyorum kendi kendime. Cehennem ateşini tasavvur etmek isteyen biri varsa, şayet olmuşsa hayatında, ruhunun alev alev tutuştuğu, bir kora dönüştüğü bir anını tasavvur etsin; bu ona yeter! Mesela; Özgecan'ın annesinin yüreğini yakan ateş gibi…

Akıl ile gönül arasında cereyan eden, kimi zaman mücessem bir fikir, kimi zaman mücerret bir his ve manaya dönüşen, kimi zaman kordan bir eriyik, kimi zaman buzdan bir camid olup halden hale giren, ama her iki halde de ruhunuzu yakan haller de vardır. Size sıcak ya da soğuk terler döktüren… Kimisinden hoşnut olur, yaktıkça, yakmasını ister, zevk ve haz duyarsınız. Adeta ruhunuz, bir odun parçasındaki alev gibi, yandıkça yükünden kurtulur ve ipekten bir tül gibi, mavi, turuncu hareler yayarak sallanır da hafifliğin ve özgürlüğün hazzını yaşatır size. Kimi de alevi olmayan bir kömür gibi için için yanar, çıkardığı duman ve is yüreğinizi kaplar, nefesinizi keser, kapkara bir gecenin bütün korku ve endişelerini, bütün hile ve tuzaklarını, cin ve perilerini, şeytan ve ifritlerini yüreğinize taşır. Yüreğiniz, adeta otoritesini kaybetmiş, eşkiya ve haramilerin, çete ve mafyanın, karanlık güç ve terör örgütlerinin cirit attığı, hüküm sürdüğü bir ülkeye dönüşür.

Yukarıdan beri tasvir ettiğim böylesine bir ruh ve akıl krizi karşısında modern psikiyatrinin koyacağı ilk teşhis, bir delirme başlangıcı olabilir. Belki de sürecin daha kritik, mesela bir şizofreniye ulaşmaması için, erken evrede müdahale edilmesi gereken bir vakıa olarak da görülebilir. Ama ben aksini düşünüyorum. Aksini düşünüyorum çünkü insan dediğimiz mevcut, zıtların bileşkesinden hasıl olmuş kompleks bir varlıktır. Dört mevsimi, geceyi ve gündüzü, hulasa; evrenin bütün olaylarını, bütün renk, tat ve rayihasını kendisinde barındıran minyatür bir evrendir. Hatta evrenin ötesinde, lâhûtî aleme açılan kapı ve pencerelerle, fizik ötesi alemlere dahi açılabilme istidadına sahiptir. Dolayısıyla, böylesine kompleks ve harikulade bir tabiata sahip bir insan yurdunda, bir ruh, akıl ve gönül dünyasında, böylesine iklim olaylarının, mevsim geçişkenliklerinin olması, duygu, düşünce devinimlerinin, yoğunluk ve kesafetinin yaşanması, orada bir hayatiyetin ya da dinamizmin varlığının da belirtisidir.

İnsanoğlunun bir başka gerçekliği de, "takva" ve "fücuru", yani, insani değerler anlamında, kemâlata doğru bir yükselişi ve ondan düşüşü bir eğilim olarak kendisinde mündemiç bir varlık olmasıdır. İnsanoğlu, bu iki gerilimin varlık sürdüğü bir sahada mücadele veren bir savaşçıdır. Efendimiz, bir gazadan zaferle dönen ordusunu karşılarken; " Merhaba küçük cihadı yerine getirip de (üzerinde) büyük cihadı baki kalanlara.” Denildi ki, “Ya Resulallah! Büyük cihad da nedir?” Resulullah (s.a.), “Nefs ile cihad!” buyurdu”. İşte Efendimizin işaret ettiği bu cihad, insanoğlunun hayatı boyunca mücadele ettiği ve bizzat her insanın kendi içinde cereyan eden savaştır. Bu savaşın şiddeti ve yoğunluğu da, insanın farkındalığı, şuuru ve bulunduğu manevi makamıyla orantılıdır. En amansız ve büyük savaşlar, en yüksek makamlarda verilir. İnsanların çoğu daha ilk makamda teslim bayrağını çeker ve "dalanlar ile birlikte dalıp gidenlerin" kervanına katılır ve onları ancak ölüm uyandırır. Ama kimi insanlar da vardır ki, dimağları sürekli işlek, gönülleri büyük okyanuslar gibi, kimi zaman dingin, mütemekkin ve adeta ufuk ile birleşerek sonsuz bir genişliğe ve enginliğe ulaşır. Kimi zaman da, içerisinde büyük fırtınaların koptuğu, dev dalgalarla çalkalandığı ya da büyük yanardağlar gibi, için için kaynayarak kor lavlar püskürttüğü gönülleri olur. İşte böyle kişiler, "dalıp gidenlerin" kervanına katılmaz, her biri münferit olarak kendine bir yol, bir gaye edinir hayatta. Bütün büyük şahsiyetler, dehalar, arkalarında derin izler, silinmez yollar bırakarak, gökteki yıldızlar gibi, nevi şahsına mahsus, tek kişilik birer kervan olmuşlardır. Bunlar, yaşadıkları zamanın ve mekanın esir alamadığı divanelerdir:

'Gitti mecnûn hâne-i dehri bana ısmarladı
Bir harâbe evdir kalur divâneden divâneye'

Hülasa, cehennemî düşüncelerin insana yaşattığı serencam da ateşli ve yakıcıdır. Yorucu da olsa, hoş ve lezzetlidir. Bir de yanında demli çayınız ve keyifli nargileniz varsa…

 

12 Mart 2015 / Asanatlar

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir