Sözcükler ve Boyutları

CANEY

SITKI CANEY
SÖZCÜKLER VE BOYUTLARI
ya da şiirin temelleri ve sınırları için bir önsöz
 
Söz insanla birlikte başlar. İnsanın varoluşundan bu yana dilin katsayılarındaki değişken niceliğin kendinde barındırdığı öz bakımından zamandan zamana önemli ayrılıklar gösterdiği söylenemez. Herhangi bir toplumda, kullanılan dilde, sözcük sayısının azlığı oranında sözcüklere yüklenilen anlamın alanı genişlemeye başlar. Söz konusu genişliğin kişilerin zihnindeki karşılıkları o kişilerin yaşam biçimlerine göre değişmektedir. Değişik yaşam biçimleri sözcüklerin anlam alanını başka başka noktalara doğru kaydırırken giderek bazı kişilerde öncekinden çok farklı bir anlama kavuşabilmektedir.

Üzerinde net ayrımlar yapılamayan bu karışıklıklar dilde bir “yalama” oluşturur. Bayağılaşmış, çözülmüş bir dildir artık karşımızda olan. Bu durumda gerçek okuyucularda, dilde yeni bir yapıya özlem başlar belirli ya da belirsiz. Ve şiir kurtarıcı görevini sürdürmeye hazırdır. Böyle bir özlem olmazsa bile yeni bir dil yapısı gerçekleştirildiği anda gerçek okuyucunun bunu evetleyeceği olasılığı büyüktür. Dilde yeni bir yapı derken anlatılmak istenen, bayağılaşarak çözülen dilin yeni alanlara çekilmesi ve özgün bütünlükler içinde yüceltilmesidir.

bir.

Şiir, zaman boyutlarını aşamayan insanoğlunun yine kendi zamanı içinde bir yanıyla hiçe, bir yanıyla sonsuza uzayan hayat seslerinin şairin dünyasında süzülerek özgün pırıltılarla gerilip yepyeni sözcükler olarak yeniden aramıza katılmasıdır. Bu sözcükler güçlü bir imkânın elinde büyülenmiş gibidir. Ki bu sözcüklerdir, duyumsayabildiğimiz kadarıyla bize açılan evrene nokta nokta yayılan, o gizem hazinesinin kapılarını açılmaya zorlayan.

Dil günlük hayatın, o varolmanın şarkısından habersiz kendini unutan insanın telaşlı sürüklenişi arasında dar kalıplara girer ve boğulur.  Sözcükler de bayağılaşan insanla birlikte bayağılaşmış gibi olur. Bununla birlikte yüzyıllardan beri sözcükler, her zaman belli yoğunluklar sonucu, insan ruhunda kendi kabına sığmaz olmuş ve sıçramak istemiştir.

Basit bocalayışların çığlığında bir ömür tüketen toplum, şairi çoğu kez sarhoş ya da uykuda sayıklayan, hayal kurbanı biri olarak tanımlamıştır. Oysa şair, somut hayatla iç içe onun çalkanışından gelen her metafizik ürpertiyi duyar duymaz not etmek koşusundadır. Ki o bununla da kalmaz, bu ürpertilerin ötesini yakalamaya adamıştır kendini. Ve bunun için durmadan arar. Hayal günübirlik uğultuda uyuklayan, toplumun büyük çoğunluğunun işi olsa gerek. Şiir, değişmez gerçeğe doğru koşturdukça şiirdir. Ve şair geleceğin rüyasını görmek için uğraşır. Hayalle değil. O sürekli toplumdan ilerdedir ve sarsmak ister toplumu.

Öteden beri sanatçılar hayatın katı gerçeklerine dayanamayıp kendi hayal âlemlerine sığınan kişiler olarak anılagelmiştir. Böyle bir genelleme tartışılabilir. Evet, bu fani dünyanın kaba gelgitleriyle şair uyum sağlayamayabilir.  Fakat ne ilgisi olabilir bunun hayale sığınmakla. Gerçek olanın bütün dehşetiyle duygularımızı uyarmasıdır şiir. Ve aynı dehşettir şairin hayatını bir şiir rüzgârına döndüren. Şiir hayattan çıkan gerçekle bütünleşir ve yeniden döner, hayata sunar kendini. Şair belki toplumun dışında gibi görünür ama o bütün toplumu hırçın bir inatla yaşar kendinde. Her şiir başlı başına bir savunmadır bazen. Bazen de küçük bir avuntu. Söz konusu savunma çoğu kez, köleliğe alışmış büyük bir kitlenin arasına yerleşmiş kurallara karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkar. Başkaldırı için çağırmak değil büyülemek yürekleri. 

Çağımızdaki yaygın politik- militan şiir akımındaki ozanların çoğunluğunun yazdıklarıyla böyle bir başkaldırı arasında çok az bağ kurulabilir. Bu çoğunluk, önceden belirlenmiş ideolojik kuralların çerçevesinde hayal olan bayraklarını daha bir belirginleştirmek için yorarlar kendilerini. Doğal olarak bu yorgunluk sonucu kendileri için bir kısım yararlardan paylar vardır. Oysa hayatın militanı olmak bambaşka bir şey…  Şiir, hayatın bütünüyle kirlendiği bir zamanda temiz kalmış tek bölge olarak yeniden yükseltir sesini ve insanı çağırır. Birbirinden uzak yalnızlıklar orada tüm olmaya ererler.  Şiir bir sığınak gibi kucaklar ve sarar insanı. Ve insanlık onuruna sahip olmanın bilincine eren her birey için şiir gereksinmesi su içmek, ekmek yemek gibi bir gereksinme, doğal bir gereksinme noktasına gelebilir.

iki.

Sözcüklerde özlenen boyut, bizi kendimizi gösterebilmesidir. Şiir de bir bakıma kendi kendinin olmayı, kendini bilmeyi başarma çabasıdır. Bu düzey şiirlerin, çağların silemediği şiirlerin yakaladığı düzeydir. Sözcükler oralarda yaklaşabilmişlerdir gerçek boyutlarına. Bilindiği gibi birbirine yakın birbiriyle kesişen sözcükler vardır. Bu sözcükler arasındaki sınırları belirlemek; imge, çağrışım alanlarını yerli yerine oturtmak yalnızca şiirin, gerçek şiirin başarabileceği bir iştir. Birbirine yakın sözcüklerin ortak düzlemini çizip öze götüren en belirgin sözcüğü bulmak da şaire düşer. Hayatın sözcüklere yansıyan çalkantısı ve sözcüklerin hayat içindeki çalkantısı karmaşık bir yapıyı beraberinde getirir. Kalıcı olanla geçici olan birbirini kendiliğinden yıpratmaya çalışırken güçlü şair neyin nerede kalacağını nelerin gideceğini göstermek için işbaşındadır artık. Ve kararı kendi verir. Çünkü o büyülü dil gücünü elinde tutan, yüreğinde yaşatan odur.

Şair her zaman kullandığımız sözcükleri kendi yapısı içinde bize sunarken biz onları ilk kez görmüş gibi oluruz. Bu, şairin sözcüklerle yeni imgelem oluşturabilme gücünden ileri gelmektedir. Geçicilikler dünyasında bizi bir sonsuzluk ortamına çeker imgelem, bizi o ortamla baş başa bıraktıktan sonra kendini bile unutturur.

İçine çekildiğimiz ortam temelde kendimizde balkı bulunan bir ortamdır. İmgelem yalnızca uyarıcı bir görev yüklenmektedir burada. Uyardıktan sonra kendi aradan çekilir ve biz artık soyut bir çağrışımın getirdiği, alabildiğine somut ve gerçek bir bölgeyle karşı karşıyayızdır. Anıştırma, anıştıranla anıştırılan arasındaki yakınlık oranında anlam kazanır.  Okuyucu anıştırılanın kendinde olanını hemen kavrar, diğerlerine ise ulaşmaya çalışır. İmge, okuyucuyu ulaştırmak istediği yere ulaştırabildiği oranda güçlü imgedir.

Şiirde sözcükler; anlam, ses ve yüklendiği görev bakımından kendi doğal boyutlarının dışında bir yerdedir. Ya da böyle bir yer oluşturur. İşte bu yeni yer imgelemdir.

üç.

“ Kaleme andolsun.”

Bilenler bilir ki her sözün hesabı bir gün mutlaka verilecektir. Sözcüklerin kullanılmasında, yayılmasında kişilerin sorumluluk bilincine göre etkinlikleri de değişmektedir. Erek bakımından birbirinden farklı olan etkinlikler sözcükleri olumsuz yönde çalkalamaya yetmektedir. Çalkantı sorumsuzca yazmayı beraberinde getirmekte gecikmez. Her çağda şairim diye ortalıkta dolaşanların büyük çoğunluğu bu sorumsuzlardan oluşmuştur.

Yaşanılan hayat ne için yaşanmaktadır. Bu hayatın bir anlamı var mıdır? Bu hayatı yaşanmaya değer kılan nedir? Bu soruların soylu anlamlarını yanıtlamakta güçlük çekenlerin şiirden söz etmesi yalancılıktır.  Fizikötesini dışlayanların bu sorular karşısında verecekleri yanıtlar belli. Fizikle sınırlı biyolojik-faydacı bir idrak alanının içinde kalanların sözcüklerinden oluşan şiir ne derece şiirdir, tartışmaya gerek yok.

dört.

/ babamdan dinlemiştim
söz yüzde çizilen dilde ezilen bitmeyen bir kımıltı
ve suskun karaltılara kucağı açık olan güneş
sonsuzluğun yüreğinden süzülen, hiç solmayan parıltı
söz o ki her harfi ölümsüz bir şarkıya eş
babamdan dinlemiştim
 
derin iniltisinden başka evrenin
konuğu olmamışlar hiç bir sesin
doğarken iki çocuk
kapanmışlar insanlardan uzak
nice günler hanı bir dünya evinde
kapanmışlar insanlardan uzak
ay güneş ve kirlenmemiş kalpler içinde
 
ve zaman sofrasında
tükenmiş iki yılın ekmeği
konuşmak alabildiğine sınırsız ve köşesiz konuşmak
çocukların dilinden bir pınar akar olmuş
solmuş yaşayan sözcüklerin mevsimi
çocuk gözlerde yepyeni titreşimler
ve uçsuz bucaksız dudaklarda resimler
 
sonra gün döne döne
bu öykü
bir bilgenin evreninden dökülerek bu güne
böyle
anlamı zorlayan
bir şeyler konuşulmuş
öyle anlatırdı babam
zihin ve düş unutamadı
pulsuz ve imzasız bir masal
çocukların kalbinde adı
tüm çocukların
 
ey sözcükler ey doğranan sonsuz hengame
aşk ve sözcük ve susku
birbirini unutamadı
 

beş.

Şiirin gerçekle olan bağlantısı gündeme getirilerek değişik gerçekliklerden söz edilmiştir zaman zaman.  Gerçek diye gösterilenlerin gerçekliği üzerine ve ona bağlı olarak gelişen değişik gerçekçilik akımları karşısında evrensel gerçekçilikten söz etmek zorundayız. Evrensellikten anlaşılması gereken algılayabildiğimiz bütün değişken alanların değişmeyen (mutlak) çizgisi üzerindeki bütün noktalardır.

Yeni bir akım, sanatın evrenselliği ya da sanatta evrensel gerçekçilik falan değil söz etmek istediğimiz. Görünebilen reel nesneler dünyasını sürekli olarak düzenleyen ve bunun arka planını oluşturan asıl yapının özünden yola çıkılarak evrensele girilebilir, gidilebilir.

Bu asıl yapı batılı anlamda bir realite (gerçeklik) değildir. Ve gözle görülmez. Akılla tam olarak kavranılmaz. Yalnız sezilir. Aşk’ın, sonsuzluğun düzenidir bu. Bu yapının reel dünyada ancak yansımalarını gözlemleyebiliriz. Ölüm ve zaman birer yansımasıdır bu yapının.  Ölüm ve zaman gibi olgular yüzyıllardan beri sürüp gelen evrensel olgulardır.  Bir sanat eserinin evrenselliğine hep bu olgulardan kalkılarak yaklaşılmıştır.

Tarih boyunca insan, doğal olanı, değişmez gerçekliği, mutlak hakikati açıklayan; doğal olanın sürekliliğine, hakikate, doğruya, iyiye, sonsuzluğa çağıran ne varsa onlarla buluştukça kendisiyle buluşmuş onlardan uzaklaştıkça kendisinden uzaklaşmıştır. Her insan doğal bir yapıyla kendisi olarak doğar. Doğallık doğuştan, bozulma sonradandır. İnsanın kendisine sonradan eklediği ayrıntılardaki gerçeklik yanıltıcı bir gerçekliktir, yanıltıcı, değişken ve geçici.  Oysa bütün zamanları kapsayan Aşk’ın, Hakikat’in çağlar üstü sürekli çağrısı karşısında günübirlik değişken ve geçici gerçekliklerle nasıl yorumlayabiliriz ki hayatı.  Evrensellik derken biraz da sürekliliktir demek istediğimiz. Doğal olanın sonradan eklenene karşı olan konumu onunla iç içe verildiğinde evrensel bir doku oluşabilir sanatta ve söz o zaman şiire dönüşür.

Toplumsal gerçekçilik, bireysel gerçekçilik, vs, gibi çağımızda boy gösteren sanat akımlarının bilimin getirdiği realizm anlayışından başka bildikleri yoktur. Evrene ve nesnelere bakarken öncelikle olanı belirliyor gibi görünseler de temelde tüm belirtmelerinde samimiyetsizdirler. Bunların yaslandıkları evrene bakış anlayışı gerçeklikten uzak, geleceğe yönelik kehanet formülleriyle dolu olduğu için gerçekçilik sözleri etmeyi çok gereksinirler. Topluma v nesneler dünyasında formüllerine uygun bir realite görürlerse söz ederler ondan. Yoksa söz etmezler. Gözün görme olayı ile bağlantılı olarak algıladığımız gerçekçilik yine sonunda gözle sınırlanan bir gerçekliktir. Nesnelerin gözle görülebilen yanı yalnızca biçimleridir. Varoluşun ana nedenini, özündeki gerçeği kavrayabilmek için ayrı bir çaba gerekmektedir. Bu da düş görürken olmaz. Çünkü insan uykudayken, uykudan uyanıncaya dek uykuda olduğunun bilincinde değildir. Düş gördüğünü söyleyebilmesi için uyanmak zorundadır.  Uyanmaktan murad, Aşk’a uyanmaktır, ezeli ve ebedi Aşk’ı bilip  “iman etmek”tir. Salt gözle görülebilenlerin biçim olduğu düşüncesi nesneler için olduğu kadar büyük oranda toplumlar için de geçerlidir.

Geçmişten geleceğe toplumların temel gerçeklerini açıklayayım derken yalnızca dış yapıyı gözlemlemek hem de bunu varsayımdan öteye geçmeyen bilimsel kurallar çerçevesinde yapmak biçimcilikten başka bir şey olmadığı gibi kendini kandırmaktan başka bir işe de yaramaz. Doğanın fiziksel yapısını düzenleyen kanunlar kendi yapıları içinde gerçektirler. Bu gerçeklik bir süre ile bağımlı olduğu gibi insanın gerçekliğinden ayrı bir şeydir. Olağan olarak süren alıştığımız bu doğal yapı saat gelip çatıncaya kadar, kıyamet kopuncaya kadar, kısaca olağan düzen olağanüstü bir biçimde bozuluncaya kadar sürecek ve bütün insanlar “sınav”dan geçecektir. Dünya sınanması için insanın önüne bırakılmış bir düştür bir bakıma. İnsanın varoluşunu anlamlı kılabilmesi, varoluşunun özündeki gerçeğin, gerçekçiliğin bilincine ermesiyle mümkün.  Tarih boyunca  “söz”ü keyfince çarpıtıp hakikatin “gerçeğin üstünü örtenler”  her zaman sözlerine bir gerçeklik kılıfı bulmuşlar ve bulduklarını uluorta değil de derli toplu, sistematik olarak sunmaya çok özen göstermişlerdir.

Hele çağımızdakiler, geçmiş çağları, tarihi irdelerken bunu yeni bilimsel yöntemler ve kuramlar geliştirerek yapma akıllılığında bulunabilmişlerdir. Tarihi diyalektik materyalizm buna bir örnektir. Bütün toplumsal değişimlere sınıfsal açıdan yaklaşırken aynı zamanda buna bağlı ilkeler geliştiren diyalektik materyalizm bu ilkeleri nerdeyse fizik ilkeleri kadar değişmez ilkeler olarak gösterme cüretinde bulunabilmiştir. Ve bugün sık sık sözü edilen toplumsal gerçekçiliğin çıkış noktası da budur. Oysa tarih boyunca toplumlar hiçbir zaman deney tahtasına yatırılamamıştır.  Ve yatırılamaz.  Toplumun işleyişi doğanın işleyişiyle özdeş değildir. İyi ve kötüyü kendinde bir arada barındıran insanın öznel durumalışları için şu zamanda şöyle bu zamanda böyle olacak diye kehanetlerde bulunmak tanrılık ilan etmekten başka bir şey değildir.

Sanata hele ki şiire toplumsal gerçekçilik, bireysel gerçekçilik, sanat sanat içindir vb. gibi sınırlar çizenlerin sözleri de, sözcükleri de bu sınırlar içinde geçici söz olarak kalacak ve asla gerçek anlamda şiir olamayacaktır.

Şair odur ki,  bütün geçici gerçekliklerin sonsuz gerçeklik karşısındaki konumunu bütün benliğiyle irdeler ve yeryüzündeki insan macerasının asli gerçeğini yakalayabilmek için kimseyi yanıltmadan yeryüzünde olup bitenleri en can alıcı noktalarıyla, içtenlikle sergiler. Bunu yapabildiği oranda asıl gerçek ve evrensel olan açıklığa kavuşur.

Ve şiir odur ki sonsuzluğa kapı açar ve Aşk’a yaklaştırır.

___________

Bu yazı  daha önce 1983 yılında "AylıkDergi" adlı edebiyat dergisinin "Şiir Özel Sayısı"nda yayınlanmıştır

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir